a5344c3a619bf622379c4e3d060ef443.jpg

Amerika, İsrail ve Suudi Arabistan ile birlikte İran'a karşı bir savaş tezgahlıyor

Amerika İsrail ve Suudi Arabistan ile birlikte Direniş Ekseni'nin lokomotifi olan İran'a karşı bir savaş tezgahlamanın peşinde. Bölgedeki eski etkisini kaybeden Amerika ortakları ile birlikte yeniden hakimiyet tesis edebilmek için, tıpkı Irak'ın işgali sürecindeki gibi İslami İran'a karşı bir savaş başlatabilmek adına yalan ve gerçeklerin tahrifi yoluyla zemin oluşturuyor.

8 Şubat 2018 Perşembe
İNTİZAR - Geçen yıl Mayıs ayında Amerika'nın yeni başkanı olarak ilk yurt dışı gezisini Suudi Arabistan'a gerçekleştiren Trump'ın bu ziyaret sırasında imzaladığı dev silah anlaşması yapılması ile birlikte İslami İran'a karşı birlikte yapılacaklar içerisinde bir savaş ihtimalinin öne çıkması söz konusu olmuştu. O günlerde Birgün gazetesinde yayınlanan bir röportajda Tarihçi Vijay Prashad  mevcudu şöyle resmetmişti:
 
"...Trump'ın Beyaz Sarayı'nın bazı kısımları İran'a karşı savaş için istekli. Bu Suudiler'in de çıkarına olur. Bunu kendileri yapamazlar, Amerikalılar'ın yapmasını isterler, ve İsrail'in… Bu İsrail ve Suudi Arabistan arasında başka bir anlaşma alanı. İkisi de İran etkisinden korkuyor. Trump bu görüşü paylaşıyor. Acilen dirençli bir savaş karşıtı politika geliştirilmeli - sadece Batı'da değil Batı Asya'da da. “İran'dan elini çek” sloganıyla kitlesel gösteriler düzenlenmeli".
 
Aradan daha bir yıl bile geçmeden bu gün bu röportajda ortaya konan savaş ihtimali ile ilgili çok daha net iddialar konuşuluyor. Nasıl daha önce yalanlarla, gerçeklerin tahrif edilmesiyle savaş zemini oluşuturabilmek için Irak'ın işgaline giden yol açıldıysa, şimdi de  İslami İran'a karşı bir savaşı başlatabilmek için aynı şekilde yalan ve gerçeklerin tahrifi yoluna başvuruluyor. Belki sonu çok daha büyük bir bölgesel savaşa, hatta bir dünya savaşına kadar evrilebilecek bu süreci, Amerika'nın gücünü araçsallaştıran büyük sermaye sahipleri ve onların bölgedeki ortakları olan Suudi Arabistan ve Siyonist İsrail başlatmanın peşinde.
 
Bölgede bütün yaşananlar bu çerçeveden değerlendirildiğinde, Irak ve Suriye'deki büyük kaosun, sıkışıp kalan savaşın aslında ardında ne kadar büyük bir felaketi de barındırdığını görmek mümkün oluyor. Birileri savaş yoluyla kendi hakimiyetlerinin, hegemonyalarının, sömürü ve köleleştirmeye dayalı düzenlerinin devamını sağlamanın planlarını yapıyorsa, bunun karşısında durmak, savaşın büyümesini engellemek de özgürleşmenin, bağımsızlaşmanın ifadesi olacaktır.   
 
Cenk Ağcabay'ın sendika.org'da yayınlanan yazısı Amerika'nın İran'a karşı tıpkı daha önce Irak işgalende yaptığı gibi neticesi savaş olacak bir operasyon peşinde olduğuna dair gelen haberleri değerlendirdiği yazısı oldukça kayda değer tespitler içeriyor... 
 
 
Haksız bir savaş nasıl “satılır”?
 
Adamın ismi: Lawrence Wilkerson…
 
Diyor ki: “15 yıl önce bu hafta ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell Birleşmiş Milletler'de Irak'a karşı yapılacak ‘önleyici bir savaş'ı satmak için kürsüye çıktı. Ben de onun Özel Kalem Müdürü olarak onun ‘savaşın tek seçenek' olduğu yolunda sunduğu fotoğrafı netleştirmesine yardım ettim.” (I Helped Sell the False Choice of War Once. It's Happening Again, New York Times, FEB. 5)
 
Wilkerson, o soğuk günün sonunda bütünüyle uydurma gerekçelere dayanan bu savaşı “uluslararası toplum”a satamadıklarını, çabalarının sıfır sonuç yarattığını düşünmüş, ama diyor “Birkaç gün sonra kamuoyu yoklamalarından gördük ki, o -Powell- Amerikalıları savaşa ikna etmişti.” Wilkerson, Powell'ın Birleşmiş Milletler'deki sunum için seçilmesinin nedeninin, onun Bush yönetimi içinde Amerikan halkına en yakın duruşa sahip unsur olarak kabul edilmesi olduğunu ileri sürüyor.
 
Wilkerson'a göre, Başkan Bush, Powell Birleşmiş Milletler'de bu sunumu yapmadan da ABD'yi savaşa taşıyabilirdi, ama diyor, “İki yıl boyunca Amerikan halkını savaş vagonuna bindirmeye çalışan Bush yönetimi açısından Powell'ın taşıdığı ağırlık çok önemliydi.”
 
ABD'yi Irak'la savaşa taşıyan bu faaliyetlerin sonuçlarının bir bütün olarak bölge -Ortadoğu-, Irak ve ABD önderliğindeki koalisyon açısından felaket sonuçlar yarattığını söyleyen Wilkerson'a göre, “ABD'nin Irak Savaşı tüm bölgeyi bir istikrarsızlık içine itti.” Wilkerson yazısında bazı doğruları dile getiriyor, ancak sonuçta ABD yönetici elitinin bir parçası olduğu için bir taraftan da gerçekleri tahrif etmeye devam ediyor. ABD'nin Irak'ı istilasının yarattığı sonuçları gündeme getirirken, Irak'ın, Ortadoğu'nun ve ABD önderliğindeki istilacı koalisyonun felaketlerle karşılaştığını iddia ediyor. Irak halkının bir felaketle karşılaştığı kesinlikle doğru, ama mesela ABD önderliğindeki koalisyon gerçekleştirdiği alçakça istila sonucunda hangi felaketle karşılaştı? Koalisyonun gayri resmi üyesi İsrail hangi felaketle yüz yüze geldi? Wilkerson sınıfsal ve politik karakterine uygun olarak, katille kurbanını eşitliyor, üstüne en gelişmiş bombalar yağan, hayatını kaybeden milyonlarca Iraklıyla buna neden olan katiller topluluğunun aynı “felaketle” yüz yüze geldiğini iddia ediyor.
 
Wilkerson'ın Irak Savaşı'nı Amerikan halkına nasıl “sattıklarını” anlatmasının nedeninin, bugün de benzer bir tehlikenin varlığından duyduğu rahatsızlık olduğunu ifade ediyor; Trump yönetiminin İran'la bir savaş için tıpkı kendilerinin geçmişte yaptığı gibi sahte gerekçeler yaratmaya çalıştığını gündeme getiriyor. Wilkerson, ABD'nin Birleşmiş Milletler Temsilcisi Rikki Halley'in bir ay önce, ABD yönetiminin, İran'ın balistik füzelere ve Yemen'e ilişkin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarına uymadığına dair reddedilemez kanıtlara sahip olduğunu açıkladığını ancak Halley'in sunduğu kanıtların tıpkı Powell'ın Birleşmiş Milletler'de sundukları gibi sadece ABD istihbarat örgütlerinin kabullerini içerdiğini ve bunların ancak geçmişte Powell'ın dile getirdikleri ölçüsünde doğru olduğunu söylüyor. Wilkerson, Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğu yönündeki 2003'teki Bush-Cheney senaryosunun bu kez İran'a karşı tekrarlandığını ileri sürüyor.
 
Wilkerson'ın bir başka iddiası, İran'a yönelik savaş senaryosunun kapsamının sadece Halley'in Birleşmiş Milletler'deki faaliyetleriyle sınırlı olmadığı yönünde. Trump yönetiminin İran'la 2015'te imzalanan nükleer anlaşmayı bozmaya yönelik faaliyetlerinin ve Ortadoğu'da oluşturduğu ittifakların da İran'a yönelik bir savaşa dönük olduğunu ileri süren Wilkerson, İran'a yönelik kampanyanın merkezinde “Foundation for Defense of Democracies” adlı think-tank kuruluşunun bulunduğunu ve bu kuruluşun da uzun zamandır İran'da rejim değişikliği hedefi peşinde koşan ünlü savaşçı milyarderler Sheldon Adelson, Paul Singer tarafından finanse edildiğini ifade ediyor. Bu isimlerin uzun zamandır İran'da rejim değişikliği için çalışan ABD'deki Siyonist lobinin önemli isimleri olduğu uzun zamandır biliniyor.
 
Wilkerson o dönem tek amaçlarının bu savaşı Amerikan halkına satmak olduğunu ve kamuoyu yoklamalarına göre o dönem bunu başardıklarını ifade ediyor, ama ekliyor, “Bugün de Trump ve ekibi bunu yapmaya çalışıyor, eğer dikkatli olmazsak başaracaklar.”
 
Evet başarabilirler…
 
İçine girilmiş olan dönemin karakterini yansıtan başka iddiaları da var Wilkerson'ın…
 
Ona göre, “Çin, Rusya ve Kuzey Kore Amerika ve müttefiklerine çok daha büyük meydan okumalar sunarken, Amerika'nın karşı karşıya geldiği en büyük tehdit olarak İran, Başkan Bush'un Irak'a yönelik iddialarıyla” -sahte uydurulmuş iddialarla- aynı anlama geliyor.
 
Wilkerson, İran'la savaşın sahte gerekçeler üretilerek “satılmaya” çalışıldığını deşifre ediyor, ama o da ABD açısından savaşın kaçınılmaz olduğu noktasında diğerleriyle hemfikir…
 
Wilkerson'ın İran'a yönelik bir saldırının pişirilmekte olduğu yönündeki uyarısı yerindedir; o İran'ı muazzam bir stratejik derinliği olan 80 milyonluk, coğrafi koşulları Irak'a nazaran çok daha zorlu bir ülke olarak tarif ediyor ve bu nedenle bu ülkeyle bir savaşta hem kayıpların hem de savaş masraflarının Irak'takinden 10 ya da 15 kat fazla olacağı uyarısında bulunuyor.
 
Wilkerson'ın bu uyarısı da yerinde; İran'a yönelik olası bir saldırı Irak'a yönelik emperyalist saldırıyla kıyaslanamaz bile. Bu salt İran'ın kendi özelliklerinden kaynaklanmıyor, günümüz dünyası 2003'ten çok farklı. Böylesi bir yönelim bölgenin tümden yıkımına yol açacak büyüklükte bir bölgesel savaşın fitilini ateşleyecektir.
 
Son günlerde, İsrail'in Lübnan'a yönelik tehditleri en üst düzey isimlerden geliyor. Hariri'nin söylemindeki değişimin ve Hizbullah'la uzlaştığını gösteren açıklamalarının İsrail'i son derece huzursuz ettiği hemen belli oldu. İran'ın Lübnan'da silah fabrikaları kurduğunu iddia eden İsrail Savunma Bakanı Lieberman, Lübnan'ın ödeyeceği bedelin çok ağır olacağını söyledi. Lieberman, 2006 Savaşı'nda Beyrutluların savaş devam ederken plajlarda olduğunu gösteren fotoğraflar bulunduğunu iddia etti ve Lübnanlıların bu kez plajlarda değil bombalardan korunmak için sığınaklarda olacakları tehdidini savurdu.
 
Haaretz gazetesine açıklamalarda bulunan bir İsrail Donanma Komutanı, “İran'ın Yemen'deki Husilere sağladığı gelişkin silahların Bab El Mendeb geçidinden Akdeniz'e giden İsrail ticari gemileri için ciddi bir tehdit oluşturduğunu” iddia etti. İsrail'in kıyılarındaki gaz tesislerinin de Hizbullah'ın tehdidi altında olduğunu ileri süren donanma yetkilisi, gazetenin Almanya'nın Mısır'a sattığı denizaltılar hakkındaki soruyu da, “Mısır'ı ciddi bir tehdit olarak görmüyoruz” şeklinde yanıtladı.
 
İsrail'in Golan'dan başlatacağı yeni bir askeri operasyonla Suriye'deki işgalini genişletme planları yapmakta olduğuna dair iddialar Intercept tarafından gündeme getirildi. Böylesi bir gelişme, İran'a yönelik saldırının Suriye'de başlatılacağı anlamına gelir, Türkiye'nin Afrin'i işgal girişimi de böylesi bir saldırıya “meşruiyet” sağlayacaktır. Öyle ya, Suriye'de yaşananlardan “ulusal güvenliği” tehdit altına giren sadece Türkiye midir?
 
Söz konusu İsrail olduğunda savaş hep ilk gündem. Haaretz gazetesi editoryası da yeni bir savaş tehlikesinden duyduğu kaygıyla bir baş yazı yayımladı. Editoryanın yazıyı yazmasının nedeni, geçtiğimiz günlerde İsrail Genelkurmay Başkanı Gadi Eizenkot'un Gazze hakkında Başbakan Netanyahu'ya yaptığı uyarılardı. Eizenkot'un uygulanan abluka nedeniyle Gazze'de oluşan koşulların bir askeri karşı karşıya gelme riskini arttırdığını dile getirmişti. Editorya da aynı görüşte. Gazze'ye uygulanan ablukanın Hamas rejimini zayıflatmayı amaçlayan bir politika olduğunu belirten editorya, bu formülün işlemediğinin, Hamas'ın zayıflamadığının açıkça ortaya çıktığını belirtiyor. Abluka ve İsrail baskısının Gazze'nin altyapısının onarılmasını, Gazze'de yaşayan insanların normal bir hayat sürmesini engellediğini öne süren editorya, bu durumun bir savaş tehlikesi yarattığını, olası bir savaştan kimsenin tek başına Hamas'ı sorumlu tutmayacağını, İsrail'in politikasında büyük bir değişikliğe ihtiyaç olduğunu vurguluyor (The Risk of War in Gaza, Haaretz Editorial, Feb 6).
 
Bütün işaretler Ortadoğu'da daha kanlı ve yıkıcı savaşlara doğru yol alındığını gösteriyor ve 2003 dünyasında olmadığımız için durum çok daha tehlikeli. The Economist geçen haftaki kapağını ve özel dosyasını Dünya Savaşı tehlikesine ayırmıştı. Economist'in editoryası, “Jeopolitikadaki güçlü, uzun dönemli kaymalar ve yeni teknolojilerin yaygınlaşması, Amerika'nın ve müttefiklerinin tadını çıkardığı olağanüstü askeri üstünlüğü aşındırıyor. Çatışma, ikinci dünya savaşından beri görülmemiş bir ölçekte ve yoğunlukta yeniden olası. Dünya buna hazır değil” uyarısında bulunuyordu. Ortadoğu üzerinde toplanan savaş bulutları küresel etkiler yaratacaktır. Emperyalizmin merkezlerinden gelen ama diğerlerinin yanında çok cılız olan bu sesler büyük bir felakete doğru adım adım gidildiğinin en güçlü göstergeleridir.
Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar