the-war-in-gaza-will-change-the-muslim-world-1701344193-4785.jpg

Gazze meselesinde İslam ülkeleri neden ortak bir tavır belirleyemiyor?

Gazze'de yaşanan ağır insani tablo karşısında İslam ülkelerinin ortak bir tavır sergileyememelerini sadece zayıflıklarına bağlamak yeterli gözükmüyor. Anlaşılan o ki birbirinden farklı siyasi maksatları ve endişeleri olan bu ülkeler Gazze meselesinde ortaya çıkacak sonuçların kendi akıbetlerini nasıl etkileyeceği sorusuna verilen cevapların farklılıkları sebebiyle ortak tavır belirleyemiyorlar!

2 Ağustos 2024 Cuma

İNTİZAR - İsrail kurulduğu 1948 yılından günümüze yaşanan süreçte -kuruluşundan önce de- İslam coğrafyasını oluşturan özellikle Batı Asya'daki ülkeler için sürekli bir sorun kaynağı olmuştur. İsrail'in bir sorun kaynağı oluşu öncelikle Filistinlileri olumsuz yönde etkilemiş, yakın ve uzak çevredeki ülkeler için de bu etki farklı yaklaşımların şekillenmesini beraberinde getirmiştir. 

İsrail kuruluşundan önce terörü ve kuruluşu sonrasında sürekli olarak devlet eliyle işlenen şiddeti bir yöntem olarak kullanmıştır. Bu, bölgedeki Arap ülkeleri ile İsrail arasında birtakım savaşların yaşanmasına sebep olmuş fakat bu savaşlarda başarısız olan Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki ilişkiler farklı bir yönde seyretmeye başlamıştır. O yıllarda Arap-İsrail problemi olarak dillendirilen mesele yavaş yavaş Arap dünyasının İsrail'i tanımaya başlaması istikametinde yol almış, bu anlamda ilk işaret fişeği Mısır'ın 1978 yılında Camp Davit Anlaşması olmuştur. Bu anlaşmayla İsrail ile Mısır arasındaki savaş sona erdi, İsrail Sina Yarımadası'ndan çekildi ve İsrail gemileri Süveyş Kanalı'ndan geçiş hakkı kazandı. Fakat burada esas önemli olan İsrail'in bir düşman olarak tanınıp savaşılması noktasından, onu tanıma ve onunla normalleşme sürecine geçilmiş olunmasıdır.

Daha sonra Ürdün de 1994 yılında Vadi Arabe Anlaşması ile resmen bu sürece dahil oldu. Böylece İsrail ile normalleşen ikinci Arap ülkesi olarak Ürdün, Mısır'la birlikte İsrail ile normalleşme serüveninde başı çeken iki ülkeden biri oldu. 2020 yılında sırasıyla Bahreyn, BAE, Sudan ve Fas, İsrail ile normalleşme serüvenine katılarak süreci adeta bir ittifak boyutuna taşımış oldular. Bu arada 7 Ekim 2023 tarihinde Aksa Tufanı ile gerçekleşen kırılmaya kadar bölgenin önemli aktörlerinden Suudi Arabistan da bu normalleşme serüveninin bir parçası olmaya çok yaklaşmıştı. Arap coğrafyasında İsrail ile normalleşme istikametinde yol alan bu ülkeler bu siyasi tercihleri sebebiyle bir Arap-İsrail problemi olma noktasından, Filistin meselesi olma noktasına daralan bahse konu sorun karşısında doğal olarak Filistinlilerin lehine açık bir tavır geliştirmekte zorlanıyorlar.

***

Arap dünyasının dışında bir ülke olarak İran İslam Cumhuriyeti Filistin meselesi ile oldukça yakın bir ilgiye sahiptir. O kadar ki İran İslam Cumhuriyetinin dış politikası Filistin meselesine çıpalı bir politikadır dense bu bir abartı olmaz. Fakat aslında İran İsrail'in kuruluş süreci ve sonrasında 1979 İslam Devrimi'ne kadarki süreçte böyle bir dış politikaya sahip değildi. Öyle ki İran, Türkiye'den sonra İsrail'i tanıyan ikinci İslam ülkesiydi. 

İsrail ile ilişkileri iyi olan İslam ülkelerinden biri olan İran'ın 1979 yılında gerçekleşen İslam İnkılabı ile birlikte bu noktadaki politik tavrı temelden değişti. Devrimden sonra İsrail ile tüm diplomatik ve ticari ilişkilerini sona erdiren İran, İsrail'i meşru bir devlet olarak tanıma kararını da iptal etti. İran'ın İslam Devrimi sonrasında İsrail'e bakışını anlamada İsrail için resmi bildirilerinde kullandıkları “Küçük Şeytan” tanımlaması oldukça izah edicidir.

İran'ın hem bölge politikalarında ve hem de bu politikaların genel politikalarına yansımasında İsrail ile ilgili bu temel değişim bugün ortaya çıkan tabloyu anlamak açısından önemlidir. İsrail ile ilgili bu temel değişim, yani İsrail'in mutlak bir düşman olarak tanımlanması İran'ın bölgede sadece diplomatik değil aynı zamanda askeri bir zemin oluşturmaya dönük politikalar geliştirmesine sebep oldu.

İran İslam Cumhuriyeti bu çerçevede öncelikle Filistin'deki tüm silahlı direniş örgütlerini destekledi, aynı zamanda Arap dünyasında İsrail ile savaş hali resmi olarak hiç kesilmemiş olan Suriye ile İsrail karşıtlığının esas alındığı stratejik ilişkiler geliştirdi. Lübnan'da Hizbullah'ı, Saddam Hüseyin sonrası Irak'ta ortaya çıkan direniş örgütlerini, Arap Baharı sonrası Yemen'de ciddi bir güç haline gelen Ensarullah'ı destekleyip, toplamda Direniş Ekseni diye isimlendirdikleri genel bir direnç kuşağı oluşturdu. Bu direnç kuşağının ortak paydası olarak da İsrail karşıtlığı, Filistin'in ve Kudüs'ün özgürlüğü esas alındı.

İran İslam Cumhuriyeti'nin bölgede oluşturduğu bu dominant etki doğal olarak İsrail ile normalleşme peşinde olan diğer Arap ülkelerinin, genelde Filistin'deki tüm problemlerde, özelde 7 Ekim Aksa Tufanı ile birlikte ortaya çıkan Gazze meselesinde ortak bir tavır geliştirmelerine engel oluşturmaktadır. Zira başını İran İslam Cumhuriyetinin çektiği bu direnç kuşağının başarılı olması, hele hele İsrail gibi bir devletin iyice güç kaybedip etkisini kaybedecek noktaya gelmesi bölgedeki etkin gücün İran ve beraberinde hareket edenler lehine şekillenmesi anlamına gelecektir.

***

1989 yılında Sovyetler Birliğinin önderliğindeki Doğu Blok'u çökünce diğer tarafında ABD öncülüğündeki Batı Blok'unun bulunduğu iki kutuplu dünya sona erdi ve artık dünyada Amerika Birleşik Devletleri öncülüğünde tek kutuplu bir dünyadan bahsedilmeye başlandı. ABD'nin başını çektiği Batı Bloku'nun domine ettiği bu tek kutuplu dünya ile birlikte İsrail de birçok avantaj elde etti. Öncelikle dağılan Doğu Bloku ülkeleri içerisinde yaşayan Yahudilerin İsrail'e göç etmesini teşvik ederek gücünü tahkim etti. Başta ABD'nin ve diğer Batılı ülkelerin açık desteği ile hareket ederek bölge ülkeleri üzerinde kendi lehine baskı oluşturdu. Bölge ülkelerinin İsrail ile ilgili politikalarının şekillenmesinde Batı'nın bu koşulsuz desteğini kullandı. Bu çerçevede birçok Arap ülkesi İsrail ile ilişkilerini bir şekilde oluşturmak ve geliştirmek durumunda kaldı.

Yıllar içerisinde dünyadaki değişim, özellikle ekonomik odağın Batı'dan doğuya kayması tek kutuplu dünya ve bu dünyadaki güç sahiplerinin belirlediği ilişkiler ağı üzerinde de bir değişimi ortaya çıkardı. Özellikle ekonomi ve teknoloji alanında bir deve dönüşen Çin, kendini tekrar toparlayan, mümbit bir enerji kaynağı olan ve savunma sanayinde öncü konumunu inşa eden Rusya Federasyonu gibi ülkelerin öne çıktığı çok kutuplu dünya söylemi gelişti. Çok kutuplu dünya söylemini sahici kılan sadece bu iki ülke değildir. Bu ülkelerle birlikte Hindistan daha sonra İran'ın da dahil olduğu Şanghay İş birliği Örgütü ülkeleri, BRICS+ üyesi ülkelerin Batı'ya rağmen oluşturdukları eksen, çok kutuplu dünya söyleminin gerçekliğinin inşa edilmesinde öne çıkan etkenler oldular.

Tek kutuplu dünya karşısında ortaya çıkan çok kutuplu dünya ABD öncülüğündeki Batı ittifakını merkeze alan ilişkiler ağını tehdit ediyor. Bu durum özellikle tek kutuplu dünyanın belirlediği ilişkiler ağı çerçevesinde İsrail ile normalleşme doğrultusunda hareket eden ülkeleri yeni tercihler yapmaya sürüklüyor. Bu noktada tablonun bulanıklaştığını söylemek gerekiyor. Mesela Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkeler İran ile birlikte 2024 yılı başı itibarıyla BRICS+'ya üye oldular. Bu cümleden olmak üzere Çin kolaylaştırıcılığında İran ile Suudi Arabistan arasında kopmuş olan ilişkiler yeniden tesis edildi. Fakat yine de Batı'ya çıpalı ilişkiler üzerinden tercihlerini şekillendirmeye alışmış olan bölge ülkelerinin, çok kutuplu dünyada etkin bir role sahip olan İran İslam Cumhuriyeti ve onunla birlikte hareket eden oyuncular ile Filistin meselesinde ortaklaşması gerçekleşemiyor.

***

Sonuç olarak aslında dünyanın derin bir yarılma sürecinin yaşandığı bu dönemde, bu yarılmaya göre birbirinden farklı pozisyonlarda mevzilenen İslam ülkelerinin, aslında Filistin gibi, Gazze gibi, Kudüs gibi ortak bir konuda birlikte hareket etmeleri mümkün olamıyor. Belki abartılı bir değerlendirme olarak görülebilir ama bazı bölge ülkeleri için Filistin'in özgür olması değil de kendileri için İsrail'in varlığını koruması daha tercih edilebilir bir durum olarak görülebilmektedir. Zira İsrail'in bölgedeki varlığı üzerinden şekillenmiş olan güç dengelerinin bu unsurun denklemden düşmesi halinde ne şekilde değişeceğine dair belirsizlik bir siyasi panik halini tetiklemektedir.

İsrail'in denklemden düşmesi o kadar önemli sonuçların ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir ki değil bölgede dünyadaki dengeleri esastan değiştirebilir. Böylesi bir durum bölge ülkelerindeki iktidarların değişmesine, yeni hizalanmalara sebebiyet verecektir. Bu, İsrail gibi bir oyuncuyu oyun dışına itecek gücü de artık belirleyici esas aktör olarak öne çıkaracaktır.

Gazze'de İsrail'e karşı direnişi her türlü unsurla destekleyenler bellidir. Bunların ideolojik zeminleri de bellidir. Bu ideolojik zemin üzerinden duruş inşa eden bu unsurların sadece İsrail değil İsrail'i destekleyen tüm bölge dışı güçleri de bölgede istemedikleri bellidir. Bu unsurların başarılı olmaları durumunda, hem İsrail ile hem de İsrail'i destekleyen bölge dışı güçler ile kendi siyasi emellerini tevhid eden İslam ülkelerindeki iktidar sahiplerinin nasıl bir akıbete uğrayacaklarını tahmit etmek güç olmasa gerek!

Gazze'de direnişi İsrail'e karşı destekleyen bu unsurların tamamı artık lokomotifi İran olan "Direniş Ekseni" olarak tanımlanıyor. İslam ülkelerindeki siyasi erklerin böylesi bir tabloda bile bile lades demesi beklenemez. Yani sözün özü Gazze'de direnişin kazanması ve İsrail'in kaybı, Direniş Ekseni dışındaki siyasi karar vericiler için bir var oluş yok oluş meselesidir ve bu sebeple kendi varlıklarını koruyabilmek için Gazze direnişi lehine bir birlik ortaya koymalarını engellemektedir! Hatta daha da acısı Gazze direnişinin İsrail'in varlığını tehdit edecek bir zafere ulaşmasını engellemenin peşinde olduklarını söylemek yerinde olacaktır!

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar