17356-indir.jpg

Batı modelinin çöküşü

Kısacası, bugünkü isyan, hem Avrupa Birliği üyeleri üzerindeki yetmiş beş yıllık Anglosakson egemenliğinin, hem de küreselleşmiş sermayenin aşırı yoğunlaşmasının sonucudur. Bu iki buhran birbirine eklemlenerek, etkisiz hale getirilmezse herkesin aleyhine patlayacak olan bir saatli bomba halini almaktadır.

26 Ekim 2020 Pazartesi
Kapitalizm ve demokrasiyi temel alan Batı modeli, artık ne kamu yararını savunmayı, ne de halkın egemenliğini teminat altına almayı başarabilmektedir. Bu iki başarısızlığı biriktirerek, topyekun bir devrimin iki bileşenini bir araya getirmektedir.
 
Kapitalizmin buhranı
Tarihsel olarak, Batı'nın buhranı 1929'da Amerikan kapitalizminin buhranıyla başladı. O zamanlar kitapların ve gazetelerin çoğu, sermayenin belli ellerde yoğunlaşmasının birçok alanda rekabeti önleyerek ekonomiyi kısırlaştırdığını iddia ediyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nde kıtlık şiddetlenirken, dönemin basını bu ekonomik çıkmazın üstesinden gelinmesi için üç siyasi model önerisinde bulunuyordu:
 
- Tüm bireysel girişimleri yok etme tehlikesi altında üretim mallarının tamamının millileştirilmesi ile Leninizm;
 
- Sermayenin yoğunlaşmasına karşı savaşmayı değil, çalışanların istismarcı işverenler karşısındaki tüm direnme olasılıklarını kaybetme riskini göze alarak onu şirketler içinde örgütlemeyi planlayan, Lenin'in İtalya'daki eski temsilcisi Benito Mussolini'nin faşizmi;
 
- Büyük şirketlerin tasfiye edilmesiyle birlikte rekabetin yeniden tesis edildiği sürece teknolojinin ekonomiyi canlandırması ve çözüm getirmesi (Simon Patten doktrinine göre) gerektiğini düşünen Franklin Roosevelt'in ilerlemeciliği.
 
Lenin, iç savaş koşullarında geliştirdiği iktisat teorisinin başarısız olduğunu bizzat tespit etti. Daha sonra dış ticareti serbestleştirdi ve hatta Sovyetler Birliği'nde birkaç özel şirketin kurulmasına izin verdi (Yeni Ekonomik Politika - NEP). Faşizm ancak korkunç bir baskı pahasına gelişebilirdi. II. Dünya Savaşıyla süpürüldü. Ronald Reagan ve Margaret Thatcher'ın dereglementasyonuyla (her türlü düzenlemenin ortadan kaldırılması – ç.n.) karşı karşıya kaldığı 1980'lere kadar ilerlemecilik kural olarak kaldı.
 
Bu dördüncü model de küreselleşme nedeniyle orta sınıfların yok olmasıyla da sorgulanmaktadır. Başkan baba Bush, SSCB'nin yıkılmasıyla birlikte Washington ile Moskova arasındaki askeri rekabetin yerini refah arayışının alması gerektiğine inanıyordu. Bazı ABD şirketlerine Çin Komünist Partisi ile ittifak kurma ve fabrikalarını Çin'e taşıma yetkisi verdi. Çinli işçiler hiç eğitilmemiş olsalar bile, emeklerinin maliyeti Çin'de ABD'dekinden yirmi kat daha düşük olduğundan, bu şirketler devasa karlar elde ettiler ve bu da belirli sektörlerde 1929'dakinden çok daha güçlü bir yoğunlaşmayı dayatmalarına imkan verdi. Ayrıca, kârlarının büyük bir kısmını artık mal ve hizmet üretiminden değil, nakit gelirlerinden elde ediyorlardı. Kapitalizm bir kez daha doğasını değiştiriyordu. Artık üretken değil, ama mali bir hal almıştı.
 
Zamanla eğitim alan Çinli işçiler bugün itibariyle ABD'li işçiler kadar pahalı hale geldi, bu yüzden artık üretimde yerelliğin terk edilmesi süreci bu kez Vietnam ve Hindistan lehin olmak üzere kendi ülkelerini etkiler hale gelmiştir. Başlangıç noktasına geri dönmüş bulunuyoruz.
 
Üretimlerini Çin'e taşıyan ve faaliyetlerini malileştiren ABD şirketleri, « ekonomik küreselleşme » ideolojilerini yeni teknolojilerin kullanımının küreselleşmesi ile birleştirmeyi başardılar – ki bu birbiriyle ilgisi olmayan iki şeydir. Nitekim tanım olarak yeni teknikler dünyanın her yerinde kullanılabiliyor olsa da, enerji ve hammadde gerektirdikleri için aynı anda kullanılmaları mümkün değildir.
 
Dolayısıyla Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'i dünyayı ikiye bölmeye ikna ettiler: bir yanda ABD, Rusya ve Çin çevresinde küresel bir tüketim bölgesi, diğer yanda ilkini beslemekle yükümlü bir kaynaklar bölgesi. Bölge halkı George W. Bush'un « sonsuz savaş » adını verdiği bu projeye karşı direnemesin diye Pentagon daha sonra genişletilmiş Ortadoğu'daki devlet yapılarını yok etmeye karar verdi. Nitekim Afganistan, Irak, Libya, Suriye ve Yemen'de her seferinde farklı nedenler olduğu iddia edilen ama hep aynı saldırganlarla, cihatçılarla yürütülen ebedi savaşlar başlatıldı.
 
2017'de Donald Trump ve Xi Jinping, ilki korumacı milliyetçilik, ikincisi ise ekonomik milliyetçilik yoluyla olmak üzere, aynı anda bu fenomene karşı savaşmaya karar verdiler. Bununla birlikte, Trump tarafından önerilen vergi reformu Kongre tarafından reddedildi: Border Ajustment Act ihracatın serbestleştirilmesini ve tüm ithalatın % 20 oranında vergilendirilmesini öngörüyordu. Xi Jinping, daha sonra ÇKP'nin XIX. Kongresi sırasında, şirketlerin hedeflerinin Ulusun hedeflerine uygunluğunu izlemek üzere Birleşik Cephe adı altında yeni bir organ oluşturdu. Her büyük şirketin yönetim kuruluna bir devlet temsilcisi dahil edildi.
 
Trump'ın vergi planını onaylatmakta başarısız olması, sadece Çin'e karşı bir gümrük vergisi savaşı ilan ederek aynı faydaları elde etmeye kalkışmasına neden oldu. ÇKP buna hem iç pazarını geliştirmeye hem de üretim fazlasını Avrupa'ya yönlendirmeye çalışarak yanıt verdi. Avrupa bunun hemen bedelini ödedi. Her zaman olduğu gibi, yöneticiler halklarının kötü durumuna dikkat etmediklerinde, ekonomik sorun bir siyasi buhrana neden olur.
 
Demokrasinin buhranı
Şeylerin ortaya çıkmasına dayanan yaygın inanışın aksine, devrimleri tetikleyen yeni bir siyasi rejim tercihi değil, ortak çıkarların savunulmasıdır. Modern dünyada hala vatanseverlik geçerliliğini korumaktadır. Her halükarda, isyan edenler, haklı ya da haksız bir şekilde, yöneticilerinin yabancı çıkarların hizmetinde olduğuna, artık müttefik değil düşman olduklarına inanırlar.
 
II. Dünya Savaşı'ndan sonra hüküm süren uluslararası düzenin, bir çeşit demokrasi ya da bir çeşit proletarya diktatörlüğü yoluyla olsun, kamunun çıkarlarına hizmet etmesi varsayılıyordu. Ancak bu sistem, NATO ya da Varşova Paktı üyeleri gibi egemen olmayan devletler var olduğu sürece çalışamazdı. Zaman zaman bu devletlerin liderleri, halklarına ihanet etmek ve efendilerine, ABD'ye veya SSCB'ye hizmet etmek zorunda bırakıldı. Bu sistem, doğru ya da yanlış olsun, herkes tarafından barış içinde yaşamak için şart görüldüğü sürece her zaman kabul görmüştür. Bu gerekçe bugün için geçerliliğini yitirmiştir, ancak artık meşruiyetini kaybetmiş olsa da NATO hala ayaktadır.
 
ABD ve Birleşik Krallık'ın bir tür yabancı Lejyonu olan NATO, Avrupa Birliği haline gelen şeyi tasarladı ve yarattı. Başlangıçta Batı Avrupa'yı Batı kampına ayrılmaz bir şekilde bağlamak söz konusuydu. Bugün, antlaşmalar yoluyla, Avrupa Birliği savunmasını NATO'ya tabi kılmış durumdadır. Uygulamada, AB halkları için, Kuzey Atlantik İttifakı, AB'nin sivil kanadı olduğu bir bütünün askeri kanadıdır. NATO kurallarını dayatmakta, ihtiyaç duyduğu altyapıları inşa ettirmekte ve şeffaf olmayan kurumlar aracılığıyla kendine fon sağlamaktadır. Bütün bunlar, örneğin Avrupa Parlamentosu'nun sadece Komisyon tarafından sunulan NATO metinlerini onaylarken aslında kuralları onaylamış olduğunu anlattığımız sakinlerinin gözlerinden gizlenmektedir.
 
Hiç şüphe yok ki, gıklarını çıkarmadan maruz kalmalarına karşın yurttaşlar bu örgütü kabul etmemektedirler: Avrupa Anayasası fikrine sürekli olarak karşı çıkmışlardır.
 
Buna koşut olarak, demokrasi kavramı da derinden dönüştürülmüştür. Artık « halkın iktidarını » teminat altına almak değil, ama « hukukun üstünlüğüne » boyun eğmek söz konusudur; bunlar birbiriyle uzlaşmaz iki kavramdır. Bundan böyle yargıçlar, hangi davacıların kendilerini temsil etme hakkına sahip olup, hangilerinin bundan mahrum kalacaklarına halkın yerine karar vermektedirler. Halklardan yargı sistemlerine yönelik gerçekleşen bu egemenlik devri, Anglosaksonların AB üyeleri üzerindeki etkili egemenliğini sürdürmek için elzemdir. Brüksel'in Polonya ve Macaristan'a « hukukun üstünlüğünü » acımasızca dayatması bu yüzdendir.
 
İsyan
ABD'de sıradan insanların Barack Obama yönetiminde yaşam düzeylerinin çökmesi Donald Trump'ın seçilmesine yol açmıştır. ABD ile Çin arasındaki gümrük savaşının bir sonucu olarak Avrupa'dan üretimin dış ülkelere nakli sürecinin hızlanması, Fransa'daki sarı yelekliler hareketini ateşlemiştir.
 
Bu halk isyanı, hareketin ilk haftalarında somutlaştı (Étienne Chouard'ın Yurttaş Girişimi Referandumu —RİC—talebi ile birlikte). Komedyen Coluche'un 1981'de Fransa başkanlığına adaylık çizgisinde (« G.lerine koymak için hep birlikte ») ve İtalyan komedyen Beppe Grillo'nun 2007'deki gösterileri sırasında (« Vaffanculo », yani, S.tirip gitsinler) belirginleşmektedir. Zaman içerisinde, alaya her geçen gün daha şiddetlenen ve daha da müstehcenleşen bir öfke eşlik etmektedir.
 
ABD'nin askeri egemenliğinin reddi sorununun ekonomik küreselleşmenin önüne geçtiğini, ancak isyanı başlatanın ikincisi olduğu anlaşılmalıdır. Aynı şekilde, ülke bayrağı elde Sarı Yeleklilerin vatansever taleplerini, Ulusun simgelerine saldıran, Arc de Triomphe'u ve Marseillaise heykelini tahrip eden, onların hareketinin kontrolünü ele geçiren Troçkistlerin taleplerinden ayırmalıyız.
 
Kısacası, bugünkü isyan, hem Avrupa Birliği üyeleri üzerindeki yetmiş beş yıllık Anglosakson egemenliğinin, hem de küreselleşmiş sermayenin aşırı yoğunlaşmasının sonucudur. Bu iki buhran birbirine eklemlenerek, etkisiz hale getirilmezse herkesin aleyhine patlayacak olan bir saatli bomba halini almaktadır. Bu isyan şimdi sorunun gerçek bir farkındalığına ulaştı, ancak Avrupalı yöneticiler tarafından bastırılmaması için gerekli olan olgunluğa henüz sahip değildir.
 
Yöneticiler ortaya çıkan sorunları çözmeye dahi çalışmayarak, sorumluluklarını üstlenmeden ayrıcalıklarından olabildiğince uzun süre yararlanma derdindedirler. Böyle yaparak ya savaşa sürüklemek ya da büyük bir şiddetle devrilme tehlikesiyle karşılaşmaktan başka bir seçenekleri kalmamaktadır.
 
Thierry Meyssan
Çeviri: Osman Soysal
Voltairenet
Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar