58850-images.jpeg

Batı'nın Değışmeyen Taktiği: Siyonizm Karşıtlığını Antisemitizmle Mahküm Etmek

Batı kendi genetiğinin esasını oluşturan ırkçı kimliğini perdelemek suretiyle yine genetiği gereği ırkçı olana karşı yapıları hem de esaslı ırkçılık olan Siyonizme karşı tavır belirledikleri için, bu kez antisemitizmle suçlayarak tam bir ikiyüzlülük örneği ortaya koyuyor.

29 Mayıs 2019 Çarşamba

İNTİZAR - Batı kendi günahlarını başkalarının boynuna salarak sureti haktan gözükmeyi adet edinmiştir. Erdemler üzerine inşa edilmiş bir medeniyetin sahibi imiş gibi davranarak ayağa kalkmaya garet eden kim varsa mesafe almasının önüne türlü engeller inşa eder ve temsil ettiği iddiasında bulunduğu bu değerlere çağrı ile de perdelemeyi ihmal etmez. Bu taktiği kendisi için sorun olarak gördüğü bütün cenahlar için uygular.

Cenk Ağcabay imzası ile sendika.org'de yer alan yazı Batı'nın bu ikiyüzlülüğüne dair kayda değer tespitler içeriyor...

 

“Aşırı sol”, Yahudileri ne zaman tehdit etti anımsayan var mı?

Geçmişte felaketler yaratan anti-semitizm Avrupa'da yeniden yükselişteymiş ve Yahudiler sağ ve sol aşırılıkçılardan gelen tehditlerle yüz yüzeymiş. New York Times gazetesi editoryası yeni başyazısında, durumun ciddiyeti nedeniyle bu konudaki uyarı görevini yerine getirmek için söz aldı. (The Old Scourge of Anti-Semitism Rises Anew in Europe, May 26)

 

Editorya bir tehlike nedeniyle uyarıda bulunmak isterken esas yaptığı konuyla ilgili daha fazla kafa karıştırmak, tarihsel ve güncel gerçekliği kelimenin tam anlamıyla ters yüz etmek oluyor. Geçmişte Avrupalı Yahudilere felaketler getiren anti-semitizmin “aşırılıkçı sol” ile ne alakası vardır? Avrupalı Yahudilere gerçekten felaket getiren anti-semitik faşist hareketlerdir; gerçekten felaket getirmiş ve Avrupa'da milyonlarca Yahudi'yi katletmiştir, evet ama aynı zamanda Avrupa solunun da en azılı düşmanı bu faşist hareketler değil miydi? Avrupa Yahudilerini ve Avrupa solcularını kitlesel katliamlara uğratan bu anti-semitik faşist hareketlere karşı en kararlı askeri ve politik direnişi Sovyet Kızıl Ordusu, Sovyet emekçileri ve Avrupalı komünistler vermedi mi?

 

Sorduğumuz soruların yanıtları tarihsel gerçekler açısından son derece açıktır ama emperyalist merkezlerde bu açık gerçekleri bulanıklaştırmak için sürdürülen kesintisiz propaganda faaliyetleri son yıllarda yeni bir düzey ve ivme kazandı. Yoğunlaşan bu faaliyetlerin niteliğini ve bu faaliyetler kapsamında geçtiğimiz günlerde Alman Parlamentosu'nda yasalaşan anti-semitizmle mücadele amacıyla yapıldığı iddia edilen bir yasanın gerçekte ne tür hedeflere sahip olduğunu İsrailli Yahudi Ilana Hammermann Haaretz'e yazdığı bir yazıyla gözler önüne serdi. Hammermann İsrail'e Boykot Kampanyası (Boycott, Divestment, and Sanctions – BDS / Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar) olarak gelişen uluslararası hareketin İsrail'deki aktif yürütücülerinden.

 

Hammermann yazısında, “Annemin ailesini ve milyonlarca insanımızı katletmeniz gerçeği size kimin anti-semitik olduğunu belirleme hakkını vermez Almanya. 17 Mayıs 2019'da Bundestag'dan çoğunluk oyuyla geçen yasayla siz esas bunu iddia ediyorsunuz” diyordu. (Bundestag Members, Am I anti-Semitic?, 24 May, Haaretz)

 

Hammermann yasa metninin “yanlış, kafa karıştırıcı ve dolambaçlı” olduğunu ve örtülü olarak BDS hareketini engellemeyi amaçladığını, yasanın İsrail devlet politikalarını eleştirmeyi anti-semitizmle özdeş kıldığını ortaya koyuyor; kendisinin hem boykot hareketinin yürütücüsü olduğunu hem de İsrail devletinin ırkçı ve işgalci politikalarını eleştirdiğini anımsatıyor ve soruyordu: “Bundestag üyeleri, ben anti-semitik miyim?”

 

Hammermann, Bundestag'dan geçen “iğrenç yasa”nın İsrail parlamentosunda ve kabinesinde yer alan faşist ideolojiyi -İsrail'in kontrolü altında Akdeniz'den Ürdün Nehri'ne uzanan topraklarda diğer halkları özellikle de Filistinlileri zulme uğratan bir Yahudi ulusal diktatörlüğünü- savunan kadın ve erkeklerden hiç söz etmediğini belirtiyor ve son yıllarda İsrail'de uygulanan yasaların Almanya'da 2. Dünya Savaşı öncesi yıllarda -Nazi iktidarı döneminde- uygulanan yasalarla benzerliğine dikkat çekiyor. Söz konusu yeni yasada buna da hiç değinilmemesinin altını çiziyordu.

 

“Yeni yasanızda, ‘anti-semitizm İsrail'in kendi güvenliğini savunmasını reddeder' yazmışsınız” diyen Hammermann, ama “İsrail'in 40 yıldır havadan, karadan, denizden bomba yağdırarak sürdürdüğü yüzbinlerce insanın yaşamını mahveden ve ‘İsrail'in güvenliğini korumayı hedeflemeyen' Lübnan'dan Gazze Şeridi'ne uzanan saldırgan savaşlarına metinde hiç değinmemişsiniz” sözleri ile emperyalizmin İsrail sömürgeciliği ve işgallerine 40 yılı aşkın bir süredir verdiği güçlü desteği İsrailli bir Yahudi olarak son derece net ifadelerle teşhir ediyordu.

 

Hammermann, İsrail'in bu karanlık döneminde Almanya'nın politik, ekonomik ve askeri olarak İsrail'in tarafında yer alma yönündeki arzusunu anti-semitizmle mücadele örtüsünü kullanarak bu yasayla yaşama geçirmeye çalıştığını saptıyor, “Beni anti-semitik olarak tanımlayamazsınız çünkü ben işgal altındaki topraklarda üretilen İsrail ürünlerinin boykot edilmesinin, İsrail devletinin ekonomik ve kültürel olarak boykot edilmesinin işgalin sonlandırılmasının ve İsrail devletinin işgal altında tuttuğu topraklardan çekilmesinin yegâne barışçıl yolu olduğuna inanıyorum” diyor ve ekliyor: “Bu tür bir politik boykotun Nisan 1933'te sizin ülkenizde Nazilerin Yahudi işletmelerine uyguladığı kanlı ve ırkçı boykotla kesinlikle uzaktan yakından alakası yoktur.”

 

Hammermann İsrailli bir Yahudi ve ülkesinin “gerçekten güvenliğe kavuşmasının” yolunun işgalin sona ermesinden, İsrail'in işgal altında tuttuğu topraklardan çekilmesinden ve kendi sözleriyle “bir Apartheid devleti” olan İsrail'in yapısal bir değişim yaşamasından geçtiğini savunuyor. Savunduğu bu anlayış doğrultusunda İsrail devletine yönelik boykot kampanyalarının örgütlenmesi faaliyetleri içinde yer alıyor. Mayıs ayında Almanya'da anti-semitizmle mücadele örtüsü altında geçen yasa ise türünün tek örneği değil son birkaç yılda Amerika'da, Fransa'da aynı hedef doğrultusunda aynı gerekçelerle geçen yasaların Alman versiyonu.

 

Hammermann'ın Almanya hakkındaki ifadeleri sözü edilen diğer ülkelere de genelleştirilebilir ve New York Times editoryasının işaret ettiğimiz başyazısı da aynı kapsam içindedir. İşgalci İsrail devletini yeni, daha güçlü zırhlarla kaplayarak ona daha iyi bir koruma alanı oluşturmayı hedefleyen bu faaliyetlerin belirgin yönelimlerinden birisi de solun manipülasyonlarla itibar kaybına uğratılmaya çalışılmasıdır.

 

Son yıllarda ana akım Batı basınının ve devlet yetkililerinin dilinden düşmeyen kavram: popülizmdir. Sürekli olarak popülizmin “sağ ve sol” çeşitleri olduğu belirtilmekte ve birbiriyle taban tabana karşıt politik hareketler bu kavram aracılığıyla kolayca aynı torbanın içine tıkıştırılmaktadır. Bütün hayatı boyunca ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadele etmiş İngiliz İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn son iki yılda tüm baskılara rağmen İsrail devlet politikalarını eleştirmekten ve Filistin halkıyla dayanışmaktan vazgeçmediği için İsrail Lobisinin faaliyetleriyle Batı kamuoyunda “anti-semitik” ilan edilmiş ve kitleler gözünde itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır.

 

Corbyn'e karşı düzenlenebilecek en alçakça saldırı sözü edilen popülizm teorisi ardına saklanılarak gerçekleştirilmiş, popülizm teorisi aracılığıyla kelimenin gerçek anlamında ırkçı-neo-faşist liderlerle Corbyn aynı kapsam içine yerleştirilerek sunulmuştur. Tüm bunları söz ettiğimiz yasaları parlamentolardan geçiren Batı'nın İsrail dostu gerici politik güçleri ve onların basındaki, akademideki uzantıları gerçekleştirmiştir.

 

Alman Sol Parti Milletvekili Andrej Hunko iki ay önce Alman Parlamentosuna bir soru önergesi verdi. Soru önergesinin konusu, Ukrayna'nın Lviv kentinde bir caddenin yeniden yapılandırılması ve caddeye Nazi işbirlikçisi katliamcı faşist Stepan Bandera'nın isminin verilmesi ve bu projenin Alman hükümeti tarafından finanse edilmesiydi. Proje Alman hükümeti tarafından “Caddeler Herkes İçin” adlı bir proje kapsamında finanse edilmişti. Alman hükümet sözcüsü konuyla ilgili açıklamasında, hükümetin projeyi finanse ettiğini kabul etti ama hükümetin caddeye kimin isminin konulacağını bilmediğini ileri sürdü.

 

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında sadece caddeye ismi verilen Lviv şehrinde 4000 Yahudi'nin katledilmesi emrini veren bu Nazi işbirlikçisi faşisti yücelten kampanyayı finanse eden Alman hükümetinin bir an için gerçekten de buraya kimin isminin verileceğini bilmediğini kabul edelim; peki ama aynı Alman hükümeti senelerdir politik, mali kampanyalarla güçlü destek sunduğu Ukrayna yönetiminin Stepan Bandera'yı resmi olarak “ulusal kahraman” ilan ettiğini, okullarda kullanılan ders kitaplarında Stepan Bandera'yı “ulusal kahraman” olarak yücelten yenilikler yaptırdığını, Bandera'nın ölüm yıldönümünü bir “ulusal kahramanın” ölüm yıldönümü olarak ülke çapında büyük kitlesel anmalarla ırkçı gövde gösterilerine dönüştürdüğünü bilmez olabilir mi? Alman hükümeti tüm bunları çok iyi bildiği halde hiç rahatsızlık duymadan Ukrayna yönetimine desteğini sürdürdü ve halen de sürdürüyor. Ukrayna yönetiminin Batı'nın güçlü desteğiyle yürüttüğü kampanyalarla ülkedeki Yahudileri kitlesel olarak katleden faşist çete lideri “ulusal kahraman” sınıfına terfi ederken, ülkeyi Nazi Ordusunun ve yerel faşist işbirlikçilerinin zulmünden kurtaran Kızıl Ordu ve yerel komünistler de Batı'nın da hararetle desteklediği yeni tarih anlatısına göre “işgalci güçler” sınıfına yerleştirildi.

 

Hammermann'ın eleştirdiği yasayı çıkaranların anti-semitizm ile mücadelelerinin niteliğini ve gerçekte neyi hedeflediklerini aydınlatan en iyi yakın örnek Ukrayna'dır ve solun itibarsızlaştırılması hedefiyle gerçekleştirilen manipülasyonların en nadide parçalarını New York Times'ın başyazısında buluyoruz. Başyazı Batı'da ve Almanya'da anti-semitizmin son yıllarda yaşadığı yükselişi bazı çalışmaların sunduğu verilerle ortaya koymaya çalışıyor. Editorya yazısının girişinde Almanya'da Yahudilerin “sağ ve sol aşırılıkçılardan gelen tehditlerle yüz yüze olduğunu” yazmıştı; yazısında aktardığı veriler Almanya polis kayıtlarına dayanıyor ve bunlar Yahudilere yönelik saldırılarda son bir yılda yüzde yirmi artış yaşandığını, bu saldırıların yüzde seksen dokuzunu neo-faşist grupların gerçekleştirdiğini ortaya koyuyor. Sol ya da solla bağlantılı gruplara dair herhangi bir saldırganlıktan yazıda ve yazıda verilerine başvurulan çalışmalarda bir daha hiç söz edilmiyor.

 

Solla ilgili herhangi bir veri bulunamamış ve saldırıların yüzde seksen dokuzu neo-faşistler tarafından gerçekleştirilmiş ise yazının girişinde yapıldığı gibi, Yahudilere yönelik artan “sağ ve sol aşırılıkçıların” tehdidinden nasıl söz edilebilir? Nasıl bir yöntemle söz edilebildiğini görmemiz için başyazıyı okumaya devam etmemiz gerekiyor. Almanya'nın nüfusu 82 milyon. Almanya'da yaşayan sadece 200 bin Yahudi kalmış ve Almanya'da yaşayan Yahudilerin anti-semitizmin yeniden yükselişinden duydukları tedirginlik yazıda konu ediliyor.

 

Editoryanın aktardığına göre, ülkede anti-semitizmin yükselişinden tedirgin olan Almanya Yahudi Topluluğunun önde gelen liderleri sözü edilen polis kayıtlarını tartışmalı buluyor, kendilerine yönelik tehditlerin daha çeşitli olduğunu düşünüyormuş. Bu konuda yapılmış bir Avrupa Birliği araştırması Almanya'da yaşayan Yahudilerin yarısından biraz fazlasını kapsamış ve bu araştırmaya yanıt verenlerin yüzde kırk biri son beş yılda maruz kalınan anti-semitik olayların faillerinin “aşırılıkçı Müslümanlar” olduğunu düşündüğünü belirtmiş.

 

Almanya Yahudi toplumu sözü edilen bu anti-semitik olayları “ithal anti-semitizm” olarak isimlendiriyor ve bunun Almanya'ya Ortadoğu'nun Müslüman ülkelerinden son yıllarda gelen göçmenlerle birlikte taşındığını düşünüyormuş. Ne dersiniz sizce de milyonlarca Yahudi'yi son derece planlı ve programlı kampanyalarla katletmiş Nazi iktidarının ülkesi Ortadoğu'dan anti-semitizm “ithalatına” gerçekten ihtiyaç duyar mı?

 

Almanya Yahudileri Merkez Konseyi adlı Almanya'nın en büyük Yahudi örgütünün başkanı gazeteye yaptığı açıklamalarda “ithalat”ın nedenlerini kendi bakış açısından anlatıyor: Ona göre, “Göçmenlerin birçoğu İslam Devleti'nin teröründen kaçarak barış ve özgürlük içinde yaşamak için buraya geldi ama Yahudi nefreti ve hoşgörüsüzlük onların geldikleri kültürün ayrılmaz bir parçasıdır.”

 

İddiaya göre Almanya Yahudilerini, aralarında Almanya Yahudileri de bulunan milyonlarca Yahudi'yi katledenlerin ideolojisini ve katliamlarını bugün savunanlar, Yahudilere yönelen güncel saldırıların yüzde seksen dokuzunu gerçekleştirenler, konumları gereği Almanya'da orduya, polise adliyeye kolayca sızıp önemli pozisyonlara yerleşebilen Nazi takipçisi neo-faşistler değil; 2014 sonrası IŞİD saldırıları nedeniyle Irak ve Suriye'den kaçıp gelen Müslüman göçmenler endişelendiriyormuş. Nedeni de basitmiş: “hoşgörüsüzlük ve Yahudi nefreti onların kültürlerinin ayrılmaz bir parçasıymış”.

 

Almanya Yahudileri arasında bu konuda canlı bir tartışma varmış ve birçokları da, Amerika'daki sinagog katliamlarını ve Almanya'daki saldırıları öne çıkararak Batı'da hem Yahudilerin hem Müslümanların aşırı sağcı (Beyaz üstünlükçü-ırkçı) bir tehdit altında bulunduğunu ileri sürüyormuş. Bunu da destekleyen pek çok çalışma varmış ve ABD ve Avrupa'da gerçekleştirilen pek çok araştırma Batı'da İslam karşıtı yaklaşımın Yahudi karşıtlığından çok daha yaygın olduğunu açıkça ortaya koymuş.

 

Şimdi geliyoruz tüm bunların solla alakasına. Öncelikle yine yazıda başvurulan bazı araştırmalara göre, Almanya'ya gelen göçmen Müslümanlar arasında anti-semitik yaklaşım oranı Almanya genelinin oranından oldukça fazlaymış. Bu durumla neden ve nasıl ilişki kuruluyorsa artık, “tutucu Yahudiler” solun bu problemi isimlendirmek de “kararsız” ve “isteksiz” kaldığını düşünüyormuş. “Tutucu Yahudiler” bu durumu da “solun zaten marjinalize edilmiş bir grubu daha da marjinalize etmeme” isteğine ya da “solcu anti-Siyonizm”e bağlıyormuş.

 

Bütün bu söylenenlerden ortaya çıkan, sol “solcu-anti-Siyonizm”i ya da “Müslümanları marjinalize etmeme” hassasiyeti nedeniyle Müslüman karşıtlığı yapmıyor ve anlaşıldığına göre bu durum “tutucu Yahudileri” rahatsız ediyor. Ama bununla da sınırlı olmadığını görüyoruz; başka bir iddiaya göre, neo-faşist AFD (Almanya İçin Alternatif) bu farklılıkları sömürüyormuş ve kendini İslam tehdidi karşıtı ve İslam tehdidine karşı Almanya Yahudilerinin koruyucusu olarak satıyormuş. Ne denilmek isteniyor anlayabilmek mümkün değil; Alman neo-faşistleri kendilerini İslam düşmanı ve Yahudi koruyucusu olarak satıyorsa ve buna rağmen de Yahudilere yönelik saldırıların yüzde seksen dokuzunu gerçekleştiriyorsa, soldan buna nasıl bir yanıt vermesi bekleniyor? Herhalde beklenen Solun kendini “İslam karşıtı ilan edip”, kendini “Yahudi koruyucusu” olarak satmasıdır.

 

Ama sadece bu kadar da değil; editorya tarafından bu kez Yahudi karşıtlığının politik silah olarak kullanılmasının hem sağda hem de solda artış gösterdiği iddia ediliyor. Editorya, hem aşırı sağcıların hem de aşırı solcuların Yahudileri koruma söylemi altında anti-semitik sözleri sıkı sık dile getirdiklerini vurguluyor. Buna da Amerika'dan Trump ve Macaristan'dan Orban örnekleri veriliyor. Görüldüğü gibi, sürekli olarak neo-faşistlerle solu yan yana ve aynı çizgiye getirmeye yönelik yoğun bir çaba ile bir dizi birbiriyle hiç alakası olmayan iddia el ele gidiyor ama mesela soldan kimin “Yahudileri koruma söylemi altında anti-semitizm” yapıyor yine tek bir örnek verilmiyor. Bütün bu laf kalabalığı sona erdirilmeye hazırlanılırken editorya bir kez daha “sağdan, soldan ve radikal İslamcılardan gelen bu anti-semitizm geriliminin” Avrupa Yahudileri arasında çok derin bir huzursuzluğa yol açtığını belirtiliyor.

 

Tüm yazı boyunca, değişik raporlardan yapılan alıntılarda ABD'de ve Avrupa'da “beyaz üstünlükçü-ırkçı” neo-faşistlerin Yahudilere yönelik onlarca saldırısı gündeme geliyor ancak Yahudilere yönelik tek bir sol ya da sol bağlantılı grubun saldırısından söz edilmiyor, edilemez de çünkü böyle bir saldırı yok ama son alıntıladığımız cümlede ve diğerlerinde açıkça görüldüğü gibi, bir manipülasyon manevrası olarak sürekli aşırılıkçı “sağ ve sol” aynı kapsam içine alınarak ortak zikrediliyor.

 

ABD, Fransa ve Almanya'daki bu yeni yasalar ve bir örneğini bu editorya yazısıyla ele aldığımız propaganda kampanyalarının asıl hedefinin solda zayıflamış olsa da henüz tükenmemiş “solcu anti-Siyonizm”i terk etmeye zorlamak ve solun Filistin'le dayanışma geleneğini erozyona uğratmak olduğu son derece açıktır. Filistin halkının Siyonist İsrail devleti tarafından tam olarak köleleştirilmesi yolunda çok önemli hamlelerin art arda gündeme geldiği bir konjonktürün içine yerleşen bu yasalar ve propaganda kampanyası bizatihi emperyalizmin Ortadoğu planlamasına içkindir. Bu meselenin bir yönüne ilişkindir.

 

Solun itibarsızlaştırılması, sürekli mücadele ettiği neo-faşist hareketlerle köklü karşıtlığı yok sayılarak ısrarla aynı kapsam içine alınması, emperyalist-kapitalizmin merkezlerinde emekçilerin duyduğu hoşnutsuzluğun Fransa Sarı Yelekliler örneğinde olduğu gibi eyleme dönüşmesi olasılığı karşısında duyulan egemen sınıf tedirginliğiyle bağlantılıdır. Solun bu kitlesel patlamalarla buluşması ve buralardan yeni toplumsal-sınıfsal mücadele dinamiklerinin doğması egemen sınıfların korkulu rüyasıdır. Son Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları Avrupa'da toplumsal ve politik süreçlerin fırtınalı günlere doğru akmakta olduğunun en çarpıcı fotoğraflarını sunmuştur. Solun ve sağın aynı kapsam içine yerleştirilmesinin kazananı, solun bu yolla itibarsızlaşmasından en fazla yarar sağlayacak egemen sınıflardır.

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar