2298595_810x458.jpg

İdlib’te fırtına kopuyor, hala Suriye’de ne işimiz var?

AKP'nin Suriye politikası, başından itibaren sadece bataklık vaat eden bir politikaydı. Bu bataklıktan çıkmak hala mümkün!.. Aksi takdirde sadece hırsın ve inadın yönettiği bir politikadaki bu ısrar devam ederse, dokuz yıldır “Suriye'de hırsın ektiği rüzgâr, ülkeye fırtına olarak dönecek” dediğimiz şey gerçekleşiyor şimdi; artık fırtına kopuyor! Suriye'de hala ne işimiz var?

29 Şubat 2020 Cumartesi
İdlib bataklığından kara haber geldi. Suriye ordusu ile Heyet-i Tahrir'uş Şam (HTŞ; Nusra Cephesi diye de okuyabilirsiniz) ve müttefikleri arasında çatışmalar devam ederken, İdlib'in güney kırsalındaki Bilyun köyü yakınlarında bir TSK taburu vuruldu.
 
Rusya'nın açıklamasında, “Suriye İdlib'teki gerilimi azaltma bölgesinde bulunan HTŞ üyesi teröristler, Suriye ordusu mevzilerine yönelik büyük çaplı bir operasyon başlattı ve Suriye ordusu bu saldırıya yanıt verdi. Türk makamları tarafından verilen bilgiye göre, Türk askerlerinin söz konusu bölgede olmamaları gerekiyordu” denildi. Rusya'nın bu açıklamasına dayanarak şu soru geldi akla: Türk makamları askerlerin orada değil de başka yerde olacaklarını mı bildirmiştiler? Yani askeri tabura, “Bile isteye bir tuzak kurma” mı söz konusu? Tabii bu açıklamadan sonra Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'dan da yanıt niteliğinde bir açıklama geldi. Akar, birliklerin yerlerinin saldırı öncesi Rusya ile koordine edildiğini söyledi. Bu durumda ortada birbiriyle çelişen iki açıklama var.  Hangisinin doğru olduğu ileride açığa çıkar belki. Ama biz şimdi İdlib'te yaşanan bu felaketin biraz öncesine gidelim.
 
“Geliyorum” diyen felaket
Türkiye ile Rusya arasında İdlib ve ateşkes pazarlıkları heyetler düzeyinde devam ederken, birkaç gündür zirve konusu gündemdeydi. Normalde Mart başında Türkiye-Rusya-İran üçlü zirvesinin gerçekleşmesi beklenirken, Erdoğan'ın gündeme getirdiği dörtlü zirve (Türkiye-Rusya-Almanya-Fransa) önerisine Rusya'dan ret cevabı gelmişti. Putin, Astana bileşenleri dışındaki bütün zirve çağrılarını yanıtsız bıraktı. İran'ı dışarıda bırakmanın formülü olarak kurgulanan ne ikili (Türkiye-Rusya) ne de dörtlü zirveye olumlu yaklaştı. Bu gelişme, Rusya'nın İdlib'teki pozisyonunda kararlı olduğunun mesajıydı aslında. Sonra diğer mesajlar peş peşe geldi. Saldırının olduğu gün Moskova, İdlib'teki Türk askerinin Rus ve Suriye savaş uçaklarına karşı omuzdan roket fırlatabilen silahlar kullandığını ve uçakları düşürmeye çalıştığını açıkladı. Rus medyası da iki Türk askerinin Rus uçağını hedef alan bir atışı gerçekleştirdikleri görüntüleri servis etti. Sonra Anadolu Ajansı'nın IŞİD kolluğu takan militanların önce yayımlayıp sonra sildiği görüntülerini Rus medyası yaygın olarak kullandı. Ve hemen akabinde Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova şu açıklamayı yaptı: “İdlib, Heyet-i Tahrir'uş Şam'ın kalesi haline geldi. Bunun temel nedenlerinden biri olarak 17 Eylül 2018 tarihli Rus-Türk mutabakatının uygulanmamasını görüyoruz.”
 
Bütün bunlar ciddi uyarılardı. “Nusra Cephesi militanlarına kalkan olmayın, onlarla birlikte savaşmayın”a varan uyarılar dizisi… Ve aynı günün akşam saatlerinde saldırının ve korkunç sonuçlarının haberleri gelmeye başladı.
 
İdlib bataklığının dehşet sonuçları
Saha kaynaklarından edinilen bilgilerin içeride tam olarak yansıtılmadığını peşinen söyleyelim. Diyebiliriz ki vicdanı, duygusu olan her insanın gösterebileceği hassasiyet sergilendi. Lakin saha kaynaklarından öğrenilen kaybın, yetkililerin açıkladıkları resmi rakamların üstünde olduğunu söylemek zorundayız. Bu farkta TSK üniforması giydirilen cihatçılar ile askerlerin birlikte sayılmasından kaynaklanan yanlış bilgi aktarımları da söz konusu olabilir. Ancak değişmeyen gerçek, resmî beyanların şüpheleri gidermediği, iktidarın gerçekleri gizleme gayretinde olduğudur.
 
Suriye savaşının başından itibaren dünya medyası, muhalifleri destekleyen Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'nin (SOHR) açıklamalarını hep esas aldığı için, yine bu örgütün vereceği sayının ölçüt alınacağını tahmin ediyorduk. Ne rakamı verilirse, bunun bir eksiği açıklanacaktı. Nitekim tahminlerimiz doğru çıktı. SOHR, başta “çok sayıda ölü ve yaralı var” derken, gecenin ilerleyen saatlerinde ölü sayısını 34 olarak verdi. Sabaha doğru Türkiye'nin resmî açıklaması da “33 şehit” oldu!.. İşin en fazla can yakan tarafı da şudur: AKP'nin savaş ve müdahaleci politikalarından çok sayıda ülke zaten rahatsız ve bundan dolayı bu ülkelerde, İdlib'teki felaket, sanki bir ana evladının değil de AKP'nin başına gelmiş gibi olumlanmıştır. İkincisi, bu felaketin AKP tarafından bir fırsata dönüştürülme çabasıdır.
 
Bütün dünya bu ağır bilançoyu konuşurken, içeride AKP'nin ve havuz medyasının acizliği (ve pervasızlığı), “rejime şu kadar kayıp verdirdik” biçiminde dikte ettirilen bir “övünme” ile açığa çıktı. Sonra “düşükten yükseğe doğru” bilanço açıklaması Hatay Valisi'ne yaptırıldı. Bu sırada AKP kurmayları ne mi yapıyordu? Cenaze sayıları üzerinden, savaş açmak için süreci savaş fırsatına çevirme taktikleri geliştiriliyordu. Ve çıkan sonuç: Batı'ya karşı tekrar mülteci kozu devreye sokuldu. Şantaja dönüştürülen “kapıları açma ve Avrupa'ya mülteci akışına izin verme” konusunda bu kez somut bir karar açıklandı: Havadan ve karadan gitmek isteyen mültecilere izin verilecekti. İkincisi, ABD'den somut destek beklendi ve NATO acil toplantıya çağrıldı. Burada amaç belliydi zaten. Her daim istenen şey, AKP'nin Suriye savaşına Batı'nın ve ABD'nin aktif destek vermesi ve dahi NATO'nun fiili olarak sahaya çekilmesidir. Zaten İdlib savaşının tırmandırılması, ABD'nin verdiği gaz sebebiyle değil miydi? Bir günde 5 asker cenazesinin geldiği gün Ankara'ya koşup gelen ve Türkçeyle “5 şehidimiz var” diyen Jeffrey'e güvenilmedi mi? Maalesef öyle. Dolayısıyla “bizim şehitlerimiz aynı zamanda Amerika'nın da şehitleridir” diyerek daha fazla askeri destek beklendi. Şimdi de acil toplanan Milli Güvenlik Kurulu'nda, onlarca asker cenazesinin “sadece ABD'yi değil, AB'yi ve hatta NATO'yu artık harekete geçirebilir” umutları masaya yatırıldı.
 
Son olarak NATO, 4. Madde dayanak gösterilerek acil toplantıya çağrıldı. Bu madde, müttefik ülkelerden herhangi birinin ‘tehdit' hissetmesi halinde, NATO müttefiklerini ‘danışma için' toplantıya çağırmasını öngörüyor. Esas olarak bu maddeden somut bir adım beklenemez ama NATO'nun “Bir müttefike yapılmış saldırı, tüm NATO ülkelerine yapılmış saldırıdır” diyen 5. Madde'sini işletebilmek için bir ön adım olarak görülüyor. Zira doğrudan 5. Madde sebebiyle toplantı çağrısı yapılamadı. Çünkü Suriye'nin NATO üyesi Türkiye topraklarına yönelik bir saldırısı söz konusu değil. Çatışma, Suriye topraklarının ortasındadır ve oraya sevkiyatlar gerçekleştirerek çatışmalara dahil olan da Türkiye'dir. Bu konuda analistlerin genel yorumu şu yöndedir: Türkiye NATO'dan beklediğini elde edemez. Çünkü 5. Madde gerekçesini karşılayan bir durum yok. İkincisi, Türkiye'nin beklentisinin aksine, NATO üyelerinin hiçbirinin Rusya ile bir cephe savaşına girmeye niyeti yok! İdlib meselesi Birleşmiş Milletlere taşınsa bile, veto etmek için kapı arkasında bekleyen Çin ve Rusya var. Ve üstelik sebepleri de var. Suriye cihadına akın eden ve şu anda İdlib'te biriken El Kaidecilerin önemli bir oranını Çeçenler, Uygurlar, Kafkaslar vd oluşturuyor. Türkistan İslam Partisi bünyesinde cihat savaşı veren ve üstelik oldukça savaş deneyimi kazanmış olan bu radikal İslamcılar, Rusya ve Çin için bir ulusal güvenlik tehdidi olarak görülüyorlar ve bunların Suriye topraklarından çıkmalarına izin vermemekte kararlılar. O yüzden Türkiye'nin BM'den bir müdahale kararı çıkartması, yani yeni bir Libya sürecinin işletilmesi zor, hatta imkânsız gibi duruyor.
 
Peki herkesin aklına gelen bu realite, AKP'nin derin stratejistlerinin “öngörü” kapsamına girmiyor mu? Türkiye'nin hiçbir rasyonel temele dayanmayan bu Suriye politikasındaki ısrarı herkes merak ediyor. Filistinli yazar Abdülbari Atvan da Arapların, Amerikalıların, Avrupalıların, yani bütün dünyanın “Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu inatçılığını ve oynadığı kumarı” merak ettiğini yazdı.   Atvan'a göre; “Bütün dünya, Erdoğan'ın Ruslarla ittifakını feda etmeye, ordusunu Suriye derinliğinde kanlı ve yıpratıcı bir savaşa sokmaya ve neredeyse herkes onu terk ettikten sonra yanında hiçbir müttefiki olmadan bu savaşı inatla sürdürmeye iten nedenleri merak ediyor.”
 
Erdoğan'ın İdlib ısrarının sebepleri
Atvan bu sebepleri dört maddede sıralıyor ve özetle diyor ki: Birinci sebep, dokuz yıldır devirmeyi düşlediği Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad karşısında “yenilgiye uğramış bir lider” konumuna düşmeme inatçılığıdır.
 
İkincisi, Erdoğan'ın şu anda önceliği Suriye'de rejim değişikliği değil, çünkü bu hedef imkânsız hale geldi. Ama terörist ya da “ılımlı” olsun, İdlib'te tüm militan grupları barındıran “İslami bir emirlik” kurarak bölgedeki nüfusu yerinde tutmak, Suriye ordusunun kontrol ettiği toprakları da geri alarak, Türkiye sınırlarına akın eden mültecileri buralara geri göndermek…
 
Üçüncüsü, AKP'nin İdlib'te, Türkmen savaşçıları barındıran Sultan Murad, Fatih Sultan Mehmed, Sultan Abdülhamid, Yıldırım Beyazıd gibi tugaylarla kurduğu müttefiklik ilişkisinin kendi sınırlılığı içinde kalmadığı açıktır. Buradaki militan grupların hepsinin radikal İslamcılarla iç içeleşmesi ve bütünleşmesi sebebiyle İdlib'teki bütün militan gruplar AKP'nin ilişki ağı kapsamına girdiler. Hepsi, Suriye ordusu tarafından tasfiye edilmeme konusunda Türkiye'den güvence almış durumdalar. Bundan dolayı bu savaşı sürdürmedeki ısrarın altında yatan bir sebep de AKP'ye karşı eleştirilerini sertleştiren bu hiziplerin hepsinin bir yenilgi durumunda Türkiye topraklarına girmek istemeleridir.
 
Ve dördüncü sebep olarak iç siyasette AKP'nin Suriye politikasına yönelik eleştirilerin artması, hatta kendi tabanının da mültecilik meselesinden dolayı rahatsızlığını ifade etmeye başlamasıdır. Özellikle iç muhalefetten doğru “bu savaş konseptinin terk edilerek, Suriye hükümetiyle diplomasi kanallarının açılması” yönündeki çıkışlar, Erdoğan'a sadece yenilgiyi çağrıştırmaktadır. Savaştaki ısrar, “yenilgiyi kabul etmiş” olmamak içindir.
 
Bir hırsın yönettiği İdlib politikası
Ve hepimiz merak ediyoruz; Türkiye'nin zerre kadar yararına olmayan, aksine ülkeye sadece bir felaket paketi olarak döneceği kesin olan bu savaştaki ısrar neden? Sadece himaye altına alınan El Kaideci militanlara kalkan olmak için mi, yeni bir mülteci dalgasından kaçınmak için mi, önü-arkası düşünülmeden müttefiklik ilişkisine girilen El Kaidecilerin namlularını ülkemize çevirmeleri ihtimali mi? Maalesef ki, bu sebeplerin hepsi!.. Ve İhvan sevdasını da buna eklemek gerekir ki Suriye bataklığından çıkış stratejileri geliştirmek yerine, hala İhvan kardeşliği üzerinden fetihçi hayallerde ısrar var, hala “Ortadoğu'da bizden habersiz yaprak kımıldamaz” hezeyanına dayanan Yeni Osmanlıcılık hırsı var…
 
AKP'nin Suriye politikası, başından itibaren sadece bataklık vaat eden bir politikaydı. Ne yazık ki an itibariye bataklığın daha da derinliklerine doğru yol alıyor. Ve durdurulmadığı sürece giderek daha can yakıcı olmaya devam edecek. Lakin bu bataklıktan hala çıkmak mümkün!.. Eğer Suriye devletinin kendi topraklarında yürüttüğü teröre karşı savaşına saygı duyulur, Suriye'nin derinliklerine sevkiyatlar yapmak yerine aynı İslamcı terör tehdidine karşı sınır güvenliği üst düzeye çıkarılır ise, çıkış mümkündür. Aksi takdirde sadece hırsın ve inadın yönettiği bir politikadaki bu ısrar devam ederse, dokuz yıldır “Suriye'de hırsın ektiği rüzgâr, ülkeye fırtına olarak dönecek” dediğimiz şey gerçekleşiyor şimdi; artık fırtına kopuyor! Suriye'de ne işimiz var?
 
Hamide Yiğit 
sendika.org
Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar