fehimtaştekin-1.jpg

"Suriye'de mezhepçi komplo tutmadı"

"...Başlangıçta bir ayrışma yaşandı ama çok kısa sürede Suriye halkı bunun ne menem bir komplo olduğunu gördü ve mezhepler üstü tavrını öne çıkardı. Bugün Humus’ta Sünni, Alevi, Şii ve Hıristiyanlar eskiden olduğu gibi birlikte yaşamaya devam ediyor. Bu mezhepçi komplo tutmadı. Suriye’de bir mezhep savaşı değil Suriye’ye karşı cihatçıların ana aktör haline geldiği kirli bir savaş yürütülüyor."

27 Ocak 2016 Çarşamba
Fehim Taştekin'le ‘Suriye' kitabı üzerine
 
Fehim Taştekin Suriye'yi ve Ortadoğu'yu başka bir gözle anlatıyor.
 
Kitabınızın sunuş bölümünde “ah Hama ah” ve “ah Suriye ah” diyorsunuz “ah Hama” ile “ah Suriye” arasında nasıl bir ilişki var?
 
Suriye'de 1970-80'lerdeki isyanla 2011'de başlayan isyanın iç ve dış bağlamlar açısından ciddi benzerlikler var. Yaklaşık 30 yıl sonra tarih sanki tekerrür etti. Hama katliamı, İslamcıların rejimle mezhepçi bir hesaplaşma çerçevesinde başlattığı ve Baas üyeleri ile Alevi toplum temsilcilerine yönelik bir dizi suikast ve adam kaçırma eylemlerinin ardından geldi. Suç sarmalını ve silahlı kalkışmayı bitirme adına yapılan bir katliamdı. O katliam Hafız Esad'ın demir yumruğuna güç kattı. O zaman da bir vekâlet savaşı düzeni söz konusuydu. Suriye yönetimi ile sorunları olan bölge ülkeleri ve küresel aktörler silahlı kalkışmanın arkasındaydı. Yine o dönem 2011 sonrasında olduğu gibi Alevileri şeytanileştiren bir propaganda dili kullanıldı. Rejimle yüzleşmenin karakteri mezhepçiydi. Bugün Esad rejimi hedef alınıyor görüntüsüyle egemen küresel düzende aykırı bir yerde duran Suriye'ye kast edildi.
 
 
Halep bizi affedecek mi ya da ortada bizi affedecek bir şehir var mı?
 
Nusra ve IŞİD dahil yüzlerce örgüt üzerinden Suriye'ye karşı kirli bir savaş yürütüldü. Vekâlet düzeni içinde yürütülen bu savaşın en kritik aktörü Türkiye oldu. Bu savaş Suriye'de yüzbinlerce insanın ölmesine, milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına ve şehirlerin yıkılmasına neden olmakla kalmadı tarihsel ve kültürel dokuları mahvetti. Bu savaş sırasında Suriye ekonomisinin kalbi ve Ortadoğu'nun en büyük sanayi tesisleri yağmalandı. Fabrikalar sökülüp Türkiye'de satıldı. Yağma malları için açık pazarlar kuruldu. Bu durumda Suriyeliler bizi affeder mi? Bir muhalif temsilci bana “Halep sizi affetmeyecek” dedi. Ben de sahadan izlenimlerine dayanarak “Sadece Halep değil bizi affedecek şehir kalmadı” diyorum.
 
 
Her şey çocukların duvarlara rejimi protesto eden sloganlar yazmasıyla mı başladı?
 
Hayır. Duvarlara yazı yazan çocukların gözaltına alınması rejime karşı gösteriler için simgeleştirilen bir olaydı. Dera'da çocukların işkence gördüğü, tecavüze uğradığı ya da tırnaklarının söküldüğüne dair iddialar başta Dera olmak üzere farklı kentlerde gösterileri yayılması açısından tetikleyici bir etki yarattı. Öncesinde Şam gibi yerlerde kitleselleşemeyen gösteriler vardı.
 
 
Suriye'de azınlık rejimi mi var? Varsa Aleviler diyanette neden temsil edilmiyor. Çünkü Şiiler, Hıristiyanlar ve diğer inanç kesimleri diyanette temsil ediliyor. Keza eğitimde de Sünni müfredat geçerli?
 
Suriye'de eğer hakim mezhep nedir sorusunda ısrar edilirse bunun yanıtı Sünniliktir. Ama Baas ideolojisi nedeniyle devletin herhangi bir mezhebi karakterle tanımlanması söz konusu değil. Dahası mezhep ayırımı bir tabudur. Kimseye kolay kolay mezhebi sorulmaz, sorana da kuşkuyla bakılır. Devlet yetkililerinden “Benim Sünni vatandaşlarım” ya da “Benim Alevi vatandaşlarım” gibi bir açıklama duyamazsınız. Türkiye'den farklı olarak Suriye'de Aleviler, Hıristiyanlar, Dürzi ve Çerkes azınlıklar üst düzeyde görevlerde yer alabildi. Başbakan, savunma bakanları ya da genelkurmay başkanları genelde Sünni'ydi. Hıristiyanlardan da genelkurmay başkanı ve savunma bakanı olanlar var. Bir Baas rejimi vardı, bir mezhebe dayalı rejim değil. Haliyle Nusayri azınlık rejimi diye Türkiye'de sıklıkla yapılan tanımlamaların karşılığı yok. Bu tanımlar siyasi hesaplar yüzünden kasıtlı olarak yapıldı. Beşar Esad da babası Hafız Esad gibi camiye gidip Sünnilerle birlikte namaz kılıyor. Esadların mezhebi kimlikleri nedeniyle Alevi azınlığın aslında yetim bırakıldığını söylüyorum. Elbette özellikle orduda Aleviler nüfuslarına oranla daha fazlalar. Ama bu olgun Esadlarla değil ta Fransızlar döneminde başlamış bir dikey yükseliş hikâyesiyle ilgili. Bu durum, rejimi Alevi (Nusayri) yapmaz.
 
 
Suriye'nin demografik ve siyasi yapısı parçalanma senaryolarına uygun mu?
 
Hayır değil. Başından itibaren Esad'ın Lazkiye'ye çekilip Alevi devleti kuracağı iddia edildi. Bu hesapları tutmayan siyasi aklın zavallılığını gösteriyor. Lazkiye bölgesinin sadece yüzde 40'ı Alevi idi. Şimdi milyonlarca Sünni vatandaş Lazkiye ve Tartus hattında barınıyor. Ve bu insanlar yönetimi destekliyor. Kimse orada bir Alevi devletinden bahsetmiyor. Bu daha çok Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin umutsuz fantezisi. Humus'ta 2011'de farklı mezhep ve dini hatları harekete geçirip iç çatışma tezgâhladılar. Mezhebi saiklerle yapılan saldırılar sahil şeridinde de oldu. Başlangıçta bir ayrışma yaşandı ama çok kısa sürede Suriye halkı bunun ne menem bir komplo olduğunu gördü ve mezhepler üstü tavrını öne çıkardı. Bugün Humus'ta Sünni, Alevi, Şii ve Hıristiyanlar eskiden olduğu gibi birlikte yaşamaya devam ediyor. Bu mezhepçi komplo tutmadı. Suriye'de bir mezhep savaşı değil Suriye'ye karşı cihatçıların ana aktör haline geldiği kirli bir savaş yürütülüyor.
 
 
Asıl hedef Esad mı? Yoksa küresel düzlemde Suriye'nin pozisyonun yeniden tayin edilmesi mi?
 
Asıl hedef Suriye'yi sahip olduğu mevcut ekseninden çıkarmak ve İsrail'i güvenceye almaktır. Suriye, İran'ın motive ettiği ve direniş ekseni diye tanımlanan eksende yer alıyor olması yüzünden bu düşmanlıkla yüz yüze kaldı. Tabii vekâlet savaşını veren ülkelerin her birinin kendi çıkarları doğrultusunda hedefleri ve beklentileri var. Türkiye'nin yeni Osmanlı ya da nevzuhur İttihatçıların Şam üzerinde Ortadoğu'nun yeniden efendisi olmak gibi hevesleri ya da Suudi Arabistan ve Katar'ın Avrupa ya da Akdeniz'e enerji koridoru açmak gibi hayallerinden bahsedilebilir.
 
 
Türkiye'nin Rusya uçağını düşürmesi ve ardından Rusya'yı uluslararası kurumlara şikâyet etmesi, vekalet savaşına son verip uluslararası aktörlerin sahaya inmesi için yapılan bir kışkırtma mı?
 
Rus uçağının düşürülmesi bir hesap hatası gibi geliyor bana. Komplo teorilerine girmeden ürettiği sonuç üzerinden gidersek şöyle bir tablo çıkıyor: Uçağın düşürülmesi Rusya'nın Suriye merkezli Ortadoğu hesaplarının önünü açtı. Türkiye, Rusya'nın eline inanılmaz bir koz verdi. Misilleme tehdidi yüzünden Türkiye'nin oyun alanı Türkiye'ye kapandı. Rusya, Suriye'nin kuzeyini Türkiye açısından uçuşa yasak bölge haline getirdi. Böylece Türkiye'nin sınır hatlarında ve güvenlik bölge diye tanımladığı silahlı grupların elindeki bölgelerde operasyonlar yapması riskli hale geldi. Elbette bu durum ABD dışında Fransa ve Almanya gibi ülkelerin Türkiye'de asker bulundurmasının önünü açtı. Aktörler IŞİD'e karşı doğrudan sahaya indi ama Esad yönetimine karşı yürütülen vekâlet savaşı da sona ermedi. Çok faktörlü ve çok cepheli bir durum oluştu. Vekiller savaşta, asiller de savaşta. Ama hedef tanımlamasında odak Esad'dan başka bir yere kaydı.
 
 
Latin Amerika'da Honduras'ın oynadığı rolü Türkiye mi oynuyor? Honduras Latin Amerika'da nasıl bir rol oynadı?
 
Nikaragua'da solcu Sandinista iktidarına karşı sağcı kontraları destekleme ya da kontralara üs olma misyonu ABD'nin müttefiki Hondurus'a düşmüştü. Suriye'de de bu görevi ağırlıklı olarak Türkiye ve ikinci sırada Ürdün üstlendi. Türkiye vekâlet savaşının planlandığı, silahlı ve sivil muhalefetin organize edildiği, silahlı grupların eğitilip donatıldığı ve militan-silah sevkiyatının yapıldığı devasa bir tampona dönüştürüldü.
 
 
Türkiye, Suriye ile konuşan tek ülke olmaktan nasıl çıktı?
 
Ankara'nın Şam ile konuşabilen aktör olması sadece Türkiye için değil müttefikleri için de değerliydi. Elbette Türkiye'nin Suriye ile gerilimleri bitirip iyi komşuluk ilişkilerine yönelmesi takdire şayan bir tercihti. Ama Ankara bu perspektifin içini yanlış doldurdu. Bir noktadan sonra efendilik taslamaya başladı. Batılılar için de Şam-Ankara yakınlaşması şu açıdan değerliydi: Bu sayede Suriye klasik ittifak ağından kopabilirdi. Yani İran'dan uzaklaşabilir, Rusya ile stratejik anlaşmaları geri plana itebilir, İsrail ile anlaşabilir, Hizbullah ve Hamas'a destek vermekten vazgeçebilirdi. Türkiye'nin bu amaçlar doğrultusunda işlev görebileceği umuldu. Ama Esad, kardeşim Esad diyen Türk liderlere dostluk elini uzatırken bunun bedeli olarak Tahran'la bağlarını koparmadı. Suriye'de kriz patlak verdiğinde de Batılıların istediği dönüşümün gerçekleşmesi için Türkiye'nin sahip olduğu diyalog kanallarına bir şans tanındı. Ancak Türkiye, Esad'ın bir çırpıda yerine getiremeyeceği talepler ileri sürdü, Müslüman Kardeşler'in iktidara ortak edilmesi gibi… Ayrıca bu diyalog sürerken silahlı gruplar çoktan kendi savaşlarını vermeye, sınırlardan silah ve militan geçmeye başlamıştı. Kirli bir savaş tezgâhlanmışken ve buna yönelik kışkırtıcı adımlar atılmışken bunun paralelinde diyalog kanallarıyla Esad'ı bir şeylere ikna etme çabası sonuç vermedi. Türkiye'nin sözünün Şam'da değeri kalmayınca Amerika harekete geçti ve önce diplomatik tecrit ardından vekâlet savaşı aleni hale getirildi. Türkiye Libya'da olduğu gibi trajik bir şekilde Amerika'ya ayak uydurdu.
 
 
İsrail'in Hizbullah yöneticisi Samir Kantar'ı Şam da vurması, Türkiye'nin Hamas yöneticisi El Aruri'nin sınır dışı etmesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Suudi Arabistan ziyareti sonrası Şii din adamı Şeyh Nemr'in idam edilmesini nasıl okumalıyız. ABD'nin Ortadoğu'da profil düşürmesine bağlı olarak Türkiye, Suudi-İsrail yörüngesine mi girdi?
 
İsrail başlangıçta düşmanı Suriye'nin dizlerinin üzerine çökertilmesini keyifle izledi. Ancak Hizbullah'ın devreye girip sahada gidişatı tersine çevirmesi üzerine İsrail de kendi yöntemlerince savaşa müdahil oldu. Bunu birkaç şekilde yaptı. Hizbullah'a giden silahları vuruyorum bahanesiyle Suriye ordusunun stratejik tesislerini bombaladı. Muhalif güçlerin Golan hattında önünü açacak şekilde Suriye mevzilerini bombaladı. Kaide'ye bağlı Nusra Cephesi başta olmak üzere sınır hatlarındaki silahlı gruplara destek verdi. Ve Hizbullah'ın Suriye'deki operasyon timlerine yönelik suikast saldırıları düzenledi. İsrail açısından durum bu. Türkiye gerek Filistin gerek Suriye politikasında umutsuzca işler yapıyor. Suriye planları yürümediği için İsrail ile fabrika ayarlarına dönmenin gerektiğine inanan bir AKP yönetimi var artık. Suriye'de İsrail ile AKP yönetiminin amaçları çakışıyor. İsrail ile kavga Erdoğan'ın Arap dünyasında yıldızını parlatan bir tercihti ama İsrail ile ilişkiler sanıldığı gibi bundan etkilenmedi, hatta ticaret beş kat arttı. Yine Suriye hezimeti yüzünden AKP, Suudi Arabistan'la sıra dışı bir ilişki içine girdi. Bu da bir trajedi. Suudilerin İran histerisinin arkasına takılmak gibi bir pozisyona düştü Türkiye. Bu mezhepçi dış politika seyrini de daha keskin hale getiren biri gidişat.
 
 
Suriye yönetiminin nüfusun % 85'ni kontrol etse de arazinin büyük bir kısmını cihatçılara bırakmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Ordunun belli bir kapasitesi var. Yüzlerce cepheye dağılmış bir gücün stratejik tercihi ana arterleri tutma yönünde şekillendi. Bunun yanı sıra Suriye yönetimi çöküşü önleyecek bir tercihte bulunarak kuzeyde Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerden çekilerek Şam, Halep, Humus, Lazkiye gibi sistemin ana payandalarına yoğunlaştı. Yani stratejik önemdeki kent ve bölgeleri tutmaya odaklandı. Kırsalı bırakmak zorunda kaldı. Ayrıca hem kendisiyle hem Batı-Körfez destekli silahlı gruplarla savaşan örgütlerle savaşı ikinci plana iterek düşmanları arasındaki çatışmaları kendi lehine çevirdi. Sözgelimi ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon IŞİD'i düşman bellemişken Suriye kendi enerjisini bu örgütten ziyade düşmanları tarafından yönetime alternatif olarak öne sürülen diğer örgütlere yani sözde ılımlılara karşı kullandı. Tabii bu, IŞİD ile mücadele etmediği anlamına gelmiyor. Bu, savaşta stratejik bir inceleme. Bunu “Esad IŞİD'i destekliyor” diye okuyanlar var ama meselenin özü stratejik önceliklerle ilgili. Mesela daha önce Nusra Cephesi'ni Esad'ın kurdurttuğuna dair muhalif çevrelerde dillendirilen bir iddia vardı. Şimdi Nusra'yı vuruyor diye bağırıyorlar. Esad'ın Sednaya hapishanesinden cihatçıları kasıtlı olarak bıraktığı iddiasını çok dinledik. Nusra ve Ahrar el Şam dahil bugün Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan'ın desteklediği örgütlerin neredeyse tamamı Sednaya hapishanesinden çıkan cihatçılar tarafından kuruldu.
 
 
Beşşar Esad'ın 2000'lerde tarım ürünlerine desteğini çekip Suriye piyasalarını ucuz ithal ürünlere açması Suriye yönetiminin toplumsal tabanını üretmede ve rıza toplamasında daralmaya yol açtı mı?
 
Elbette liberal politikalar ve kuraklık tarımsal istihdamın daralmasına, işsizliğin artmasına ve kırsaldan kente göçe neden oldu. 2011'deki isyanda bu yeni sosyolojik ve ekonomik realitenin etkilerini gördük. Ekmek talebi özgürlük talebine eşlik ediyordu hatta başlangıçta önündeydi. Meydanlarda dillendirilen ilk talepler günlük hayata dokunan şeylerdi.
 
 
Medya kuruluşlarının bulundukları ülkelerin ulusal çıkarları, iktidarla olan ilişkileri ve medyanın mülkiyet yapısı sahada gazeteciliği nasıl etkiliyor?
 
Suriye bağlamında söyleyeyim: İktidara bağlı ya da farklı nedenlerle iktidarı gözetmek zorunda olan medya Suriye'de hükümetin sattığı hikâyelere peşinen ikna oldu. Hükümetin tayin ettiği safta yer aldılar ve gerçeklerin peşinden gitmek gibi bir dertleri olmadı. Sahaya inmek gerçeklerle yüzleşmektir. O yüzden saha maliyetli bir iş olmanın ötesinde size paket olarak sunulan dosyanın içeriğini geçersiz kılan bilgilere erişim imkânı sağladığı için çok da istenilen bir şey değil. Elbette iliştirilmiş gazetecilerin sahaya gönderilmesi iktidarın arzuladığı tabloya halel getirmediği için sorun değil. Tabii karşıt safta iliştirilmiş gazetecilik de aynı sonucu üretiyor.
 
 
Türkiye, Suriye rejimini tarihe gömmek isterken Esad, Batı Kürdistan'dan çekilerek Batı Kürdistan özerk bölgesi Rojava doğdu. Türkiye'nin desteklediği dokuza yakın cihadist örgüte karşı PYD'nin Serekaniye'de verdiği mücadele ile önemli bir politik ve toplumsal meşrutiyet elde etti. Türkiye bu durumu Barzani ile dengelemeye çabaladığı yolundaki tezler için ne söylerseniz?
 
Türkiye hükümeti için makul Kürtler ve makul olmayan Kürtler var. Hükümet Barzani yönetimi ile ticari ortaklık kurdu. Hem Bağdat'la bozulan ilişkileri bu şekilde telafi etmeye hem de düşman bildiği Kürtleri yani PKK çizgisindeki hareketleri KDP ya da Peşmerge'yi kullanarak baskılamaya çalıştı. Rojava'ya eşgüdüm halinde hem Türkiye hem Güney Kürdistan'dan abluka uygulandı. Suriye muhalefet cephesi içinde PYD'ye karşı KDP çizgisindeki Suriye Kürt Ulusal Konseyi'ni öne çıkardı. Bu taktikler başarılı olamayınca Peşmerge'nin Kobani'ye girmesi sayesinde YPG'nin dengelenebileceğini düşündüler. Ama Barzani yönetimi PKK çizgisindeki oluşumdan rahatsız olsa da bir kez daha Kürtler arasında bir iç savaşın parçası olmayacağına dair taahhüdüne bağlı kaldı. Bu yüzden de Rojava'daki aktörlerle hesaplaşma Türkiye'nin arzu ettiği tarzda gelişmedi. Yani abluka, ambargo ve YPG'ye alternatif Peşmerge gücü oluşturma taktiklerine rağmen Kürt'ün Kürt'ü kırdığı bir seçeneğe geçit verilmedi.
 
 
Türkiye'nin toplumsal dokusu Suriye savaşı ve uluslararası müdahalecilikten ne yönde etkilenecek, toplumsal dokunun İslamileşmesi ve selefileşmeyi beraberinde getirir mi?
 
Türkiye'de Pakistan, Afganistan, Mısır gibi ülkelerde görüldüğü gibi çok güçlü olmasa da Selefileşmeye uygun bir damar var. Suriye'deki savaş Türkiye'deki İslamcı çevreleri dönüştürüyor. AKP'nin izlediği politikalar da bu tür bir süreci kolaylaştırıyor. Bunun ötesinde Suriye'de savaşa katılan Türkiye vatandaşları oldukça fazla. Bunlar orada işleri bitince dönecek ve kendi çevrelerini etkilemeye devam edecekler. Bu yüzden Suriye krizinin daha ilk aşamalarında Türkiye'nin Pakistanlaşma sürecine gireceğine dair uyarı içerikli yazılar yazma gereği duymuştum. Suriye krizinden önce de Türkiye'de farklı meşreplerden Selefileşme süreçleri yaşandı. Ancak bu eğilimler kitleselleşemedi. Ayrıca Kaide ile teması olanlar hariç Selefileşme fikri düzeydeydi ve şiddet çağrısı içermiyordu. Sonra bu gruplar Suriye'de silahla tanıştı ve bunlar arasında şiddeti meşru görme eğilimi arttı.
 
 
IŞİD'in 2014 yılında Azez kasabasında tertiplediği Türkmen katliamına kayıtsız kalan hükümetin Bayırbucak Türkmenlerine gösterdiği ilgiyi nasıl okumalıyız?  Söz konusu olan gerçekten Bayırbucak Türkmenleri mi yoksa tefkirci cihadist grupların sahadaki varlığını korumak ve tahkim etmek mi?
 
Türkiye'nin Türkmen hassasiyeti çelişkilerle dolu. 2014'te Irak'ta Şii Türkmenler IŞİD'in insafına terk edilirken Türkiye'de kimse Türkmenlerden bahsetmedi. Yine Suriye'de Tel Ebyad, Azez ya da Cerablus'ta Türkmenler IŞİD'den kaçarken de kimsenin sesi çıkmadı. Eğer Türkmenler Türkiye'nin Suriye siyasetine paralel bir pozisyon almışsa bundan mutlu. Türkiye'nin istediği istikamette gitmeyen Türkmenler Ankara'nın umurunda değil. AKP'nin Türkmen hassasiyetinin nüksetmesinin birkaç nedeni var: Türkmenler silahlı gruplar içinde savaşa katılmaya teşvik edildi. Bu şekilde çok sayıda Türkmen Cephesi kuruldu. Çok sayıda Türkmen de Nusra gibi örgütlerin içinde yer aldı. Rejim düşmeyince hiç olmazsa kurtarılmış bölgeleri tutmak ya da IŞİD'den boşalacak yerleri kontrol etmek için Türkmenler yeniden kıymete bindi. Bunun ötesinde Türkmenlerin yaşadığı Bayır Bucak bölgesi Suriye ordusunun kontrolündeki Lazkiye bölgesine saldırılar için fırlatma tahtası işlevi görüyordu. Rusya'nın devreye girmesi üzerine bu bölgelere yönelik operasyonlar hız kazandı. Türkiye buradaki milis güçlerinin gerilemesi karşısında Türkmen hassasiyetine sarılarak kampanya yürüttü. Türkmen köyleri zaten çatışmalar yüzünden boşalmıştı. Bu bölge Türkiye'den silah ve lojistik desteğin gittiği güzergah olması nedeniyle de önemli. Bu hattın kesilmemesi için uğraşırken Türkmen köyleri bombalanıyor argümanını kullandılar. Silahlı gruplara desteğin arkasında duramadıkları için yardımlar Türkmenlere gidiyor söylemine sarılıyorlar. Nusra için savaşan Türkmen olunca birden bire mesele masumlaşıyor!
 
 
Can Dündar'ın sorduğu soru ile devam “Cumhuriyet'te haberin çıktığı 29 Mayıs günü, Başbakan  Ahmet Davutoğlu, Kayseri'de Fransız Haber Ajansı'na  “Yardım, Özgür Suriye Ordusu ve Suriye halkı içindi” dedi.  Ertesi gün Ankara'daki mitingde, “O yardımlar Suriye Bayırbucak Türkmenlerine gidiyordu” diye düzeltti. Arada ne oldu da Başbakan fikir değiştirdi?”
Sizce de Davutoğlu fikir mi değiştirdi ya da kendini tekzip mi etti?
 
Hükümet artık Suriye politikasını satmakta zorlanıyor. Ama Türkmenlere hamilik kamuoyunda karşılığı olan bir söylem. Milliyetçi ve muhafazakar çevreleri Suriye siyasetinin arkasına takmak için başvurdukları bir taktik.
 
 
Suriye savaşında, Suriye yönetimi ve PYD emperyalist müdahalecilik nezdinde – özellikle Şam yönetiminin kimyasal silahları imha etmesi- ılımlaşırken aynı emperyalist müdahaleciliğin ılımlı olarak – İşid'e karşı diye – sahaya  sürebildiği tek muhalif gücün El Kaide olmasını nasıl değerlendirirsiniz?
 
IŞİD'i de sürecin başında palazlandıran Batı-Körfez ittifakıdır. IŞİD'in 2014'te kendi gündemiyle ötekilerden ayrışması hesaplarını bozdu. Şimdi IŞİD'den fazla farkı olmayan grupları hem IŞİD'e hem de rejime karşı kullanmak istiyorlar. Ancak bu konuda yekpare bir duruştan söz edilemez. ABD, Libya'da elçisini kaybettiği feci tecrübeden sonra 2012'nin sonundan itibaren daha seçici bir politika izledi. Buna karşın ABD'nin bölgesel müttefikleri sırf Esad'a karşı diye tehlikeli örgütleri beslemekten geri durmadı. ABD de bu gidişata itirazını sınırlı tuttu. Mayıs 2013'te Beyaz Saray'da Erdoğan'la buluşmada olduğu gibi Obama'nın yaptığı ortaklarına ‘tehlikeli örgütlerle iştigal etmeyin' demek oldu. O kadar. Ilımlıları eğitip donatmanın sahada aslında Kaide ve dostlarını beslemekten öte bir şeye yaramadığını da Amerikalılar gayet iyi biliyordu. Yine de geçen yaza kadar bu oyunu oynamaya devam ettiler. Gerçekte komuta düzeni bulunmayan, herkesin kafasına göre bir etiket olarak kullandığı Özgür Suriye Ordusu gibi ılımlılardan ordu yaratma planlarının da geleceği yoktu. O yüzden ABD bir yandan kendisinin de inanmadığı ılımlılardan ordu yaratma çalışmalarını sürdürürken diğer yandan Türkiye'nin itirazlarına rağmen Kürtleri saha unsuru olarak kullanma yönünde bir tercihte bulundu. Fakat Türkiye-Katar-Suudi Arabistan üçlüsü hala eski hikâyenin peşinde.
 
Taylan Ayrılmaz
Postdergi
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar