zafer.jpg
  • Anasayfa» 
  • Analiz»
  •  Kum İlim Havzası'nın üstesinden geldiği şeyin Kremlin niçin üstesinden gelemedi?

Kum İlim Havzası'nın üstesinden geldiği şeyin Kremlin niçin üstesinden gelemedi?

İran'ın başarılı bir dış politika yürütmesinin nedeni, iktidardaki karar alma mekanizmalarının ve yönetim sisteminin çekirdeğinin, İslam'ın ahiret hesap verebilirlik paradigması tarafından yönlendirilen liderlerin elinde olmasında yatmaktadır. Başlarında sarık, ellerinde tespih olan adamlar, KGB memurlarından veya Harvard mezunlarından çok daha basiretli devlet adamları olduklarını kanıtladılar.

4 Mayıs 2022 Çarşamba

İNTİZAR - Küresel politika merkezleri, analistler ve uluslararası ilişkiler uzmanları, Ukrayna'daki NATO güçleri ile Rusya arasındaki jeopolitik mücadeleyi incelemeye devam ederken, analiz, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Batı medeniyetinin dünya görüşü içinde çerçeveleniyor. İslami hareketin uluslararası ilişkiler anlayışını ve güncel olayları yansıtan sesi, bilinçli olarak boğuluyor.

Bu şaşırtıcı değil. Müslüman hükümetlerin çoğu İslami meşruiyetten, halk desteğinden yoksundur ve iktidarı elinde tutmalarından dolayı toplumlarına değil dış güçlere borçludur. Bu nedenle, Müslüman dünyadaki çoğu hükümet için İslam, politika oluşturmada onların yol gösterici çerçevesi değildir. Dolayısıyla bu analizin amacı, Avrupa'da yaşanmakta olan önemli bir jeopolitik olaya Müslüman bir bakış açısı getirmeye çalışmaktır. Bu analiz aynı zamanda İslami İran'ın, Rusya'nın bugün içinde bulunduğu istikrarsız bir duruma düşmekten nasıl kaçındığını inceleyecektir.

Teorik temeller

Ukrayna'da meydana gelen trajik olayların karşılaştırmalı analizine derinlemesine girmeden önce, İslam'ın dış politika ve devletler arası etkileşimlere bakış açısının temel teorik parametrelerini özetleyelim.

İslam, laik ve laik olmayan tüm diğer ideolojiler gibi kendi değer sistemine sahiptir ve onun çerçevesi içerisinde işlemeyi amaçlar. İslam, dünyanın dört bir yanından Müslüman alimler tarafından yüzyıllar boyunca geliştirilmiş ayrıntılı bir hukuk sistemine sahiptir. Böylece İslam, taraftarlarının bireysel ve kolektif düzeylerde faaliyet göstermeyi amaçladığı somut, sistematik bir teorik ve pratik sisteme sahiptir.

Uluslararası ilişkilerin çağdaş tahakkümcü teorilerinde, devletler, genellikle güç uğruna, etki ve gücü en üst düzeye çıkarmak için politikalar izlerler. İdealler ve uluslararası örgütler vb., esas olarak bu amaca yönelik araçlardır. Bununla birlikte, nesnel olmak için, farklı uluslararası ilişkiler okulları güce farklı şekilde öncelik verir, ancak güç nihai hedeftir.

Pratik düzeyde, İslami devletten devlete etkileşim sistemindeki temel farklılıklardan biri, bir İslam devletinin bir hukuk devleti olmasıdır, yani kendisini İslami olarak tanımlayan bir devlet, uygun gördüğü her amacı ve her hedefi takip etmekte özgür değildir. Onun (İslami devletin) çalışmaları İslami hukuk çerçevesinde olmalıdır ve daha yüksek hedefler uğruna güç feda edilebilir. Örneğin, birçok Müslüman ve gayrimüslim siyasi analist, İran'ın nükleer silah peşinde koşmamasının başlıca sebebinin, İslam tarafından yasaklanmış olarak ilan edilmesi olduğunu anlayamıyor.

İran'daki Velayet-i Fakih kurumu, nükleer silahı haram faktörü sebebiyle ve başka bir sebep olmaksızın yasak olduğunu düşünüyor. Uluslararası ilişkilerin otorite teorileri için, haramlar (yasaklar) ikincil olduğu için, İslami İran'a karşı çıkan çoğu rejim, Tahran'ın neden mümkün olduğunda nükleer silahların peşine düşmeyeceği fikrini anlayamıyor.

Müslümanlar, İslam'ın kanunlarına bağlı kalmanın veya uymamanın, bir devlet, devleti yönetenler ve devletin otoritelerine itaat edenler için bu dünyada ve ahirette somut sonuçları olacağına inanırlar. Son kısım tartışmalı gelebilir, ama değil. Diğer çağdaş siyasi sistemlerden büyük ölçüde farklı değildir. Örneğin, NATO rejimlerinin tüm Rus nüfusuna tali yaptırımlar dayatmasının bir nedeni, sıradan Rus vatandaşlarına Vladimir Putin hükümetinin yönetimine itaat etmeleri ve hoşgörü göstermeleri için bir maliyet yüklemek istemeleridir.

Bir okuyucu bu noktaya geldiyse, bu analizin İslam'da güç siyasetinin hiçbir rolü olmadığını iddia etmeyi amaçladığı varsayılabilir. Durum bu değil. Her devletin jeopolitik, askeri ve ekonomik çıkarları vardır. Çoğu ticari kuruluşun amacı kar elde etmek olduğu gibi, bir devlet kurumunun ve devlet kurumunun birincil amaçlarından biri de nüfuzunu artırmaktır. Bu, ister despotlar tarafından yönetilsin, ister Allah'ın Peygamberleri ve onların halefleri tarafından yönetilsin, tüm devletler için böyle olmuştur. Temel fark, her devlet kurumunun kendi felsefi paradigması ve dünya görüşü içinde etkisini artırma politikalarını haklı çıkaracak ve açıklayacak olmasıdır. Bu paradigmalardan ve dünya görüşlerinden bazıları güç politikaları ve servet edinme tarafından yönlendiriliyor, ancak İslam'da durumun böyle olmadığına inanıyoruz.

Bir devlet varlığının politikaları ne kadar tutarlı, makul ve bir dereceye kadar faydacı olursa, bir devlet varlığının o kadar büyük prestij, çekicilik sahibi olması ve güç kazanması muhtemeldir. Devam eden tutarsızlık ve ikiyüzlülük bunun başlıca karşıt iki unsurudur. Pratik politikalar, vaaz edilen ideallerle düzenli ve sistematik olarak çatışmaya başladığında, bir devlet kurumu kargaşaya girer ve hatta bazen çöker.

Pratik genel bakış

Sovyetler Birliği, komünist sloganların ve fikirlerin liderliğin yaşam tarzıyla veya ülkenin iç ve dış politikalarıyla çok az ilgisi olduğu çöküş faktörüne iyi bir örnektir. Amerika Birleşik Devletleri de tutarsızlık ve ikiyüzlülük unsurunun bir örneğidir. Geniş yumuşak güç mekanizması, güçlü bir siyasi sistem ile ABD yumuşak gücü azalmakta ve küresel olarak olumsuz seyre sahip birkaç ülkeden biridir.

ABD ile eski Sovyetler Birliği arasındaki bir diğer önemli ortak nokta, her ikisi için de çekici sloganların çıplak iktidara ulaşmanın araçları olmasıdır. Birincil fark, ABD'nin egemenlik ve güç peşinde koşma mekanizmalarında rakiplerine göre daha sofistike olmasıdır.

Mukayese

Rusya'nın Ukrayna'daki eylemlerinin bir sonucu olarak kendine özgü koşullarını karşılaştırmadan ve İslami İran'ın dış politika davranışında kendisini benzer bir durumda bulmaktan nasıl kaçındığını karşılaştırmadan önce, İran'ın dış politikasının mükemmel olduğunu iddia etmiyoruz. Allah'ın rızasını esas alan Müslüman hukukçular tarafından yönetilen İslam merkezli bir devlet sistemine sahip olmanın avantajlarını analiz ediyoruz. Müslüman liderlere açıklık getirmek için, İslami bir çerçeve içinde daha bağdaştırılabilir bir paralel çizelim: Günlük yaşamda insanlar falanca Müslümanın örnek bir Müslüman olduğunu iddia ettiğinde, hiç kimse onun yanılmazlığını tartışmıyor, zira bu küfür olur.

Ukrayna'daki mevcut duruma gelince, Rus anlatısı NATO'nun doğuya doğru sürekli genişlemesinin ulusal güvenliği için bir tehdit olduğu yönünde. 1962'deki Küba füze krizini ve Washington'un buna karışı mücadele içeren tepkisini hatırlayacak olursak, bu makul bir anlatı. Rusya Karayipler'de veya Meksika'da askeri varlık kurarsa ABD'nin nasıl tepki vereceğini hayal edin. Bu örnekler varsayım değil, gerçeğe dayanmaktadır. Monroe Doktrini'ni hatırlıyor musunuz? ABD, Monroe Doktrini'ni sürdürmek için 1973'te Şili'deki sosyalist hükümeti nasıl devirdi? Bu örnekler, “WhatAboutism” faktörü nedeniyle değil, çoğu devlet kurumunun savaşlar ve muharebeler yürüttüğü stratejik çıkarları olduğu gerçeğinin bir açıklaması olarak listelenmiştir.

Moskova'nın tarafsız bir Ukrayna'nın mutlak önemine ilişkin anlatısı kağıt üzerinde biraz makul görünüyor, ancak Putin'in Rusya'nın stratejik jeopolitik çıkarlarını ele alma yönteminin metodolojisi trajik bir yanlış hesaplamaydı. Moskova'nın Ukrayna'da elde edeceği kazanımlar ne olursa olsun, kesinlikle maliyet-fayda yaklaşımından hareketle, uzun vadeli olumsuz sonuçları muhtemelen Rusya'nın yararlarından daha ağır basacaktır.

Dolayısıyla, bu değerlendirmenin ana konusuna geliyoruz: İslami İran, bölgesel harekat tiyatrosunda dış politikayı yürütürken benzer bir yanlış hesaplamayı nasıl önledi?

Bu soruyu yanıtlamadan önce, bir okuyucu başka bir meşru soru sorabilir: İslami İran kendisini hiç benzer bir durumda buldu mu? Evet, oldu ve benzer durum üç önemli olayda gerçekleşti.

1998'de Afganistan Taliban yönettimindeyken militanları, Mezar-ı Şerif'teki konsoloslukta on bir İranlı diplomatı öldürdü ve diğerlerini de kaçırdı. Buna karşılık İslami İran, İran-Afgan sınırında önemli bir askeri güç topladı, ancak Afganistan ile savaşa girmedi.

Tamamen Makyavelci bir perspektiften, 1998'de Taliban'a karşı savaş, İran'a yurtdışında bir miktar siyasi övgü kazandırabilirdi. Hatta Batı'ya bir miktar ekonomik destek de getirmiş olabilir. Batılı rejimler her zaman böl ve yönet politikasını sübvanse etmekten mutludur. İran, Taliban'ı vurarak, iç milliyetçi siyasi gruplaşmalarını da memnun edecekti. Ayrıca, Tahran'ın 1998'de Taliban'a karşı kararlı eylemi, Şii Müslümanların mezhepçi görüşlü kesimi tarafından muhtemelen takdir edilecekti.

Ancak İslami İran bu hatayı 1998'de yapmadı çünkü bu, Batılı güçlerin hemen bir Sünni-Şii savaşı olarak çerçeveleyeceği Müslümanlar arası bir çatışmayı ateşleyecekti. Bu, zaten parçalanmış olan Müslüman ümmetini daha da bölecekti. Taliban'a karşı askeri harekat yapmama kararı, hesaplar yüzünden değil, İran liderliğinin, bunun geniş Müslüman Ümmeti ve daha geniş bir bölgeye vereceği zararı anladığı için alındı.

İslami İran'ın bölgesel dış politika hedefinin Batı Asya'daki İslami hareketlerin güçlendirilmesi olduğu bir sır değil. Bu yerlerden biri de Bahreyn. 2011'de Bahreyn'de halk ayaklanması başladığında, kitlesel barışçıl protestolara öncülük eden İslami sosyo-politik örgütler, Batı destekli otokratik rejim ve ABD silahlı Suudi güçleri tarafından vahşice bastırıldı. Suudi kuvvetleri Bahreyn'i işgal edip İran'ın ideolojik müttefiklerini öldürmeye başladığında, Tahran kolayca sert güce vurgu yapabilir ve Bahreyn'i Suudi rejimi ve onun Batılı destekçileri için mini-Güney Lübnan'a dönüştürebilirdi.

2011'in bölgesel olayları göz önüne alındığında İran, Bahreyn'deki eylemlerini zulme karşı duran mazlum bir nüfusa yardım olarak sunabilirdi. Ancak İslami İran bu politikayı izlemedi. Bu yaklaşım benimsenmiş olsaydı, dış rejimlere bir hediye olacaktı ve Haremeyn'in kapılarında başka bir Müslüman-içi Sünni-Şii çatışmasını ateşlemiş olacaktı.

Yine, tamamen Makyavelci bir bakış açısıyla, İran'ın Bahreyn'deki sert güce vurgusu, özellikle 2011'in bölgesel siyasi iklimi düşünüldüğünde, rakiplerini İran'ın kendisinden çok daha fazla başka bir çatışmanın içine sokacaktı. İslami Uyanış'ın (Arap Baharı) Müslümanlar arası bir çatışmaya yönelik enerjisi. Bunun neticesinde İran fayda sağlayabilir, ancak daha geniş bölge kaybederdi.

Filistin operasyon sahasında, İslami İran'ın Filistinlilere meşru müdafaa araçları sağlayan tek Müslüman devlet olduğu bir sır değil. Filistinliler arasında, Selefi kılığında Suudileştirilmiş İran karşıtı akımın olduğu da bir sır değil. Ancak İslami İran, kendisine büyük bir siyasi ve ekonomik bedelle Filistin direnişine koşulsuz askeri ve siyasi destek sağlamaya devam ediyor.

Bu pozisyon, üst düzey bir Hamas lideri Mahmud el-Zahar tarafından tekrarlandı. İran, çoğu Arap rejimi tarafından ihanete uğrayan Filistin davasını desteklemekten hiçbir ekonomik veya siyasi fayda sağlamıyor. Tıpkı Suudilerin Lübnan'daki müttefikleriyle uğraştığı gibi, İran çok yönlü desteği için Filistinlilere kolayca katı siyasi koşullar dayatabilirdi.

Bu noktada Batılı şirket propagandasının tüketim düzeyine bağlı olarak İran'ın Suriye'deki duruşu gündeme getirilebilir. O halde şu soruyu ele alalım: İran'ın Suriye hükümetine verdiği destek ne olacak? Suriye'deki olaylar açıkça göstermiştir ki, Suriye hükümeti düşerse, birincil endişesi Suriye halkının refahı olan bağımsız fikirli, seçim odaklı Müslümanlar tarafından yönetilmeyecektir. Kafa kesen Batı destekli milisler Suriye'yi bir savaş ağası ilçesi gibi yönetecekti. Ne olacağını görmek için İdlib'e bakılabilir. İdeolojik olarak müttefik milisler tarafından yönetilse de, sürekli olarak birbirlerinin boğazındalar.

Hatta sert destekçilerine zulmediyorlar, tıpkı bugün İdlib'i yöneten milislere verdiği destekle tanınan 'On the Ground News' platformunun başkanı Bilal Abdulkerim örnedğinde olduğu gibi. 2011-2012'de popüler olmasa da, İran'ın Suriye'deki rasyonel politikası haklı çıkıyor.

Bu nedenle, İran'ın muazzam olasılıklar karşısında başarılı bir dış politika yürütmesinin nedeni, iktidardaki karar alma mekanizmalarılarının ve yönetim sisteminin çekirdeğinin, İslam'ın ahiret hesap verebilirlik paradigması tarafından yönlendirilen liderlerin elinde olması gerçeğinde yatmaktadır. Bu faktörün eksik olması ile İslami İran, Rusya'nın Ukrayna'da yaptığı gibi dış politika davranışını yanlış hesaplayacaktır.

Sistemik ilkeler üzerine inşa edilmeyen liderlik, çıplak hırslar tarafından yönlendirilir ve güç sarhoşluğuna kapılır. Bir ayyaş ayık bir şekildeki gibi akıl yürütemez. Sarhoşluk, şarapla, güçle, zenginlikle, nefsle olsun İslam'da haramdır.

Dolayısıyla, İslami İran bu İslami yasağa bağlı kalmaya devam ettiği müddetçe, ulema son 42 yıldır olduğu gibi CIA'yı ve Mossad'ı devre dışı bırakmaya da devam edecek. Başlarında sarık, ellerinde tespih olan adamlar, KGB memurlarından veya Harvard Üniversitesi mezunlarından çok daha basiretli devlet adamları olduklarını kanıtladılar.

Tahir Mustafa
Crescent International
Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar