DFPhBRwXUAA3BhJ.jpg

Brunson’u bırak, İdlip’e bak

Bugünlerde aniden krizi tırmandıran Brunson'ın tutukluluğu meselesinin, bir arka planı kamufle etme adımı olarak kurgulandığı ve bunun üzerinden gerilim yaratıldığı akla geliyor. Brunson'un serbest bırakılmaması üzerine başlayan yaptırım krizi tırmanıyor. Ancak bu tırmanış ne kadar gerçekçi? Ya da sonda soracağımızı şimdi soralım: Neden şimdi?

7 Ağustos 2018 Salı
Türkiye'de ev hapsinde bulunan ABD vatandaşı Pastör Andrew Brunson'un serbest bırakılmaması üzerine başlayan yaptırım krizi tırmanıyor. Ancak bu tırmanış ne kadar gerçekçi? Ya da sonda soracağımızı şimdi soralım: Neden şimdi?
 
Hatırlanacağı üzere daha önce de ABD, bazı vatandaşlarının ve Türkiye'de görev yapan iki yerel çalışanının tutuklanmasının ardından vize başvurularını bir süreliğine durdurmuştu. Ama ikili görüşmelerden sonra vize yaptırımından vazgeçildi. Kaldı ki Brunson o zaman da tutukluydu. Yani tutukluluğu devam ederken bir vize yaptırımı kararı alındı ve vazgeçildi. Bu kısmı düşündürücüdür.
 
İkincisi, bugünlerde herkes tırmanan krizin gerekçesi olarak Brunson'un ABD siyaseti açısından ne kadar önemli bir yer işgal ettiğinden söz ediyor. Bir yaptırım kararı alıp sonra geri adım atan ABD, bu iki yıl boyunca Türkiye ile sayısız görüşmeler yaptı. Kritik dönemlerde Suriye sürecine dair sayısız görüşmeler oldu, sözde de olsa Suriye gündemini belirleyen stratejik anlaşmalar yapıldı. Brunson bu kadar önemliyse, bu süreçte serbest bırakılması konusu neden masaya yatırılmadı? Bugünlerde aniden krizi tırmandıran Brunson'ın tutukluluğu meselesinin, bir arka planı kamufle etme adımı olarak kurgulandığı ve bunun üzerinden gerilim yaratıldığı akla geliyor. Çünkü bu iki yılda köprü altından çok sular geçtiğini ve bu süreç boyunca Brunson'un serbest bırakılmasının pazarlık konusu yapılmadığını biliyoruz. Ya da en azından yapıldıysa da biz bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, “Ver papazı, al papazı” tutumuna hiçbir yanıt verilmediğidir. Peki neden şimdi?
 
ABD'nin heybesinde neler var?
 
ABD eğer kendi yurttaşı için Türkiye hükümetini sıkıştırmayı aklına koysaydı, bu kararı en uygun zamanda, yani seçim öncesinde alırdı. Sonuç alıcı adımlar için en uygun zamanlar seçim arifeleridir. Oysa ABD seçim öncesinde AKP hükümetine Münbiç'i adeta bir seçim hediyesi olarak sundu. Gerçi Münbiç'te verilen yeni bir şey yoktu. Münbiç kıyılarında devriye gezmek bir taviz değildi, çünkü burası “Fırat Kalkanı” bölgesidir ve TSK öncülüğündeki “ÖSO” birlikleri zaten devriye geziyordu. Bu süreçte ABD'den izni koparılan tek şey, devriyelerin yeni bir şeymiş gibi medyaya taşınmasına ve Münbiç'e operasyon çekiliyor propagandasının yapılmasına izin verilmesidir. ABD de bir seçim hediyesi olarak AKP'nin bu taleplerine ve hatta Kandil'e yönelik sınırlı operasyonlarına yeşil ışık yaktı. Oysa Brunson'u serbest bıraktırmak için sadece bir istekte bulunmanın en uygun zemini o zamandı. Mademki ABD siyasetinde bu kadar önemli yeri vardı, Brunson'u neden o zaman istemedi?
 
Diyelim ki seçimden önce böyle adımlar atmaktan imtina etti (-ki bu şekilde açıkladılar). Seçimler bittikten sonra ABD için çok fırsat vardı. Putin'le görüştüğünde talep edilebilirdi. NATO zirvesine gidilmeden önce de… Anlaşıldığı üzere Trump'ın AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı övdüğü NATO zirvesinden havuz medyası oldukça memnundu. Trump'ın  “Erdoğan dışındaki hiç kimse işini düzgün yapmıyor” dediğini ve sonra dönüp Erdoğan'la yumruk tokuşturduğunu gururla yazdılar. Ama NATO zirvesinde Trump'ın, Brunson'un serbest bırakılması sözü aldığını ve AKP hükümetinin sözünde durmayıp Brunson'u serbest bırakmak yerine ev hapsine aldığı gerekçesine dayandırılan bir kriz ortaya çıkıverdi. Şimdi aynı Trump, Twitter üzerinden tehditler savuruyor. Süreci izleyenler bilir ki (özellikle bu iki lider açısından) çokça sözler verilir ve hiçbir şey olmamış gibi cayılır… Düne kadar savaş açacakmış gibi gürleyen, ama bir gün sonra o liderlerle kucaklaşan Trump aklı açısından düşündüğümüzde, Türkiye ile gerilimi bu kadar yükseltmek için bu süreçte ne değişti? Ve asıl olarak her iki taraf bu gerilimle arka planda neyin önünü kapatmak istemektedirler? Zira bu zamanlamaya dikkat etmemizi gerektiren oldukça önemli gelişmeler var. Bunlardan en önemlisi, Ortadoğu siyasetinde ve özellikle Suriye savaşında yaşanan önemli kırılmalardır. Bu süreçte hem ABD hem de AKP'nin Suriye denklemindeki pozisyonlarıyla ilgili kırılmalar karşısında iç siyasette kamuoyuna yönelik bir gündem yaratma gereksinimleri vardır. Elbette ki ABD'nin Türkiye-Rusya ilişkilerinde ve İran'a yaptırım uygulama konusunda AKP'yi kıskaca alma gereksinimi vardır. Ancak bunlar için fırsatları vardı her zaman. Eğer şu anda bu tür talepler için AKP'yi kıskaca alma gereksinimi aniden doğuyorsa, bunun sebebini Ortadoğu ve Suriye savaşındaki kırılmalarda aramak gerekir. Çünkü bu kırılmalar hem ABD, hem İsrail, hem de Türkiye açısından kritik önemdedir ve gerilimi başka alanlara taşıyarak gündem değiştirme stratejileri geliştirmeyi de zorunlu kılmaktadır. Bunların başında yer alan ve ABD açısından kritik önem taşıyan da İsrail'in konumuyla ilgili kırılmadır.
 
Suriye savaşındaki kırılmalar ve İsrail'in pozisyonu: “Elde var sıfır”
 
Suriye savaşını sona doğru yaklaştıran son önemli gelişme, güney cephesinde elde edilen zaferdir. Bundan sonra Suriye'deki bütün cepheler teke düşürülmüş oldu. ABD için güney cephesinin kritik önemi şudur: Suriye savaşını tutuştururken İsrail'in güvenliğini tesis etmek için “Direniş Ekseni”ni kırma hedefinin başında bu cephe yer alıyordu. Suriye'nin Ürdün ve İsrail sınırları cihatçı vekil savaşçıların elinde olduğu sürece İsrail güvendeydi. Ama gelinen noktada Suriye ordusu Dera kentiyle birlikte İsrail'in yanı başındaki Kuneytire'yi de işgalden kurtararak, güneyde sınır hattı üzerindeki hakimiyetini tamamen sağladı. İsrail de cihatçıları desteklemek ve yaralılarını tedavi etmek için Golan sınırına kurduğu sahra hastanesini hızlıca kapattı. Şimdi İsrail'in elinde, yıkmaya çalıştığı Şam'la “2011 öncesindeki angajman kurallarına bağlı kalınsın” talepleri dışında bir şey yok! İsrail'in 1967 savaşında işgal ettiği Golan Tepeleri ile Suriye arasındaki tampon bölgeye 1973'teki Arap-İsrail Savaşı sonrası 1974'te BM Ateşkes Gözlemci Gücü UNDOF yerleştirilmişti. Suriye krizinin başlamasından bir yıl sonra 2012'de UNDOF bölgeyi terk etti. Şimdi İsrail'in talebi üzerine UNDOF altı yıl sonra yeniden bölgeye geldi. Bu sefer Rus askerlerinin gözetimi altında bölgeye giriş yaptılar. BM, tampon bölge olarak kabul edilen Golan'dan İsrail askerlerinin çekilmelerine ve Kuneytire kapısının yeniden açılmasına gözlemcilik edecek.[1] Buna bir de İsrail'in Hamas'la ateşkes görüşmelerine kapı aralamasını eklediğimizde, sonuç olarak diyebiliriz ki, güvenlik kaygısıyla savaşı kışkırtan ve Şam'ı yıkmak için yedi yıl boyunca bilumum cihatçıları destekleyen İsrail için sonuç “elde var sıfır”dır!
 
Bu iflas aynı zamanda ABD'nin de iflasıdır. Çünkü Suriye topraklarında Kürtler üzerinden edindiği Fırat'ın doğusundaki pozisyonu dışında ABD'nin elinde ne somut bir şey ne de müdahil olabilecek bir alan kalmış oldu. Güney cephesi operasyonu öncesinde cihatçıların tahliyesi konusunda Rusya ve Ürdün'le anlaşmaya varmasını sağlayan bu mecalsizliktir.
 
Suriye savaşında dengeler değişirken ABD neden sessiz?
 
Fırat'ın doğusunda önemli gelişmeler yaşanırken de ABD'nin sesi soluğu çıkmıyor. Bizzat ABD'nin oluşturduğu Demokratik Suriye Güçleri'nin (QSD) siyasi kanadı Demokratik Suriye Meclisi (MSD) Şam'la siyasi diyalog sürecini başlattı. PYD'ye alternatif olarak kurulan Suriye Gelecek Partisi, MSD ile Kuzey Suriye ve Rojava'dan farklı siyasal eğilimlerin temsilcilerinden oluşan bir heyetin Suriye hükümeti ile görüşmelerde bulunmak üzere 26 Temmuz günü Şam'a gittiği duyuruldu.[2]
 
Şu an için her ne kadar somut bir anlaşmaya varıldığı ilan dilmediyse de bu görüşme sürecinde önemli gelişmeler kaydedildi. Ama ilginç bir şekilde bu süreçte ABD sessiz! Afrin'de PYD/YPG'nin Şam'la anlaşmaya vardığı halde, sonradan müdahil olan ve QSD üzerinden anlaşmayı bozan ABD şimdi niye sessiz? Afrin'e müdahil olan, ama tutunduğu tek yer olan Fırat'ın doğusunda QSD'nin Şam'la görüşmelerine seyirci kalan ABD'nin buralara dair bir sinsi planı yoksa, süreç, ABD iç kamuoyu açısından sıkıntılıdır. Kürtlerin Şam'la görüşmelerinden belki de QSD üzerinden Suriye'deki siyasi çözüm sürecini Cenevre'ye tahvil etme planları olabilir, ama hem Suriye'deki pozisyonu açısından hem de İsrail'in güvenliğini tesis etme hedefinin tamamen hayal olduğu gerçeği açısından bakıldığında, bu süreçteki sessizlik, ABD iç kamuoyu için sıkıntılı olmalı.
 
Ne de olsa, Obama'nın “eğit-donat” projesinden bu yana ABD vatandaşlarının vergilerinin hangi “ulusal amaç” için harcandığı konusu, ABD'li yöneticilerin başını ağrıtmıyor değil. Trump her ne kadar savaşların finansını bölgedeki kukla diktatörlere yüklese de, ABD'nin oldukça şişkin savunma bütçesi için yurttaşlara sunulan gerekçeler olmalıydı. Bu gerekçeler,  Suriye savaşı ile İran'a yönelik agresif tutumun yanı sıra her kıtada ve neredeyse her ülkeyle sürdürülen savaş gerilimlerinden oluşuyordu. Şimdi gelinen noktada savaş kışkırtıcılığı ve gerilim siyaseti kimi alanlarda kendini  tüketmiş görünüyor; tıpkı Katar ve Kuzey Kore sürecinde olduğu gibi…
 
Trump'ın başkanlık koltuğuna oturur oturmaz ilk gerilim siyasetini başlattığı ülke Katar'dı. Bu kışkırtıcılık siyasetinin ömrü bir yıl bile sürmedi. Trump alacaklarını aldıktan sonra bu yılın Nisan ayında Katar Emiri Şeyh Temim'i Beyaz Saray'da ağırladı. Daha geçen yıl “terörü finanse etmekle” suçladığı Katar Emiri için “dostum” ve “harika bir beyefendi” ifadelerini kullandı. Birbirlerine karşılıklı methiyeler dizen iki lider, siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirmeye karar verdiler, ABD'lilere 50 binden fazla iş imkanı yaratacak yeni ticari anlaşmaları konuştular… Bu gerilimin ömrü buraya kadardı.
 
Keza Kuzey Kore ile, sanki hemen yarın savaş başlayacakmış gibi bir gerilim yaşandı ama bu gerilim bu yılın Haziran ayında sona erdi. Trump ile Kim Jong-un'un 12 Haziran'da Singapur'da gerçekleşen buluşması için “tarihi zirve” ifadesi kullanıldı. Gazetelerin “Tüm dünya tarihi zirveyi izliyor” manşetleriyle verdikleri buluşmada her iki liderin yorumu ortaktı: “İlişkiler harika”… Bu kadar!
 
Bunun yanı sıra savaş siyasetinin odağındaki İran'la ülkesini savaşın eşiğindeymiş gibi gösteren Trump, nükleer anlaşmadan tek taraflı olarak çekildi, bu ülkeye yaptırım kararı aldı. Ama hem anlaşmadan çekilme hem de İran'a yaptırım uygulanması ile ilgili talepleri AB ülkelerinde pek karşılık bulamadı. Yani karşımızda şöyle bir tablo var: Trump, savaş ve gerilim siyaseti taktiklerini tüketiyor ve giderek yalnızlaşıyor. Bu kadar basit olmasa da şu anda tablo bunu gösteriyor. Bu durumda Trump'ın gerilimi başka alanlara taşıma ve iç kamuoyu için gündem oluşturma stratejilerine tutunmaya devam ettiğini düşünebiliriz.
 
Aynı şey AKP için de geçerlidir. Elbette ki ABD, Suriye'deki denklemden çekilecek değildir. Ama önümüzdeki süreçte “Suriye'deki savaşların anası”, İdlip operasyonu gündemleri işgal edecektir. ABD bu cephedeki savaşa sadece Türkiye üzerinden müdahale edebilir. Nedeni de açıktır. Daha önce defalarca dile getirdiğimiz sebeplerden dolayı Suriye açısından İdlip savaşı, bir Türkiye/AKP sorunudur.
 
İdlip: Suriye için kurtuluş savaşının, diğerleri için kapışmanın finali
 
Daha önceleri İdlip savaşı ile ilgili Suriye hükümetinin “Orası Türkiye'nin sorunudur” şeklinde bir tutum içinde olduğunu dile getirmiştik. Gerçekte İdlip savaşında en çok başı ağrıyacak olanın Türkiye olacağı doğrudur. Ama bununla da sınırlı değil. İdlip, Suriye savaşına eli değen bütün taraflar açısından çok uluslu çatışma ve kapışmaların merkezidir aynı zamanda.
 
İdlip'ten Afrin'e ve Cerablus'a kadar Türkiye sınırında geniş yay çizen bir alan, çok fazla sayıda ve çeşit çeşit cihatçıların merkezi haline geldi. Biriken cihatçıların merkez üssü olan İdlip, savaşın başından itibaren Asya'dan Suriye cihadına gelen Türkistaniler ile Çeçenlerin mevzilendikleri bölgedir. Rusya ve Çin'in arka bahçelerinden toplaşıp gelen bu cihatçılar, 2015'te İdlip'in işgalinden sonra bölgede önemli bir pozisyon edindiler. Hatta bu süreçte “Çeçen Ömer” lakaplı Ömer el-Şişani gibi IŞİD merkez yöneticiliğine kadar tırmananlar oldu. Bilindiği gibi Türkistan İslam Partisi, kendilerini “Nusayri rejim ve mücrim ortaklarına karşı Şam ehline yardım etmek için hicret eden ilk grup” olarak tanıtan ve Suriye'deki cihatçılar arasında “muhacir mücahitler” diye isimlendirilen Orta Asyalı cihatçılardan oluşuyor. Nusra Cephesi'nden sonra pozisyonunu en fazla güçlendiren de bu örgüt ve onu kuran Uygur Türkleri oldu.
 
Bu süreçte savaş deneyimi kazanan ve fazlasıyla bilenen bu “muhacir” cihatçılar, Rusya ile Çin açısından önemli bir ulusal tehdit oluşturmaktadırlar. O yüzden savaşın final kısmına Çin de dahil olma talebini dile getirdi ki, bu zaten beklenen bir şeydi. Ama tabii ki dahil olma isteği sadece bununla sınırlı değil. Rusya açısından Suriye'deki pozisyonu nedeniyle hem final hem de ulusal güvenlik sorunudur. Çin açısından da Suriye'nin yeniden inşasında rol kapmanın meşru zeminini sağlama alma söz konusudur. Suriye'yi yıkanların da Suriye'nin yeniden inşası sürecine seyirci kalmayacakları açıktır. Bu yüzden İdlip (ve Suriye'nin kuzey batısı) savaşı üzerinden çok taraflı kapışmaların olacağını tahmin etmek zor değildir. İşte bu yüzden Suriye'deki “savaşların anası” İdlip savaşıdır.
 
Türkiye için İdlip savaşının anlamı
 
Türkiye açısından İdlip, yabancı cihatçıların geçiş kapısı, cihada giden yardımların ilk durağı ve radikal unsurların ilk savaş deneyimi kazandıkları yerlerden biridir. Özellikle 2013 yılında kaydedilen ilk geçiş noktası olmasından bu yana silahlı grupların mevzilenerek en uzun süre kalıcılaştıkları bölgedir. Bu zamana kadar bölgedeki cihatçılara, Suriye'nin bütün cephelerinden tahliye edilen bilumum cihatçı gruplar da eklendi. Türkiye'nin Astana mutabakatında garantör olduğu gruplara, Suriye'de savaşan diğer bütün gruplar eklendi. Bu yüzden Türkiye'nin üzerindeki bela katlanarak devasa boyutlara ulaştı.
 
Tahminlere göre ilk etapta Suriye ordusu kapsamlı bir İdlip savaşı yürütmeden, başta Cisr eş-Şuğur olmak üzere kentin batı kırsalından doğru adım adım bir kuşatma harekatı yürütecek. Bu süreçte Türkiye'nin Astana sürecinde verdiği taahhütleri yerine getirmesi istenecek. AKP şimdiye kadar yerine getirmediği “gerilimi azaltma” görevini bu kez yerine getirmek isteyecek mi ya da getirebilecek mi? Ve en önemlisi bunu nasıl yapacak? Bu süreçte daha önceki cephelerde olduğu gibi yeni bir kimyasal provakasyon da olabilir, “İdlip'te katliam var” yaygarası da koparılabilir, sınıra mülteci yığarak BM'ye “insani müdahale” çağrıları da yapılabilir. Zira İdlip savaşı arifesinde AKP, Suriyeli sığınmacıların kaldığı beş mülteci kampını kapatıp buradaki sığınmacıları sınıra taşıma kararı aldı.[3] Gaziantep, Adıyaman ve Mardin'deki beş mülteci kampının kapatılıp, buradaki 34 bin 180 sığınmacının İdlip sınırındaki kamplara yerleştirilmesi kararı oldukça kritiktir. Bu süreçte propaganda araçlarının sığınmacılar üzerinden çeşitlendirilmesi olasıdır. Ama bütün bunlara rağmen İdlip savaşının “sıfır saati” geldiğinde, AKP hükümetinin fazla manevra yapma şansı kalmayacaktır.
 
Bu durumda AKP'nin önünde en fazla üç seçenek görülüyor. Öncelikle Astana mutabakatının gereğini yerine getirecek ya da bu savaşın bir tarafı olacaktır. Bu durumda iki seçenek var gibi görünse de, aslında AKP açısından “hendek-deve” gibi bir çıkmaz da söz konusudur: Ya atlarsın, ya düşersin! AKP'nin boğazına kadar battığı bu savaşta ne atlama, ne düşme ne de vazgeçme seçeneği vardır. Yani gerilimi azaltma taahhüdü gereği radikal unsurları savaşla baş başa bırakıp arkasını dönmek de çözüm değil, aksine tam anlamıyla büyük bir belaya davetiye çıkarmak olur. Çünkü yedi yıldır cihatçılara yol verme ve garantör olmanın ardından, “yedi yıldır cihat kapısı olarak işlev gören sınırları kapatmak” gibi bir hamle, intikam saldırılarının hedefi olmak anlamına gelir. Öte yandan “cihatçılara arka çıkıp onlar lehinde savaşa dahil olmak” gibi bir seçenek de apayrı bir felaket demektir. Üçüncü yol olarak sınırları kapatıp İdlip'teki cihatçıları kuzeye kaydırma ve bu arada başta Münbiç olmak üzere Fırat'ın doğusuna yönelik savaş tehditlerini yükseltip bu cihatçılara alan açma stratejisi güdülebilir. Böyle bir taktik, hem iç kamuoyuna yönelik gündem oluşturmak, hem de uluslararası toplumu ve müttefiklerini savaşı durdurmaya yönelik harekete geçirmek için kurgulanabilir. Ama bu da çözücü değil, sadece sorunun yakıcı sonuçlarını ötelemeye yarayabilir.
 
Sonuç itibarıyla görünen o ki, Suriye savaşının bölgesel/küresel bütün muhataplarının ellerindeki bütün kozlarıyla restleşecekleri alan İdlip olacaktır. O yüzden ülkelerin birbirleriyle anlaşmalarının da “Ver papazı, al papazı” gerilimlerinin de final alanı İdlip savaşında olacaktır. Bütün gözler İdlip'te olsun!
 
Hamide Yiğit
sendika.org 
 
Dipnotlar:
 
[1] http://www.almayadeen.net/reports/895523/%D9%88%D8%B5%D9%88%D9%84-%D9%82%D9%88%D8%A7%D8%AA-%D8%A7%D9%84%D8%A3%D9%85%D9%85-%D8%A7%D9%84%D9%85%D8%AA%D8%AD%D8%AF%D8%A9-%D9%84%D9%85%D8%B1%D8%A7%D9%82%D8%A8%D8%A9-%D9%81%D8%B6-%D8%A7%D9%84%D8%A7%D8%B4%D8%AA%D8%A8%D8%A7%D9%83-%D8%A5%D9%84%D9%89-%D8%A7%D9%84%D8%AC%D9%88%D9%84%D8%A7%D9%86
 
[2] Sendika.Org, “Rojavalı yetkililer Şam'da: Taraflar arasındaki temaslar sıklaşıyor”, 27 Temmuz 2018.
 
[3] Hürriyet, “5 mülteci kampı kapatılacak, Suriyeliler sınıra taşınacak”, 1 Ağustos 2018.
Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar