7908.jpg

İran ve Hizbullah Suriye'ye neden arka çıktı?

Suriye'de Siyonist İsrail iştahla Arz-Mevut hayaline ulaşmanın derdinde. Suriye düşerse işgalci İsrail'e gün doğar. Bu nedenledir ki Suriye'de yaşanan iç savaş kan içici İsrail'in işine geliyor ve onun iştahını kabartıyor. Peki, İran'ın Suriye ve Lübnan'da bulunması işgalci İsrail'i tehdit ediyorsa bundan hangi Müslüman halk ve hangi İslâm ülkesi gocunabilir ki?

22 Ağustos 2019 Perşembe
İNTİZAR - Aslında başlığımızdaki soruya yönelik gerekçeli doneler ayan beyan ortada. Bir başka ifadeyle bu durum aslında izahtan varestedir. Fakat, “Gören göz buğulu ise her şey flu görülür” gerçeğinden hareketle izahata ihtiyaç kaçınılmaz olmaktadır. Elbette Albert Einstein'ın “İnsanların ön yargılarını kırmak atomu parçalamaktan daha zordur” sözlerini de göz önünde bulundurarak işimizin zor olduğunun farkındayız... 
 
Öncelikle şu tespiti yapmış olalım ki, Suriye İslâmî yasalara göre yönetilen bir devlet değil. Her ne kadar Suriye anayasasında evlenme, boşanma, çocukların velayeti ve mirasla ilgili hususlar, yani aile hukuku Hanefi mezhebinin fıkıh kurallarına göre tanzim ve icra ediliyor olsa da total anlamda şeriat yasaları yürürlükte değildir. Ayrıca ana okulundan üniversitelere kadar ve bütün kamu kurum ve kuruluşlarında başörtüsü serbesttir. Vakıf, dernek ve tarikat gibi dinî kurumların özerk yapısı da söz konusudur.
 
Birçok Arap ülkesinde olduğu gibi Suriye'deki durum böyledir. Ancak 22 Arap ülkesi içerisinde Suriye devletini tek ve farklı kılan husus işgalci İsrail ile asla barış müzakerelerine yanaşmayışı ve başta Hamas, İslâmî Cihad, İzzettin El Kassam Tugayları olmak üzere (10 küsur) Filistinli silahlı örgütlere ev sahipliği yapıp İran'dan gelen silah sevkiyatına lojistik destek sağlamasıdır. Ayrıca bizzat kendisi de zaman zaman söz konusu örgütlere silah ve mühimmat yardımında bulunmaktaydı. Bu kunuda Suriye tektir. İran ve Suriye'nin işgalci İsrail'e karşı ortak bir stratejik konsept oluşturmalarını daha da ileri boyutlara taşıyarak mütekabiliyet esasına göre iki ülkeden her hangi birine dış düşman saldırdığı zaman diğerine saldırmış sayılmaktadır. İran'ın burada işgalci İsrail'in karşısına dikilip Suriye halkına ve Suriye topraklarına hamilik yaptığı ortada iken bunu rejim savunuculuğuna bağlamak tamamen insafsızlık olur. Irak'ta olduğu gibi Suriye'de de rejim zaten entegre edilmeye başlanmış. İslâm fıkhına göre bunu silahla, terör ve anarşi ile yapamazsınız. Kurşun sıkacağınız asker, polis ve memur Müslüman ahaliden değil mi? Karşınızda müstevliler yani işgal güçleri yok ki silaha sarılasınız! Bu tasnifi yapmak bu kadar mı zor? Bakınız İran ile Suriye arasındaki bu anlaşma Türkiye ile de yapılma aşamasındaydı. İran erken davrandı değil, Türkiye dış politikada, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ABD'nin direktiflerini tercih etmesiyle fay hattı kırılmış oldu. Eksen kayması böyle bir şey. Hatırlayalım, bir dönem Suriye ile öylesine ileri boyutlarda diplomatik İlişkiler geliştirmeye başlamıştık ki, ortak bakanlar kurulu oluşturmuştuk. Ayrıca sınırlar kaldırılma aşamasına gelinmiş ve pasaportsuz giriş çıkışlar gündemdeydi. Bu müspet gelişmeler karşısında Hakan Albayrak gibi bazı yazarlarımız, “Suriye ile tek devlet olma yolunda ilerliyoruz” kabilinden makaleler yazmaktaydılar. O dönem Başbakan olan Sayın Tayyip Erdoğan ile Beşşar Esat sık sık karşılıklı ziyaretlerde bulunarak ailece bir araya geliyorlardı. Öylesine dostluk ilişkisi gelişmişti ki, aralarından adeta su sızmıyordu. Televizyon ve gazete manşetleri sıklıkla iki ülke arasındaki bahar havasından söz eder olmuştu. Sonra ne oldu da perde arkasından bir takım sinsi entrikacılar devreye girdi ve fay hattı kırılması yaşanarak Esat birden bire “tu kaka” oldu, diktatör oldu, zalim oldu! 
 
Aslında bu eksen kaymasını anlamak çok kolay! Hatırlayalım, o günlerde Amerika Birleşik Devletleri, işgalci İsrail adına Suriye'den barış görüşmeleri için ısrarcı talepleri oluyordu. Hatta bu taleplerinin Ankara tarafından Esat'a ulaştırılması isteniyordu. Esat işgalci İsrail ile barış müzakeresi için masaya oturacak olursa bunun karşılığında Golan Tepeleri'nin iade edileceği taahhüdü veriliyordu. Siyonistlerle barış masasına oturmak resmen İsrail'i tanımak anlamına gelmektedir. Suriye rejimi ise öteden beri işgalci İsrail'in varlığını asla tanımayan tek Arap ülkesidir...
 
Amerika Birleşik Devletleri'nin işgalci İsrail adına Esat'tan talebi Filistinli silahlı örgütlerin faaliyetlerinin durdurulup ofislerinin kapatılması ve İran'dan gelen konvansiyonel silahların sonlandırılmasına ilişkindi. Beşşar Esat bunların hiçbirine yanaşmadı. Hatta o dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Esat ile  yaptığı görüşmede ABD'nin taleplerini kendisine tek tek sunarken, Esat araya girip hayretamiz bir şekilde, “Siz karşımda Türkiye'yi mi temsilen bulunuyorsunuz yoksa Amerika Birleşik Devletleri adına mı buradasınız?” diyerek Davutoğlu'na amiyane tabirle fırça kaymıştı...
 
Sonuç olarak ABD ve dolayısıyla Siyonist İsrail'in talepleri karşılanmayınca düğmeye basıldı. Düğmeye basıldığının ertesi günü Türkiye'deki malum medya ağız birliği yapmışcasına, eşgüdümlü olarak Esat aleyhinde tezvirat, bühtan, iftiralarla olmadık karalama kampanyasına giriştiler. (Bu karalama kampanyası esnasında Suriye terör ve anarşiden uzak Ortadoğu'nun en huzurlu ülkesiydi diyebiliriz. Bizzat savaş öncesi Suriye'de bulundum. Birileri, “Çok kısa bir süre sonra burada iç savaş yaşanacak” deseydi kimse buna inanmazdı.) Ne yazık ki, daha düne kadar, “Dost Esat”, “Kardeş Esat” diye manşetler atılıp beyanatlar verilirken, ABD'nin talepleri yerine gelmeyince, “Diktatör Esat”, “Zalim Esat” manşetleri atılmaya başlandı. (İtibar cellatlığı bu olsa gerek.) Sonrası malum, ABD beslemesi terörist gruplar dünyanın birçok ülkesinden getirilerek Suriye'ye sokulmaya başlandı. Mutasyona uğramış canavar sürüsüne adeta gün doğmuştu. Bu insanlıktan nasibini almamış güruh İslâm adına manipüle edilerek, daha açıkçası beyinleri iğdiş edilerek sürüldüler iç savaş vargeline. “Kafir Esat'ı, Alevî-Nusayrî Esat'ı devirip şeriat düzeni kurmalısınız” denilerek “Allah yolunda fi sebilillah” sloganlarıyla isimleri Ahmet, Mehmet olan kardeşlerini en vahşi yöntemlerle öldürmeye, katletmeye koyuldular. Üstelik sivil, kadın, yaşlı ve çocuk demeden hunharca katliamlara giriştiler. Bir de üstüne üstlük Ahmet Davutoğlu bu canavar sürüsü için, “Öfkeli kalabalıklar” ifadesini kullanmaz mı? Yani demek istiyor ki, “Zalim Esat yüzünden öfkelenen bu gençler binlerce kilometre ötelerden gelip biraz taşkınlık yapmış olabilirler lütfen mazur görelim!”
 
Sayın Davutoğlu'na sormak lazım, ABD'nin eğitip donattığı, Suud'un finans ettiği, işgalci İsrail'in lojistik destek verdiği bu öfkeli canavar sürüsü mü Suriye'de İslâmî bir yönetim tesis edecek? Bu ciğer yiyen yamyam sürüsü mü o topraklara adalet getirecek? 
 
Sormak lazım, 22 Arap Arap ülkesi içerisinde Filistin davasına sahip çıkan Suriye'nin haricinde başka bir ülke var mı? Bırakın sahip çıkmayı bir de üstüne üstlük işgalci İsrail'e karşı mücadele veren grupları terörist ilan ediyorlar. Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn, Ürdün ve Mısır olmak üzere (Katar hariç) hemen hemen bütün Arap rejimleri Hamas'ı, İslâmî Cihad'ı, İzzettin Kassam Tugayları'nı ve Hizbullah'ı terör listesine aldılar. Asıl bu aşağılık rejimler yıkılmalı değil mi? Bunlar sadece Filistin halkına değil tüm ümmete ve Alllah Teâlâ'nın dinine ihanet etmektedirler. Bakınız bu günlerde İran'a karşı işgalci İsrail, Suudi Arabistan, BAE ve Ürdün ortak askerî birlik oluşturmanın ön hazırlığı içerisindeler...
 
İran ise uzun bir süreden beri direniş cephesi oluşturarak Suriye ve Lübnan üzerinden Siyonist İsrail'i kuşatma altına almış vaziyette. 67 savaşını hatırlayalım, işgalci İsrail karşısında 5 tane Arap ülkesi hezimete uğramıştı. Ama o beğenmediğiniz, o eleştirdiğiniz İran Hizbullah eli ile işgal altındaki Güney Lübnan topraklarını Siyonist İsrail'in elinden almayı bi iznillah başarmış ve işgal çetesine Allah'ın izniyle ilk defa zillet ve yenilgi yaşatmıştır. Aynı şekilde Gazze'de kimin verdiği silahlarla, kimin verdiği füzelerle saldırgan İsrail geri püskürtmekte? Şu bir gerçek ki, Filistin'de işgalci İsrail'in karşısında İran var. Bunu Siyonistlerin Savunma Bakanı bizzat “Biz Gazze'de İran'a karşı savaşıyoruz” itirafında bulunuyor. Çünkü Şam'daki Filistinli örgütlere silah sevkiyatını yapan ve bir şekilde Gazze'ye silah ve füze sokan İran. Yine bakıyoruz, (biraz evvel ifade ettiğimiz gibi) Lübnan'da işgalci İsrail'in karşısında İran var. Hizbullah'ı kuran, eğiten, donatan ve silah veren İran. Suriye'de ABD'nin karşısında İran ve onun demir yumruğu Hizbullah var. Bu karşı duruş ve bu silahlı mücadele nice değerli komutanların ve binlerle ifade edilen nice gönüllü savaşçı yiğit Allah erinin şehadetiyle sonuçlanan bedel ödemeler Siyonizmin bölgeye yerleşmemesi adına değil mi? ABD Hizbullah'ı, Kudüs Gücü Ordusu'nu ve bu ordunun başındaki yiğit insan, General Kasım Süleymanî'yi ve Devrim Muhafızları Ordusu'nu neden terör listesine aldı? Trump gerekçeli kararında bizzat itiraf ederek yüzlerce ABD askerinin bu güçler tarafından öldürüldüğünü söylüyor. Yine hatırlayalım, geçmişte Saddam zalimi İran'a saldırtılarak maşa olarak kullanılmıştı. Bu tahmili savaş 8 yıl sürmüştü. Ama bugün bakıyorsunuz zalim Saddam'ın yerinde yeller esiyor. Ve bugün Irak'ta ABD'nin karşısında vurucu ve caydırıcı güç olarak yine İran var. Yemen'de ise Ensarullah'ın yanında, ABD ve Suudilerin karşısında yine İran var. Elbette ki, bu durumdan en çok rahatsız olan işgalci İsrail, ABD ve Suudi rejimi olmaktadır. Özellikle Suudi rejimi işgalci İsrail'in işi bitirildikten sonra sıranın kendisine geleceğinin korkusunu yaşıyor. Nitekim ABD Başkanı Trump, “Biz Suud'u koruyoruz, yoksa iki haftaya varmaz bu rejim yıkılır” diyerek bol kepçeden ulûfeler-haraçlar almakta ve yine bol kepçeden silah satışı yapmaktadır. Açıkçası bu aşağılık rejimler kendi bekaları uğruna Amerika Birleşik Devletleri'nin ve işgalci İsrail'in vargeline girerek İslâm Cumhuriyeti'ne karşı hasmane bir tutum içerisinde dörtlü cephe, dörtlü çete oluşturmuş vaziyetteler. 
 
Öte yandan Trump, 6. Filo'sunu Basra Körfezi'ne gönderdi. Gerekçesi ise İran'ın Siyonist İsrail'i tehdit ediyor olmasıdır. Bu tehdit Suriye ve Lübnan cephesinden yapılmaktadır. İşgalci İsrail'in Başbakanı Netanyahu İran'ın Suriye ve Lübnan'daki varlığından son derece endişe ve korkuya kapılıp, “Dünya İran'a karşı ABD'nin yanında yer almalıdır” diye yalvaran bir üslupla beyanatlar veriyor. Peki, İran'ın Suriye ve Lübnan'da bulunması işgalci İsrail'i tehdit ediyorsa bundan hangi Müslüman halk ve hangi İslâm ülkesi gocunabilir ki?
 
Yazımızın başında “bu durum izahtan varestedir” ifadesini kullanmıştık. Gerçekten her şey ayan beyan ortada. Buna rağmen öylesine insafsızca tezviratlarda bulunuyorlar ki, yok efendim “Esat halkını varil bombalarıyla ve kimyasallarla bombalıyor ve bu katile İran ve Hizbullah arka çıkıyor” denilerek, algı operasyonları ile insanların zihinlerine husumet tohumları ekilmektedir. (Bu satırları yazdığımız esnada bile TV'lerde iftira ve tezviratlar devam ediyordu.) Nitekim sonuç olarak büyük kitlelerde öylesine bir algı oluştu ki, düne kadar Direniş Cephesi'ne sempati ile bakanlar tüm köprüleri atarak İran ve Hizbullah'a düşman kesildiler. Gazetelerdeki manşetlerine bakıyoruz, sekiz sütunla “Ha İsrail, Ha İran” yazabilmektedirler. Kara propagandalarla, tezviratlarla itibar cellatlığı yapılmaktadır. Hiç düşünmüyorlar mı, Suriye düşerse işgalci İsrail'e gün doğar. IŞİD, el Kaide, el Nusra gibi terör örgütlerinin yaptığı katliamlardan dolayı bir milyona yakın insan öldü. Milyonlarca insan doğup büyüdüğü topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Bir kısmı bu kaçış esnasında Akdeniz'in sularında boğuldu. Şam ve birkaç şehir hariç, Suriye'nin hemen hemen bütün kent ve kasabaları enkaz yığınına döndü. Suriye'de Siyonist İsrail iştahla Arz-Mevut hayaline ulaşmanın derdinde. Merhum Erbakan Hocamız ta doksanlı yıllarda İslâm ümmetini uyarıp duruyordu: “İsrail'in güvenliği ve ‘Arz-ı Mevud' hedefine ulaşması için Irak, Libya, Suriye, İran ve Türkiye'yi parçalamak istiyorlar. Gelin İslâm Birliği'ni kuralım.” 
 
Bu nedenledir ki Suriye'de yaşanan iç savaş kan içici İsrail'in işine geliyor ve onun iştahını kabartıyor. Golan Tepeleri'ne kurduğu mobil hastanelerde IŞİD ve diğer terör örgütlerinin elemanlarını tedavi etmesi ne ile izah edilebilir? Ama bizdeki akl-ı evveller bir anlasa! Siz “Direniş Cephesi” için hâlâ “Şiî Hilâli”, Şiî Kuşatması” deyin! İran Bosna'da savaşırken Şiî Hilâli diye bir şey mi vardı? Bosna Ehl-i Sünnet değil mi? Şunu bilin ki İran mezhebi saikle değil ümmet bilinci, ümmet tasası ile yola çıkmış ve “Direniş Cephesi'ni bu amaçla oluşturmuş bulunmaktadır. Suriye'de yaşanan iç savaş öncesi, yani İslâm Devrimi'nin ilk gününden itibaren İran'ın Filistin davasına sahip çıkması acaba hangi hassasiyetinden dolayıdır? Suriye meselesinden önce “Şiî Hilâli” söylemi neden kullanılmadı? Bu metaforu kim icad etti, kim bu söylemi tedavüle soktu? Beyler şunu bilmiş olun ki, “Direniş Cephesi'nin stratejisi saldırıya değil, savunmaya endekslidir. Adı üzerinde, “Direniş Cephesi”. Yani “Savunma Cephesi”. 
 
İran'ın hiçbir ülke toprağında gözü yoktur. İran ümmetin bilinçlenmesini ve emperyalist ülkelerin tasallutundan kurtulmasını istemektedir. Müslüman ülkelere vaziyet eden, Müslüman coğrafyalarındaki enerji kaynaklarını sömüren ABD'ye düşmanlığı da bundandır. Hatırlayalım, D-8'in altına imzayı atan ilk ülke İran'dır. İran tıpkı merhum Erbakan Hocamız gibi İslâm Birliği'ni isteyen bir ülkedir. Asıl olarak İran'ın Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen'de oluşturduğu “Direniş Cephesi” bir yönüyle bu amaca matuftur. 
 
Türkiye dahil olmak üzere İran'ın dışında D-8 ülkelerinin hiçbirinde İslâmî yasalar yürürlükte değil, buna rağmen Erbakan Hocamız'ın güçbirliği oluşturma çabası manidar değil mi? Bu bir entegrasyon meselesidir ve süreç işidir. Bu işin illa da devrimle olması gerekmiyor. Ülkelerin demografik yapısı ve halkların bilinç düzeyi buna müsait olmayabilir.
 
Elbette akidemiz gereği temennimiz o ki, bütün Müslüman ülkelerde Allah Teâlâ'nın evrensel yasaları yürürlükte olsun. “Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Maide:50) Hukukun üstünlüğünü esas alan, adalet temeline dayalı bu evrensel yasalarla beşerî ideolojiler asla kıyaslanamaz. Bunun aksini düşünen zaten Müslüman olamaz. Şu bir gerçek ki, Allah Teâlâ'nın evrensel yasalarına mütenasip bir toplumsal doku oluşturma çabası her bir Müslüman için yadsınamaz vecibedir. Ama bu iş IŞİD, el-Kaide ve el-Nusra gibi terör örgütlerinin yapmış olduğu insanlık dışı canavarca yöntemlerle olmaz ve olamaz da.. Değişim ve dönüşümün birçok yol ve yöntemleri vardır. Bunlardan bir tanesi de halk devrimidir. Ancak bu bile kansız, silahsız ve terörsüz olmak zorundadır. Bunun en somut örneği, “İran İslâm Devrimi”dir. Devrim lideri İmâm Humeynî bakınız bu konuda ne diyor: “Şah Muhammed Rıza İslâm ülkelerinin başındaki devletler arasında en güçlü olanıydı, hepsinden fazla desteğe sahipti; ama bizim milletimiz kıyam etti ve İslâm'ı istedi ve Allah-u Ekber feryadıyla güçlü görülen, yıkılmaz sanılan Şah'ı Allah Teâlâ'nın yardımıyla devirip ortadan kaldırdı. Biz haykırıp feryat ederek Şah Rıza'yı bi iznillah İran'dan kovduk. Biz onu silahla mı, tüfekle mi kovduk sanıyor sunuz? Bağırarak, feryat ederek Allah-u Ekber'lerle kovduk. Beyinlerine o kadar Allah-u Ekber balyozu çarptı ki neye uğradıklarını şaşırıp dehşete kapılarak kaçtılar bu memleketten.”
 
Bu sözler silahla, şiddetle devrim yapmaya teşne olanlara ithaf olunur! Sadede gelecek olursak, efendim neymiş, ÖSO'yu IŞİD, el-Kaide, el-Nusra gibi silahlı örgütlerle bir tutmamak gerekiyormuş! ÖSO silahlı örgüt değil mi yoksa?! 
 
IŞİD, el-Kaide ve el-Nusra gibi terör örgütleri İran, Hizbullah ve rejim güçlerinden yedikleri darbelerle dağılma noktasına gelince birçok örgüt elemanı ÖSO saflarına katıldı. Çünkü onları kendilerine yakın görüyorlar! Biri kurşunla, silahla öldürüyor, diğeri kafa keserek, ateşte yakarak, suda boğarak veya yüksek yerden atarak öldürüyor. Ama gayeleri aynı ve aynı amaç uğruna kan döküyorlar. 
 
Türkiye'de bir takım siyasî cenah ÖSO'ya sıcak bakıyordu. Hatta söylemleriyle veya fiîlen destekliyorlardı. Ama görüldü ki, bu iş silahla, terörle, anarşi ile olmuyormuş. 
 
Nihayet olması gerekene karar verildi ve Soçi ile Astana süreçlerine Türkiye olarak biz de katıldık. 
 
Astana, Türkiye-Rusya ve İran arasındaki Suriye ve bölgesel barış konusunda görüşmelere ev sahipliği yaptığı için “Astana Süreci" olarak damga vurmuştu. Başkentin isim değişikliğinin ardından "Astana Süreci" kavramı da “Nursultan Süreci”. olarak değişmiş oldu. Umut ediyoruz ki, bu süreç Suriye ve bölge barışına kalıcı katkılar sağlar. Nursultan'da alınan en önemli ortak karar, “ABD koşulsuz olarak Suriye'den askerlerini çekmelidir” olmuştur.
 
Elbette ki, bu karardan en çok ABD ve Siyonist İsrail rahatsız olmaktadır. Varsın rahatsız olsunlar biz ümmetin bekası için, ümmetin vahdeti için işimize bakalım. Bu süreçte Türkiye'nin ABD'nin yanında yer almayışı ve yine bu süreçte hava savunma sistemi olan S-400'leri Rusya'dan almaya teşebbüs etmesi ve ABD'nin bütün tehdit ve dayatmalarına rağmen Türkiye'nin geri adım atmayışı müspet bir gelişme olarak değerlendirilmeli. Hiç kuşkusuz bölge halklarının maslahatına uygun denge politikalarının yürütülmesi Türkiye'nin vizyonu ve itibarı için iyi sonuçlar verecektir. Aslında Soçi, Astana (şimdiki ismiyle Nursultan) sürecine Türkiye'nin katılması İran ve Hizbullah'ı haklı çıkarmaktadır. Fakat şimdi bunu gündem yapmanın yeri ve zamanı değildir. Yeter ki, İran ve Hizbullah'a haksızca töhmetlerde bulunan ve husumet besleyen karşı cenahtaki kardeşlerimiz bunu anlamış olsun. Sonuç olarak ifade edecek olursak, yaşanan bunca acılara ve olumsuzluklara rağmen yine de zararın neresinden dönülürse kârdır. Artık Suriye'nin imarı ve yaraların sarılması biz bölge ülkelerini beklemektedir.
 
Hazım Koral
Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar