Lübnan.jpg

Beyrut: Şehit Seyyid Hasan Nasrallah'a açılan kapı

Yaralıyız, mahzunuz… Kabe'nin rabbine ant olsun ki kurtuldum, diyen cetlerine kavuşan bu iki şehidin nuru kuşatıp bizi sarmasa ve önümüzü aydınlatmasa, kendimizi mahşerin karanlığında toplanmış ve gidecek yerini şaşırmış kimselerle bir kefeye koyacağız.

2 Mart 2025 Pazar

İNTİZAR - Yıllar önceydi; Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah coşkulu bir topluluğa hitap ediyor ve Amerikalıların Hizbullah'a Filistinlilere destek olmaktan vazgeçme karşılığında terör listesinden çıkarılmayı ve güvende olmayı vadettiğini söyleyerek, şöyle haykırıyordu: Allah'ın laneti sizin ve sizin bize vereceğiniz emanın üzerine olsun.

Yine Seyyid Hasan Nasrallah, 2013 yılında tertiplenen Kudüs Günü programında yaptığı konuşmada hiçbir kınamadan çekinmediklerini, kendilerini karalamak maksadıyla yapıştırılan hiçbir yaftaya itibar etmediklerini dile getirdikten sonra ait oldukları inanç ve düşünce dünyasını açıkça ifade ederek, “Bizler Ali bin Ebi Talib'in tüm dünyadaki Şiileri olarak Filistin'den asla vazgeçmeyeceğiz”, diyordu. İlahi takdir öyle bir şekilde cereyan etti ki 7 Ekim 2023'te HAMAS tarafından icra edilen Aksa Tufanı Operasyonu Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah'ın geçmişteki sözlerine sadakatini tüm dünyanın şahitliğine sundu. Seyyid Hasan Nasrallah 8 Ekim 2023 günü şunu ilan etti: Hizbullah Gazze'yi destekliyor ve Lübnan üzerinden bir destek cephesi açıyor.

Hizbullah'ın bu kararının iki önemli neticesi vardı. Birincisi, düşman ordusunun güçlerinin en az üçte birini işgal altındaki Filistin'in kuzeyinde tutmak zorunda kalması iken, ikincisi Hizbullah'ın ve güneydeki halkın Lübnan'ın çok parçalı yapısı içinde bir konsensusa dayanmayan bu kararın icrasında bütün yükü omuzlamak zorunda olmasıydı. Öyle ki Seyyid Hasan Nasrallah süreçteki bir konuşmasında düşmanla yüzleşme yükünün güneydeki halkın üzerinde olduğunu ve Lübnan'ın diğer bölgelerinde yaşayanların savaşın ağırlığını hissetmediklerini belirtmek gereği duymuştu. Siyonist rejim ağırlıklı olarak Şii halkın yaşadığı köy ve kasabaları havadan ağır bir bombardımana tutmuş ve pek çok beldeyi yaşanmaz hale getirmişti. Hizbullah'ın Filistinlilere destek vermeyi kesmesi için sayısız girişimin olduğu ancak “destek cephesi” prensibinin devamı süresince bu girişimlerin kabul görmediği biliniyor. Hizbullah'ın Siyonist rejimi ikilem içinde bırakan söz konusu kararlı tutumu Siyonist rejimin Lübnan'a yönelik kara saldırısı başlatmasıyla Hizbullah'ın savaş içindeki konumunu “destek cephesi” olmaktan çıkarıp “asli cephe” olmaya dönüştürürken, Lübnan içindeki kimi fraksiyonlar Hizbullah'ın tek başına alacağı bir kararla Lübnan'ı savaşa sürüklemeye hakkı olmadığını, Siyonist rejimin Beyrut'u bombalamaya başladığını ve Filistinli bir grubun yanlış hesabına dayalı bir savaşın yükünü Lübnan'ın çekemeyeceğini dillendiriyor ve Hizbullah'ı Siyonist rejimle bir ateşkesi kabul etmeye çağırıyordu. Siyonist düşmanın kara saldırılarının Hizbullah'ın direnişini kıramadığı, Siyonistlerin tanklarının, zırhlılarının, insansız hava araçlarının imha, askerlerinin ise telef edildiği ve fakat Siyonist düşmanın da Hizbullah'ın üst düzey komutanlarından bir kısmını şehit ettiği böylesi bir ortamda Seyyid Hasan Nasrallah bedeli ne olursa olsun bu cepheyi kapatmayacağına dair sözünde sebat ediyordu.

27 Eylül 2024 günü haber ajanslarına düşen, Seyyid Hasan Nasrallah'ın şehit olduğuna dair habere itibar etmedim ama “bir ihtimal olabilir mi?” sorusuna bir cevap bulabilmek için çeşitli internet sitelerini kontrol ettim. Pek çok kaynakta “düşmanın bu yöndeki propagandasına kanmayın, Hizbullah'ın açıklamasını bekleyin” mealinde uyarılar geçiyordu. Ben de öyle yaptım ve bir şehadeti tebrik ile bir acıyı büyütecek tohumu kalbime atan o açıklamaya kadar Seyyid'in selameti için dua ettim. Seyyid Hasan Nasrallah'ı bize bahşeden Allah, onu aramızdan almayı da takdir etmişti ve biz Allah'ın adil ve her takdirinin güzel olduğuna inanan insanlar olarak “Allah'tan geldik ve O'na dönücüleriz”, dedik. Düşmanın, dostlarımızın ve çocuklarımızın görmemesi için gözyaşlarımızı kalbimize akıtıp acının ve hasretin tohumunu böylece suladık ve geleceği kuşatacak güçlü bir ağaç olması için yeşeren bir filize çevirdik.

Hizbullah “Allah'ın günleri”nde sıradan grupları ve organizasyonları sarsıp yok oluşa sürükleyecek darbeler aldı ki Siyonist rejim Hizbullah açısından da bunu umuyordu. Cephelere, cephe gerisine ve lojistik hatlarına yapılan ağır bombardımanlar yoluyla çok sayıda üst düzey saha komutanı ve Hizbullah askerinin şehit edilmesi, çağrı cihazı ve telsiz sabotajları yoluyla çoğunluğu sivil ve bir kısmı da askeri kanada mensup kişilerin kalıcı bedeni zararlara uğratılması, Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah ile bazı yoldaşlarının ardından Nasrallah'ın yerine Yürütme Konseyi Başkanı seçilen Seyyid Haşim Safiyuddin'in şehit edilmesi, Lübnan içinden yükselen sesler ve baskılar sebebiyle Siyonist rejim bu amaca ulaşabileceğini düşünüyordu. Ne var ki Siyonist rejim ve destekçilerinin beklentileri gerçekleşmedi ve Hizbullah çok kısa bir süre içinde yeniden organize olarak sıradan bir örgüt değil, gerçek bir halk hareketi olduğunu ispatlarken, Şehit Seyyid Hasan Nasrallah'ın çeşitli vesilelerle sarf ettiği şu sözlerin hakikati de herkese aşikar oldu: “Bu zaferin sebepleri akılla, planlamayla, koordinasyonla, eğitimle, silahla izah edilebilir. Biz dağınık ve düzensiz bir direniş değiliz ki çakılıp kalalım. Biz karman çorman bir direniş değiliz. Takvası, aşkı, irfanı, bilinci ve adaleti olan eğitimli bir direnişiz ve zaferimizin sırrı budur. // Her şey Direniş'in hizmetindedir; Seyyid Abbas, ulema, yiğitlikler, şecaatler, siyaset, kurum, mal ve propaganda; tamamı Direniş'in hizmetindedir. Direniş siyasetin, kurumların, kişilerin ve dünya malının hizmetinde değildir. Direniş Allah'ın kuludur ve zafer peşindedir. Bu yüzdendir ki Lübnan'da Direniş zafere ulaşmıştır.”

Genelde Batı Asya'yı ve özelde Filistin ve Lübnan'ı takip edenler için Hizbullah'ın kısa sürede toparlanması elbette sürpriz değildi. Bu beklenen bir durumdu ve Hizbullah'ın asli kaynakları Siyonist rejimin değil Hizbullah'ı yok etmek, 15 ay boyunca savaştığı, üst düzey liderlerini ve komutanlarını şehit ettiği HAMAS'ı bile zayıflatamadığını, mukavemetin diri ve güçlü olduğunu ilan etmişti. Böyle bir ortamda bize düşen biraz sabretmek ve dünya gözüyle göremediğimiz Şehit Seyyid Hasan Nasrallah'ın naaşını selamlamak için Beyrut'a gitmekti. Bu niyetle bölgeyi yakından takip eden, Kudüs Tv Genel Yayın Koordinatörü Nurettin Şirin'i aradım ve şayet yapılacak merasime grup halinde gidilme imkanı var ise beni de gruba almasını istirham ettim. Hizbullah Genel Sekreteri Şeyh Naim Kasım Şehit Seyyid Hasan Nasrallah için tertiplenecek merasimin tarihini 23 Şubat 2025 olarak ilan ettiğinde Nurettin Şirin beni arayarak, “Türkiye Direniş Dostları” adı altında bir grupla merasime iştirak etmeyi arzuladıklarını ve talebim üzerine beni de gruba dahil ettiğini haber verdi. Şükürler olsun, Beyrut'a yağan sağanakta bir damla olacağım…

Bütün gece yağan karın ardından, 22 Şubat 2025 sabahı gecikmeli de olsa havalanan ve yönünü güneye çeviren bir uçaktan, gittikçe küçülen binaları, otoban ve anayollarda akan trafiği, denizi, gemileri ve karla kaplı tepeleri seyre başladım. Uçakta benimle aynı gruptan olan yaklaşık 30 kişi bulunmaktaydı. Anladığım kadarıyla, bir başka grup da bir önceki uçakla yola çıkmıştı. Onların sayısını bilmesem de Beyrut'taki mevcudiyetimizin 50 kişiden az olmadığını tahmin ediyorum. Nura açılan kapıdan geçen 50 talihli insan…

Beyrut havalimanı Akdeniz'in hemen kenarında yer alıyordu ve Sabiha Gökçen Havalimanı'ndan daha küçüktü. Terminale girdiğimizde pasaport kontrol noktaları önünde bekleyen yüzlerce kişi ile karşılaştık. Bunların bir kısmı bir önceki uçakla Türkiye'den gelen kişilerdi. Çeşitli ülkelerden gelen, Lübnan vatandaşı olmayan kişilerin oluşturduğu bu kalabalık o gün muhtemelen hiç azalmayacaktı zira bizden sonra iniş yapan uçaklardan gelen yolcular bu kalabalığa eklenmekteydi. Emin değilim ama pasaport kontrolünden geçmemiz iki saati buldu. Kontrol noktasında görevli memur bana “Lübnan'a ilk kez mi geliyorsunuz?” diye sordu. Evet, dedim ve ardından gelen soru ziyaretimin sebebi oldu. Seyyid Hasan Nasrallah'ın defin merasimine katılmak için geldim, dedim. Hangi otelde kalacağımı sordu, söyledim. O pasaportumu kontrol ederken ben kendisine bir soru yönelttim; Lübnan'da Arnavut asıllılar var mı? Şaşırdı, hayır, dedi. Peki, dedim, Vaso Paşa diye birisini biliyor musunuz, Lübnan tarihinde böyle bir isim geçiyor mu? Hayır, hiç duymadım, diye cevap verdi. Vaso Paşa, dedim, yaklaşık yüz elli yıl evvel Lübnan'da görev yapan Osmanlı valisiydi ve aslen Katolik bir Arnavut'tu. İlk kez duyuyorum, dedi ve gülümseyerek, seyahatimin iyi geçmesini diledi. Böylece Mehmet Akif'in sözleriyle ifade etmek istersek, toprağı sıksak şühedanın fışkıracağı beldeye girmiş oldum.

Grubun tamamı pasaport kontrol işlemlerini sorunsuz tamamlayıp havalimanının bekleme salonunda toplandıktan sonra Türkiye'den getirilen, üzerinde “Türkiye Direniş Dostları” ile Arapça “Ahdimiz Üzereyiz” ifadeleri bulunan yeleklerimizi giydik. Çıkış kapısına doğru ilerledik ve terminalin içinde yoğunlaşmış bir grup olarak kısa bir konuşma yapan Nurettin Şirin'e kulak verdik. Bizim tek örnek yeleklerimiz ve organize halimiz salonda bulunan bütün yolcuların dikkatini çekti ve hemen herkes cep telefonlarını çıkararak kayda almaya başladı. Nurettin Şirin'in konuşması bittikten sonra Siyonist rejimi ve Amerika'yı lanetleyen, Hizbullah ve Lübnan ile Filistin direnişini müdafaa eden sloganlar eşliğinde terminalin dışına çıktık. Bu esnada yanlış hatırlamıyorsam el-Menar televizyonu da gelmiş hem canlı yayına geçmiş hem de kayıt yapmıştı. Yarım saat kadar sonra Beyrut havalimanında varlıklarını izhar eden Türkiye Direniş Dostları isimli grubumuzun dünya basınına haber olduğunu öğrendik.

Havalimanı dışında bizim için hazırlanmış servis otobüslerine binerek şehre doğru hareket ettik. Otobüsümüz tıpkı Tahran caddelerinde olduğu gibi, nereden çıktığını anlayamadığınız motosikletlerin sosladığı karmakarışık bir trafik içinde ağır ağır ilerliyordu. Bize söylenen, önce Beyrut'un Dahiye bölgesinde bir camide namaz kılacağımız ve ardından da yemek için bir restorana gideceğimizdi. Öyle de yaptık. Dahiye bölgesinde gördüğüm şey iç içe geçmiş eski binalar, dar sokaklar ve basit esnaf dükkanlarından ibaretti. Çarpık kentleşme sebebiyle olsa gerek bu bölge Hint filmlerinde rastladığımız yoksul mahallelerini çağrıştırıyordu. Otobüsümüz bir caminin yakınında durdu ve hepimiz bu şatafatsız camide cemaat halinde namazımızı kıldık. Camiden ayrılırken muhtemelen bizden evvel namaz kılıp dışarı çıkan, on – on iki yaşlarındaki çocuklardan oluşan yaklaşık 20 kişilik bir gruba rastladık. Bu grubun önünde, yakasında İmam Humeyni'nin fotoğrafı olan bir delikanlı vardı ve çocuklara izci kamplarında verilen basit izcilik eğitimine benzer şeyleri sloganlar eşliğinde talim ettiriyordu. Bu sahne benim için, Türkiye'de neredeyse bizim neslimizle birlikte dumura uğrayan İslami hareketin kaderine dair bir açıklamaya dönüştü, diyebilirim. Dahiye'de dikkat çeken bir diğer husus da caddelerde, sokaklarda, binalarda İmam Humeyni, İmam Hamenei ve diğer önemli şahsiyetlerin fotoğraflarının yer almasıydı. Buradan deniz kenarına yakın bir restorana gittik ve üzerine kaju serpilmiş tavuklu pilav, etli pilav ve salata ve içecekten oluşan yemeğimizi yedik.

Namaz ve yemekten sonra programda Şehit Seyyid Hasan Nasrallah'ın şehit edildiği mekanı ziyaret vardı. Otobüsümüz biraz evvelki trafiğe karıştı ve bizi üzerine 80 ton bombanın atıldığı söylenen yere getirdi. Burada molozların arasında, çukurlaşmış bir alanın etrafında toplanmış bir kalabalık ile karşılaştık. İnsanlar burayı ziyaret ediyor, göz yaşı döküyor, Nasrallah ve Direniş ile olan ahdini tazeliyor, zilletin kendilerinden uzak olduğunu haykırıyor, Siyonist rejim ve Amerika'ya lanet ediyordu. Grubumuzu farklı kılan bu şiarlarda birleşmemiz değil, üzerimizdeki yeleklerimizdi. Bizleri bu yelekler içinde gören herkes Türkiye'den geldiğimizi anlıyor ve memnuniyetlerini izhar ediyordu. Bu ziyaretçilerin bazıları Türkiye'de Filistin ve Hizbullah'ın yürüttüğü direnişe sahip çıkan insanların olmasına şaşırdıklarını dile getiriyordu. Maalesef pek çok insanın zihnine Türkiye, Siyonist rejim destekçisi bir ülke olarak kazınmış haldeydi. Bunun için onları suçlamak, kabahatli bulmak da mümkün değildi. Bu insanlar son 15 ay boyunca, Türk limanlarından hareket edip Hayfa'da demirleyen gemilere şahit olmuşlardı.

Şehit Seyyid Hasan Nasrallah'ın şehit edildiği yeri ziyaretimizin ardından, defnedileceği yeri ziyaret ettik. Ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra otele gitmek üzere yine otobüslerimize bindik ve Dahiye'den çıkan araçlar şehrin zenginlerine ait evlerin bulunduğunu tahmin ettiğim, daha yeni ve düzenli yerleşim alanlarındaki caddelerden geçerek bizi konaklayacağımız otele getirdi. Şehrin yüz binlerce misafirle dolup taştığı bu günlerde başımızı sokacak bir yer bulmamız bile bir nevi lütuftu. İki kişilik bir yatak ve yere serilmiş bir minder ile odamız üç kişiye hizmet edecekti. Oteldeki diğer odalar da bu şekildeydi; Yataklar ve yer yatakları. Odalara yerleştikten ve biraz dinlendikten sonra oda arkadaşlarımla birlikte Beyrut'u az da olsa görebilmek için dışarı çıktık. Karanlıkta bizi ıslatan yağmur, sıkışan trafikte yankılanan klakson sesleri, çeşitli yerlerden yükselen mersiyeler, marşlar, mağazalar, restoranlar ve işte şurada bombalanmış bir binadan geriye kalan molozlar; yaklaşık bir kilometre içinde gördüklerimiz.

Bir şeyler yiyelim, diyoruz ve bir restorana giriyoruz. Lübnan'da diğer ülkelerin kredi kartlarının geçmediğini ama hemen her yerde dolar ile alışveriş yapılabildiğini duyduğumuzdan, sipariş vermeden önce üzerimizde Lübnan lirası olmadığını, ödemeyi dolar ile yapıp yapamayacağımızı soruyoruz. Evet, diyorlar, dolarla ödeyebilirsiniz. Lezzet açısından güzel sayılabilecek üç kişilik menümüz 30 dolar tutuyor; Türkiye'dekine yakın bir fiyatlama. Geldiğimiz yollardan geçerek, otelimize dönüyoruz. Şimdi dinlenme vakti; sabah dokuzda otelin önünde hazır olmamız gerekiyor.

Sabahın ilk ışıkları odamıza düşerken, bulutların çekilip havanın açtığını görüyoruz. Muhtemelen güneşli bir gün olacak ama her ihtimale binaen paltolarımızı giyerek aşağıya, otelin önüne iniyoruz. Grubumuz yavaş yavaş toplanıyor, hepimizin üzerinde “Türkiye Direniş Dostları” yazılı yelekler bulunuyor ve bir süre sonra hep birlikte yürüyüşe başlıyoruz. Ana caddeye çıkıp ilerledikçe binlerce insan akışa katılıyor ve giderek kalabalıklaşıyoruz. Caddeler kaynağını insanlardan alan nehirlere dönüşmüş halde. Gökyüzünde turlayan küçük bir uçak; belli ki çekim yapıyor. Salavatlar, sloganlar ve sıkça yükselen “Heyhat minez zille” nidaları. Binlerce kişi bir üst geçitten ilerliyor, insanlar iyice iç içe giriyor ve artık sanki yere basmıyoruz da ayaklarımız yerden kesilmiş bir şekilde az sonra dökülecek bir şelaleye doğru akıyoruz. Sağımda bir bayan; bebek arabasında bir bebekle. Aman Allah'ım, diyorum, senin ne işin var burada… Bir noktada yol genişliyor ve gölün üzerindeki bir yaprak gibi kıyıya yanaşıyoruz.

Az sonra gruptan bir arkadaş, montum yere düştü, kayboldu, diyor. Bir şey var mıydı, diye soruyorum. Cüzdan ve pasaport vardı, diyerek cevap veriyor. Ne yapsak acaba, diye düşünürken, önümüzde Beyrutlu bir muhabir beliriyor ve problemi bu muhabire anlatıyoruz, durun bir dakika diyerek telefonla birilerini arıyor. Kimi aradığını soruyoruz, organizasyonun güvenlikten sorumlu birimi var, o birimi arayıp durumu anlattım, diyor. Yapabileceğimiz bir şey yok, inşallah bulunur diyoruz ve biraz daha ilerleyerek birkaç bin kişinin Beyrut stadında gerçekleştirilen merasimi dev ekrandan izlediği bir meydana geliyoruz. Devam edip stada ulaşmayı denemek ile burada durup ekrandan izlemek arasında bir tercih yapmak zorunda kalıyoruz ve grubun bütünlüğünü korumak için bu meydanda kalıyoruz. Meydana girdikten bir süre sonra arkadaşımızın kaybolan montu bulunup getiriliyor. Cüzdan ve pasaport yerli yerinde. Nasıl bulunmuş, diye soruyorum. Hizbullah'ın güvenlik birimi bulup getirdi, diyorlar. Allah sevdiği kula önce eşeğini kaybettirir ve sonra da buldururmuş, derler ya, işte öyle bir anı yaşıyoruz.

Bulunduğumuz noktada Hizbullah'a mensup oldukları kıyafetlerinden anlaşılan genç bir grup da yer alıyor. Bir arkadaşımız kalkıp alınlarından öpüyor. Onlar da kendisine bir Filistin atkısı hediye ediyorlar. Birlikte fotoğraf çekilenler oluyor. Bu sırada dev ekrana yansıyan program devam ediyor. Konuşmalar yapılıyor. Üst düzey misafirlerin gelişleri görülüyor. Kamera stadı çeşitli açılardan gösteriyor. Tribünler tümüyle dolu. Sahada da pek çok insan yer alıyor. Yanımızdakilerden stada girebilmek için on binlerce insanın gece iki-üç suları stadın önüne geldiklerini, stadın kapısının sabaha doğru beş buçukta açıldığını ve neredeyse bir iki saat içinde dolduğunu öğreniyoruz.

Merasim boyunca son derece duygusal müzikler çalınıyor. Nihayet şehitleri taşıyan araç görünüyor ve ardından o an için sayısını ancak Allah'ın bilebileceği kadar çok insan tek bir ağızdan Fatiha okuyor. Bütün bir Beyrut göz yaşıyla yıkanıyor. Yetimlerin Babası İmam Ali şehit edildiğinde yetimler ne hissettiyse belki biz de bir benzerini hissediyoruz. Yaralıyız, mahzunuz… Kabe'nin rabbine and olsun ki kurtuldum, diyen cedlerine kavuşan bu iki şehidin nuru kuşatıp bizi sarmasa ve önümüzü aydınlatmasa, kendimizi mahşerin karanlığında toplanmış ve gidecek yerini şaşırmış kimselerle bir kefeye koyacağız.

Herkes şehitlerin yasını yüreğinde hissederken, gökyüzünü yırtan bir ses işitiyoruz. Başımızı kaldırıp baktığımızda, Siyonist düşmanın hemen üzerimizden alçak uçuş yapan uçaklarını görüyoruz. Yüz binlerce insan, yumrukları sıkılı ve göğe savrulmuş halde “İsrail'e ölüm, Amerika'ya ölüm” sloganları atıyor. Hiç kimsede korkudan bir eser yok. Tıpkı Ahmet Kaya'nın seslendirdiği “Gururla Bakıyorum Dünyaya” şarkısında geçen mısrada olduğu gibi, o an, “Sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata.” Biliyoruz ki biz, “Emperyalizme karşı savaşan dünyanın ve ölüme gülerek koşan genç savaşçıların” arasındayız. Allah'a güvenen, ahde vefa eden insanların emanındayız. Bu muazzam kalabalık Siyonist düşmanın uçaklarının ikinci kez geçişini de aynı ruhla karşılıyor; Seninle ölmek değil, sensiz kalmaktır acı olan…

Şehitleri taşıyan araç defin mahalline doğru hareket ediyor. Güzergahın yaklaşık üç buçuk kilometre olduğunu öğreniyoruz. İzdihama yol açmamak için bir yolun tamamen boşatıldığını görüyoruz. Aksi halde aracın defin mahalline varması saatler sürebilir. Şehitlerin defin merasimi için hazır bulunan insan sayısının 1 milyon 400 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu, yaklaşık 6 milyon nüfusa sahip bir ülkede tasavvur edilemeyecek kadar büyük bir sayı. 400 bin kişinin yurt dışından geldiğini varsaysak bile 1 milyon Lübnanlının merasime iştirak ettiğini kabul edebiliriz. Bu da yetişkin nüfusun önemli bir kısmının başta Şehit Seyyid Hasan Nasrallah olmak üzere Hizbullah şehitlerine değer verdiğini göstermekte.

Şehitleri taşıyan araç bir süre sonra bulunduğumuz noktadan geçeceği için biz de yol kenarında bekliyoruz. Nihayet şehitlerimiz önümüzden geçiyor ve hem Allah katında hem de insanların nazarında eriştikleri derece sebebiyle onlara gıpta ediyoruz. Belki, diyoruz, Hazreti Peygamber'in (s.a.a.) nesli için döktüğümüz gözyaşı kalplerimizi temizler de, biz de ilahi nurdan bir pay alırız. O hazret, "Ey Ali! Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder", buyurmamış mıydı? Ali'nin çağından uzakta olan bizler için iman ve nifakı ayırt etmemizi sağlayacak, yüzümüzü onlara döneceğimiz ve böylelikle imanımızdan emin olacağımız insanlar yok muydu? Ey Nasrallah, bugün seni müminler ve hakikati arayanlar seviyor. Senden nefret edenler ise nifak ve haset ateşinde yananlar oluyor. İşte, Allah'ın bildiği, meleklerin şahit olup yazdığı sana olan sevgimizi insanlar da bilsin, tarih kaydetsin diye buradayız.

Şehitlerimizi taşıyan araç bizden uzaklaştı ve gözden kayboldu. Meydan yavaş yavaş boşalırken, otuza yakın genç bayan ellerinde çöp poşetleriyle alana girdiler ve yerlerde kalan su şişeleri ve sair atıkları toplamaya başladılar. Bunlar, Hizbullah'ın kadın kollarının genç üyeleriydi. Biz de geldiğimiz yollardan geri dönmeye başladık. Bir caddenin başında “İmam Musa Sadr” ve bir diğerinde ise “Hac Kasım Süleymani” tabelalarına rastladım. Otele doğru ilerlerken Medya Şafak sitesi Genel Yayın Yönetmeni Ozan Kemal Sarıalioğlu ile konuşuyorduk. Kendisi aniden “Üstad Penahiyan”, diye seslendi ve kaldırıma doğru geçti. O tarafa baktığımda, İranlı alim Üstad Ali Rıza Penahiyan'ın da kalabalığın içinde olduğunu ve insanlar kendisini tanımasın diye usulca süzüldüğünü gördüm. Ozan Bey'in seslenmesi ile çevresindekiler Penahiyan'ı fark etmiş oldular ve bir anda kuşattılar. Biz de yolumuza devam ettik.

Otele geldiğimizde Arap kanallarını kontrol ettim. Neredeyse hiçbirinde bu muazzam merasime dair bir görüntüye rastlamadım. Bunu gece boyunca birkaç kez tekrarladım. Russia Today Arapça kanalında buna dair bir programa denk geldim. Mısır, Suriye, Libya, Tunus, Kuveyt, Ürdün, Suudi Arabistan, Umman menşeli kanallarda ıvır zıvır yayınlar vardı. Sonradan öğrendiğim kadarıyla Türk televizyonları da merasime yönelik olarak yoğun bir sansür uygulamışlar. Bunu anlayabilirim zira bunların hepsi Siyonist düşmanla birlikte hareket ettiler. Bunların hepsi Seyyid Hasan Nasrallah'ın şehadetine yol açan sürecin az veya çok, açık veya gizli aktörleri oldular. Bunlar kulakları Amerika, Avrupa ve Siyonist rejime dayalı, oradan aldıkları sufle ile konuşan, kendilerine verilen rolün gereğini yerine getiren ve rolleri bitince sahneyi terk etmek zorunda olanlar.

Ertesi sabah havalimanına gitmeden ve Şehit Seyyid Hasan Nasrallah'a açılan kapı olan Beyrut'tan ayrılmadan önce şehidin kabrini ziyaret ettik. Dönüp baktığımda uzaktan Akdeniz sahilini fark ettim. O an aklıma Siyonist düşmanın Temmuz Savaşı'nda vurulan gemisi geldi. Seyyid Hasan Nasrallah canlı yayında konuşurken, birazdan Siyonist geminin vurulmasına şahit olacaksınız, demişti. Allah onu doğrulamış, Siyonist gemi vurulmuş ve dünya bunu canlı yayında izlemişti. Bu, onun gösterdiği sadakatin ödülüydü. O halde, Şehit Seyyid Hasan Nasrallah'ın şu sözü bize her daim kılavuz olsun:

“Zaferi getiren mücadele değildir; mücadele Allah'a karşı sadakatimizin şahididir. Zafere anlam kazandıran da, işte bu sadakattir.”

Gürkan Biçen

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar