506357Image1.jpg

Bir din olarak tıp

Bilim artık insanların inandığı bir din. Esasında bilim, diğer her türden din gibi, kendi yapısını teşkil edip düzene sokma noktasında başvurduğu farklı biçimleri ve düzeyleri tanıyor. İnce ince, ihtimamla örülmüş dogmanın detaylandırılıp beslendiği süreç, pratikte kendisine bugün “teknoloji” dediğimiz alana denk düşen bir ibadet sahası buldu. Bu yeni din savaşının ana kahramanı ise tıp...

14 Mayıs 2020 Perşembe
Uzun zamandır apaçık görüldüğü üzere bilim artık insanların inandığı bir din.
 
Modern Batı, üç büyük inanç sistemine tanık oldu ve bu üç sistem, hâlen daha birlikte var olmaya devam ediyor: Hristiyanlık, kapitalizm ve bilim. Modernitenin tarihinde bu üç “din” birçok kez iç içe geçti, zaman zaman çatıştı, bazen uzlaştı ama bir biçimde ortak çıkar adına, gerçek bir işbirliği hâlini almasa da, bir tür barış içinde bir arada yaşamayı esas alan bir biçime kavuştu.
 
Yeni oluşan gerçeklik dâhilinde iki din ile bilim arasındaki gizli ve giderilemeyen çatışma, biz fark etmeden yeniden açığa çıktı. Bu çatışmada bilim, gözümüzün önünde bir dizi zafer elde etti ve kendisinden bekleyen bir işleyiş dâhilinde varoluşumuzun tüm yönlerini belirledi. Söz konusu çatışma geçmişte yaşandığı için, teoriyi ve genel ilkeleri değil kültürel pratiği bağlıyordu.
 
Esasında bilim, diğer her türden din gibi, kendi yapısını teşkil edip düzene sokma noktasında başvurduğu farklı biçimleri ve düzeyleri tanıyor. İnce ince, ihtimamla örülmüş dogmanın detaylandırılıp beslendiği süreç, pratikte kendisine bugün “teknoloji” dediğimiz alana denk düşen bir ibadet sahası buldu.
 
Bu yeni din savaşının ana kahramanının tıp olması, hiç şaşırtıcı değil. Bu dinin doktrin temelli teolojisinde belirgin bir yumuşaklık ve pragmatizm mevcut. Tıbbın hedefinde, insanların canlı bedeni duruyor. Şimdi ilerleyen süreçte bu muzaffer dinin giderek daha fazla hesaba katmak zorunda kalacağımız temel özelliklerini belirlemeye çalışalım.
 
1) Tıpkı kapitalizm gibi tıbbın da ilk özelliği özel bir dogmaya ihtiyaç duymaması, sadece temel kavramlarını biyolojiden ödünç almasıdır. Ama biyolojiden farklı olarak tıp bu kavramları gnostik-maniheist anlamda, yani ikilikçi bir karşıtlık temelinde ele alır. Bu karşıtlığın bir yanında bakteri ve virüsler türünden özel ajanlara sahip bir şeytan ya da kötü ilke anlamında hastalık; diğer yanında ise tapılacak birer fail olarak doktorlara ve terapiye sahip olan sağlığı değilse de iyileşme sürecini ifade eden tanrı ya da faydalı ilke durur.
 
Her türden gnostik inançta görüldüğü üzre, iki ilke net bir biçimde ayrılmışsa da pratikte bunlar bulaşık unsurlardır. Dolayısıyla faydalı ilke ve onu temsil eden doktor yanlışlar yapabilir, bilinçsiz bir biçimde düşmanla işbirliğine gidebilir, ama bu durum ikilikçiliğin gerçekliğine asla halel getirmez, faydalı ilke, mücadelesini ona ibadet ederek sürdürmek zorundadır. Asıl önemli olan da stratejinin, bu dinin teologları olan bilim temsilcileri tarafından belirlenmesidir. Kendi başına belirli bir yere sahip olmayan viroloji, biyolojiyle tıp arasındaki sınırı teşkil eder.
 
2) Bugüne dek ayinler türünden ibadetler ara ara ifa edilen uygulamalardı ve süreleri kısıtlıydı. Ama şimdi başka bir olguyla karşı karşıyayız, zira burada ibadet, kesintisiz ve her yere nüfuz edecek cinsten.
 
Artık gerektiğinde ilâç almak, tıbbi muayeneden geçmek veya ameliyat olmak önemli bir mesele değil. İnsanların tüm hayatı, her daim kesintisiz süren bir kutlama alanı hâline gelmek zorunda.
 
Bir düşman olarak virüs, her daim aramızda. Onunla acımasız bir biçimde mücadele edilmeli, ona asla göz açtırılmamalı.
 
Hristiyanlık dini de bu türden totaliter eğilimlerden haberdardı, ama bunlar, sadece bir avuç insanı, bilhassa “aralıksız dua et” şiarıyla hareket eden ve tüm varlığını bu pratiğe adamayı seçen keşişleri ilgilendiren meselelerdi.
 
Tıp, bu Aziz Paul'cü reçeteyi aldı ama onu ters yüz etti. Eskiden keşişler manastırda bir araya gelip dua ederlerdi, gelgelelim bugün ibadet sürekli yapılmalı ama bu esnada kişiler birbirinden ayrı, belirli bir mesafede durmalı.
 
3) İbadet artık ücretsiz ve gönüllü değil. Sadece ruhani düzenin yaptırımlarına tabi ama öte yandan kabul edildiği ölçüde zorunlu.
 
Din ile dindışı iktidar, ilk defa bir araya gelmiyor. Bunda yeni bir şey yok. Asıl yeni olan, tarikatlarda görüldüğü üzere, dogmalara hâkim olma, bu konuda ustalaşma değil, sadece ibadeti yüceltme meselesiyle ilgilenilmesi.
 
Dindışı iktidar, tıp dininin artık tüm hayatı kapsayan ayinlerinin pratikte vakit atlamadan icra edilmesini güvence altına almak zorunda. Bu gördüğümüz, akla dayalı bilimsel bir ihtiyacın giderilmesi değil, bir tür ibadet pratiğidir.
 
Ülkemizde insanların çoğu, kalp-damar hastalıkları yüzünden ölmeye devam ediyor. Dolayısıyla sağlıklı bir yaşama sahip olmamıza ve uygun bir beslenme düzenine uymamıza bağlı olarak bu ölümlerin azaltılacağına inanılıyor.
 
Gelgelelim hastalarına önerdiği bu yaşama ve beslenme biçiminin yasal mevzuata tabi olabileceği, bu mevzuat uyarınca hastaların neler yiyeceğine, nasıl yaşayacağına karar verileceği, tüm varlığın sağlıkla alakalı bir yükümlülüğe dönüştürüleceği, bugüne dek hiçbir doktorun aklına gelmemiştir.
 
Bu söylenenler oldu ve artık insanlar, hareket etme özgürlüğünden, çalışma hakkından, arkadaşlıklarından, sevgilerinden, toplumsal ilişkilerinden, dinî ve politik inançlarından feragat edebileceklerini ortaya koydular.
 
Burada asıl üzerinde durulan husus, Batı'nın diğer iki dininin, İsa'nın dininin ve para dininin üstünlüğünü hiç kavga etmeden tıbba ve bilime terk etmiş olmasıdır.
 
Kilise, ilkelerini en yalın biçimiyle inkâr etti, bugün papaya ismini veren azizin bir zamanlar cüzzamlıları kucakladığını, insanlara maddi-manevi yardımda bulunma işinin hastaları ziyaret etmek olduğunu, ayinlerin ancak bizzat din adamlarının katılımıyla icra edilebileceğini unuttu.
 
Kimi tepkilerle karşılaşsa da kapitalizmse hiçbir vakit açıklama cüretinde bulunamadığı üretim kayıplarını kabule yanaşmadı ve muhtemelen kendisiyle bu noktada uzlaşmak istiyormuş gibi görünen yeni dinle bir anlaşmaya varmayı umdu.
 
4) Tıp dini eskatalojisini, onu zaten terk etmiş olan Hristiyanlıktan ödünç aldı. Teolojideki selamet paradigmasını laikleştiren kapitalizm, zamanın sonu fikrini çoktan ortadan kaldırmış, onun yerine kefareti içermeyen, günahları arındırmayan veya sonu bulunmayan sürekli kriz hâlini koydu.
 
Krisis sözcüğü esasen tıbbi bir kavramdı ve Hipokrat'ın eserlerinde doktorun hastanın hastalıktan kurtulup kurtulmayacağına karar verdiği anı ifade ediyordu. Teologlar bu terimi aldılar ve son gün verilen nihai kararı ifade etmek için kullandılar.
 
Bugün şahit olduğumuz istisna hâli üzerinden Hristiyanlıktaki nihai zaman fikri ile kapitalizmdeki kalıcı kriz anlayışının tıp dini eliyle birleştirildiğini söylemek mümkündür. Bahsi edilen dünyanın ve hayatın sonunda karar alma işlemi her zaman devam eder, son hem hızla yaklaşır hem ertelenir, onu yönetmek için aralıksız çaba sarf edilir, ama sorun hiçbir zaman sonsuza dek çözüme kavuşmaz Bu, tıpkı Hipokratçı doktor gibi, hastasının ölüp ölmeyeceğine karar veremediği, sonuna geldiğini hisseden bir dünyanın dinidir.
 
5) Tıp dini, kapitalizm gibi, ama Hristiyanlıktan farklı olarak, kefarete ve selamete dair ihtimallerden söz etmez. Bilâkis, amaç edindiği iyileştirme pratiği, şeytan olarak virüs sonsuza dek ortadan kaldırılamadığı, sürekli değiştiği, yeni ve daha riskli biçimler aldığı için, geçici sonuç verir.
 
Terimin etimolojisinde ortaya konduğu biçimiyle epidemi (salgın) esasen politik bir kavramdır, çünkü demos Yunancada politik yapı olarak halkı ifade ederken, polemos epidemios, Homeros'ta “iç savaş” anlamında kullanılan, ileride dünya siyasetinin veya siyaset dışılığın yeni zemini hâline gelecek olan bir tabirdir.
 
Muhtemelen bugün tanık olduğumuz salgın, birçok siyaset bilimcinin dile getirdiği biçimiyle, eski dünya savaşlarının yerini alan ve dünya genelinde cereyan eden bir iç savaştır. Bugün tüm uluslar ve halklar birbirleriyle kesintisiz bir savaş hâlindedirler, çünkü mücadele ettikleri o görünmez ve tarifi zor düşman, içimizdedir.
 
Tarihte birçok kez görüldüğü üzere felsefeciler, bir kez daha dinle çatışma içerisine girmek zorunda kaldılar. Ama bu din artık Hristiyanlık değil, genelde bilim özelde bir din biçimi kazanmış olan tıptır.
 
Ateş yeniden yanar mı, kitaplar tekrar okunur mu bilmem ama kesin olan şu ki hakikat arayışı içinde olup herkese hükmeden yalanları redde tabi tutanların düşüncesi, eskiden olduğu gibi gene dışlanacak, bu kişiler yalan haberler yaymakla suçlanacaklar (oysa bu insanlar haber değil fikir yayıyorlar ve gerçek, haberden daha önemlidir!)
 
İster gerçek olsun ister yalan, tüm olağanüstü hâllerde bir kez daha karşımıza, sebep oldukları talihsizliklerden kâr elde etmeye çalışan alçaklar ve felsefecilere iftira atan cahiller çıkıyor, çıkmaya da devam edecek. Bu, dün olduğu gibi yarın da başımıza gelecek ama kimse şahit için şahitlik edemeyeceğinden, hakikate şahitlik edenler, bu şahitliğin kesintiye uğramasına asla izin vermeyecekler.
 
Giorgio Agamben
İştiraki
Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar