Petrol taşıyan bir İran gemisine Cebelitarık'ta Avrupa Birliği'nin Suriye yönetimine uyguladığı yaptırımları delme gerekçesiyle İngiltere'nin el koymasının ardından, İran Basra Körfezi'nde İngiliz bayraklı bir gemiye el koyarak yanıt verdi. Basra Körfezi'nde yoğunlaşan gerilime yeni bir boyut kazandıran bu karşılıklı hamleler hızla siyasi gündemin üst sırasına yerleşti. Farklı kaynaklar, İngiltere'nin İran gemisine el koyma kararının gerisinde ABD yönetiminin özellikle de Trump'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton'un bulunduğunu belirtiyor.
Cebelitarık'ın yetkili bakanının konuyla ilgili açıklamasına dikkat çeken Ortadoğu uzmanı Gareth Porter, bakanın “gemiye el konulması kararı, geminin Suriye'nin Banyas Rafinerisine petrol taşıdığına ilişkin ‘inandırıcı bilginin' gelmesiyle alınmıştır” sözünü aktarıyor. İspanya Dışişleri Bakanı Joseph Borrell'in konuyla ilgili olarak, “İngiltere ABD'den gelen bir talep sonrasında gemiye el koydu” dediğini de aktaran Porter, Reuters ajansının Londra temsilcisi Guy Falconbridge'nin de görüştüğü diplomatik kaynaklara dayanarak, “el koyma ABD'nin talebiyle gerçekleşti” sözlerine yer veriyor.
İngiltere'nin İran gemisine el koyma kararı ve uygulaması, İngiltere'de İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan bu yana yaşanan “en büyük siyasi krizin” ortasında geldi. Başbakan Theresa May'in istifa kararıyla doruk noktasına yükselen siyasi krizin sarstığı İngiltere bir taraftan İran Nükleer Anlaşması'nın korunması için Fransa, Almanya, Çin ve Rusya ile aynı tarafta yer alırken, diğer taraftan da bu tutumuyla tam karşıt bir pozisyonda anlaşmadan ayrılan ve İran'ın ekonomik kaynaklarını kurutmak amacıyla agresif bir faaliyet yürütmekte olan ABD'nin emir eri gibi davranıyordu.
İngiltere ve ABD hükümetleri yaptıkları açıklamalarda, İngiltere'nin el koymasının “meşru ve yasalara uygun”, İran'ın el koymasının ise “gayrı-meşru ve yasadışı” olduğunu iddia ettiler. Bunda şaşırtıcı herhangi bir şey yoktu. İran'ı şeytanlaştırma politikasının doruğa çıktığı günlerde, “uluslararası hukuk” olarak süslenen emperyalist dayatmalar daha görünür hale geliyordu.
İran gemisine el konularak, İran üzerindeki baskı arttırılmak isteniyordu, bu açıktı ancak İngiltere Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt'ın yaptığı bir açıklamayla, daha geniş kapsamlı bir programın uygulandığı anlaşıldı. Hunt açıklamasında, İran'ın el koyma eyleminin bir “devlet korsanlığı” olduğunu belirtti ve Basra Körfezinde Avrupa ülkelerinin yönetiminde bir “deniz güvenlik gücünün” oluşturulmasını istediklerini gündeme getirdi.
İngiltere Dışişleri Bakanlığı konuyla ilgili açıklamasında, Basra Körfezi'nde oluşturulmasını istedikleri gücün ABD Deniz Kuvvetleri'ni dışlamadığını, onunla işbirliği içinde oluşturulmasını istediklerini ve Basra Körfezi'ndeki diğer ülkeleri de kapsaması için hazırlıklar yaptıklarını belirtti.
Basra Körfezi'nde gerilimin giderek tırmandığı günlerde İngiltere'de Theresa May'den boşalan yeri kimin dolduracağı gündemin ilk sırasındaydı. Muhafazakar Parti seçimini yaptı ve 1 yıl önce görevinden istifa eden Dışişleri Bakanı Boris Johnson'ı seçti. Boris Johnson'ın Muhafazakar Parti lideri ve yeni İngiltere Başbakanı olarak seçilmesini ilk ve coşkuyla kutlayan Trump oldu.
Johnson'da Trump gibi nam salmış bir ırkçı ve cinsiyetçi. Onları yakınlaştıran bir diğer önemli özellik, İsrail ve Siyonizm sevgileri. Batı basınında vurgulandığı gibi, Johnson, 1984 yılında İsrail'deki bir Kibbutz'da gönüllü olarak çalışmıştı ve bunu yapan ilk İngiltere başbakanı olacaktı. 2015 yılında yaptığı bir İsrail ziyaretinde “dünyada yapılacak en aptalca şeyin İsrail'in boykot edilmesi” olduğunu söyleyerek BDS hareketini hedef almıştı. İngiltere'deki BDS savunucularını “rezil, solcu akademisyenler” olarak tanımlamıştı.
İsrail savaş uçakları 2014 yazında Gazze halkının üstüne bombalar yağdırırken, Johnson katıldığı bir programda kendisinin “İsrail'i çok seven tutkulu bir Siyonist” olduğunu söylüyordu. “Tutkulu Siyonist” aynı programda İsrail'in Gazze'ye yönelik bombardımanlarının “orantısız güç kullanımı” kapsamına girdiğini de belirtmişti Avrupa Birliği'nin resmi tutumuna uygun olarak. Geçtiğimiz hafta katıldığı bir programda, İngiltere İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn ve İşçi Partisinin anti-semitizmi hakkındaki bir soruyu yanıtlarken, Corbyn'in partisinde anti-semitizme göz yumduğunu, bundan dolayı ciddi olarak kabahatli olduğunu ileri süren Johnson, 2014 yazındaki ifadelerine de açıklık getirme gereğini duydu. “Büyük ülke İsrail'i” çok seven “tutkulu bir Siyonist” olduğunu tekrarlayan Johnson, 2014'teki İsrail bombardımanları hakkında, “İsrail'in neden öyle saldırılar düzenlediğini ve İsrail'e yönelik provokasyonları anlayabiliyorum. Masum İsrailli sivillerin üzerine roketler atılması kesinlikle kabul edilemez. İsrail'in tavırlarının nedenlerini anlayabiliyorum” diyordu.
Johnson'ın “ırkçı, cinsiyetçi bir soytarı” olduğu Batı'nın liberal çevrelerinde sık vurgulanan unsurlar. Bunlar kesinlikle doğru ve o artık İngiltere başbakanı. Brexit kararıyla Avrupa Birliği'yle arasına mesafe koyan İngiltere'nin ABD ile ilişkilerini yeniden düzenlemesi gerekiyor. Boris Johnson bu bağlamda son derece kullanışlı bir isim ve İngiltere'nin İran'a yönelik son hamleleri ilişkiyi yeniden düzenleme yönünde önemli işaretler olarak kabul edilebilir.
Financial Times'ın liberal dış ilişkiler yorumcusu Gideon Rachmann'da Johnson'ın seçilmesinden bir gün önceki yazısında Johnson'ın seçilme olasılığının yüksekliğinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmişti. Rachmann yazısında, birkaç hafta önce görüştüğü bir Muhafazakar Parti milletvekiliyle sohbetlerini aktarıyordu. Johnson'ın seçilme ve başbakan olma olasılığının yüksekliğinden rahatsız olan milletvekiline son dönemde neler okuduğunu soran Rachmann, aldığı yanıta şaşırmıştı. Şaşkınlığının nedeni kendisinin okuduğu en son kitapla milletvekilinin okuduğu kitabın aynı kitap olmasıydı.
Kitabın Türkçe çevirisi “Hitler Üzerine Notlar” ismiyle yayınlandı. Rachmann, hem Muhafazakar Parti milletvekilinin hem de kendisinin 1930'ları anlatan kitabı günümüzü anlamak için okuduklarını belirtiyor ve “kuşkusuz” diyordu, “Bay Johnson ya da Donald Trump Hitler ve Mussolini'nin reenkarnasyonu değiller.” Rachmann kitabın esas olarak, siyasi kargaşanın hakim olduğu dönemlerdeki deneyimlere dair olağanüstü önemli kavrayışlar sunduğu için ilginç olduğunu vurguluyordu.
Günümüz İngiltere'sinde “ılımlı siyasetin” kaybolduğunu, Muhafazakar Parti'nin “sağ milliyetçiliğe” salındığını, İşçi Partisi'nin “radikal sol” tarafından teslim alındığını ileri süren Rachmann, ülkede ılımlı siyaset arzulayanların “evsiz” kaldıklarını iddia ediyordu.
Hiç kuşkusuz İngiltere İşçi Partisi “radikal sol” tarafından teslim alınmadı. Sadece Corbyn liderliğinde Sosyal Demokrat köklerine geri dönüş yönünde manevralar yapıyor. Derin krizlerle sarsılan kapitalist dünyada, emekçilerin artık patlama noktasına gelmiş yoksunluklarını ve yoksulluklarını kapitalizmin sınırları çerçevesinde yumuşatma yönünde politikalar üretmeye çalışıyor. Corbyn liderliğindeki İşçi Partisinin bu politikaları dahi İngiliz egemen sınıfı tarafından Neo-Liberal mutabakata bir saldırı olarak kabul ediliyor.
Brexit kararının uygulanması yönündeki zorlamalar, İngiliz egemen sınıfının ABD ile daha güçlü bütünleşme ve ABD politikalarına daha uyumlu bir çizgi geliştirme arayışına itilim kazandırıyor. İngiltere'nin Ortadoğu'da geliştirdiği son hamleler bunun en güçlü göstergeleri. 20. Yüzyıl başında bulunmasından itibaren adeta bir İngiltere “varlığı” olarak işletilen İran petrolünü bir İran “varlığına” çevirmeye yönelik ilk hamle İran Başbakanı Musaddık'tan gelmişti. Musaddık'ın bu hamlesi o dönem ABD-İngiltere yapımı bir askeri darbe ile boşa çıkarıldı.
O güne dek İran petrolü üzerinde mutlak bir tekele sahip olan İngiltere ABD yardımıyla Musaddık'ın hamlesini boşa çıkardı ama kendisi de İran petrolü üzerindeki tekelini kaybetti. Zaman içinde Ortadoğu'daki üst emperyalist güç konumunu kaybetti ve ABD'nin yardımcısı konumuna geriledi. ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak işgallerinde de ABD'nin yardımcısı rolündeydi. İran'a yönelik emperyalist baskının son derece arttığı şu günlerde İngiltere geleneksel yerine yeniden yerleşiyor ve uğursuz rolünü bir kez daha oynuyor. Finans-kapitalin sözcülerinden Rachmann'ın “siyasi kargaşa” olarak adlandırdığı emperyalist-kapitalizmin içinde debelenip durduğu kriz dinamiklerinin yarattığı istisnai koşullardır. Bu koşullar devrim dinamiklerini beslemekte, devrimcileri “tarihe yeniden girmeleri” için çağırmaktadır.
Cenk Ağcabay
Umut Gazetesi