erdogan-arap-bahari.jpg

‘Arap Baharı’nın Türk dış politikasına etkisi

Türk Dış Politikası ‘Arap Baharı’nı “dışarıdan dayatılan 100 yıllık Sykes-Picot düzenine bölge halklarının iradesiyle son verilmesi” diye okumuştur... Türkiye ‘Arap Baharı’na ilişkin tavırlarını yönlendirmeden başlayarak ve ters sıra izlenerek (yönlendirme-tanımlama-açıklama-anlama) belirleme yoluna girmiştir.

30 Haziran 2015 Salı

İNTİZAR – Araştırmacı arkadaşımız Muhammed Ziya Göksu, başlangıcından günümüze kadar yaşanan süreçte ‘Arap Baharı'nın Türk dış politikasındaki etkilerini özet bir şekilde sizler için hazırladı:

 

‘Arap Baharı'nın Türk Dış Politikasına Etkisi

 

1- ‘Arap Baharı' Teriminin Ortaya Çıkışı ve Anlamı

‘Arap Baharı' ifadesi Arap ve Bahar kelimelerinden türemiş bir tamlamadır. Bu terim ilk kez 6 Ocak 2011 tarihinde Marc Lynch tarafından “Foreign Policy” dergisi için kaleme alınan “Obama'nın Arap Baharı” başlıklı makalede kullanılmıştır. Tamlayanda yer alan Arap kelimesi nesneldir. Bir Arap ülkesi olan Tunus'ta üniversite mezunu fakat seyyar satıcılıkla uğraşan bir genç özelde güvenlik görevlilerinden gördüğü kötü muamele ile birlikte ülkesinin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulları protesto etmek amacıyla 2010 yılı Aralık ayında kendisini ateşe vermiştir. Bu yüzden bu kelime bu gencin önce ülke geneline sonra Mısır, Libya, Bahreyn, Suriye ve Yemen gibi ülkelere sıçrayan eylemindeki aidiyeti içeren durumu ifade eder. Tamlanandaki bahar ifadesi ise özneldir ve doğanın baharla birlikte yeniden dirilmesi ve hayat bulması gibi, Araplar da bu isyanlarla birlikte yeniden dirilmekte oluşu, dolayısıyla da bölgeyi güzel bir gelecek beklediğini çağrıştırsın diye bir algı oluşturulmak istenmiştir. Aynı zamanda ismi sayılan altı faklı Arap ülkesinde yaşanan gelişmeler, tek bir isim altında toplanabilen tek bir durumdan ibarettir şeklinde bir nevi propaganda yapılmıştır.

Oysa Arap ülkelerinde yaşanan isyanların ve siyasi çalkantıların ilk çıktığında bu isyanların nasıl sonuçlanacağına ilişkin ciddi belirsizlikler bulunuyordu ve olaylar ilk başladığında bu ülkeler tek bir isim altında toplanamayacak ölçüde birbirinden farklı şartlara, aktörlere ve uluslararası etkiye sahipti[1].  Sonuçlarına baktığımızda ise bu ülkelerin tamamının bahara değil hazana uyandıklarına şahit olduk. Bu yüzden “Arap baharı” terimi yerine Tunus'taki ilk halk deviniminin ifadesi olarak kullanılan “yasemin devrimi” terimini kullanmak daha uygun olabilir.

2- Arap Ayaklanmalarından Önce Türk Dış Politikasının Genel Durumu

Hakim paradigma Prof. Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik doktrini üzerine kuruludur. Prof. Davutoğlu'nun dönemin Dışişleri bakanı olarak göreve başlamasından 2011 yılına kadar Ak Parti dönemi Türk dış politikası, Türkiye'de emsali görülmemiş derecede parlak olmuştur. Bu dönemde Türkiye, eski yönetimlerin aksine Ortadoğu Arap ülkelerini dışlamayan ve aşağılamayan çok yönlü aktif bir politika başlattı. İkincisi, bu politikayı alışılmış askerî tehdit yaklaşımı yerine, yumuşak bir yaklaşımla uygulamaya koydu. Karşılıklı olarak vizeler kalktı. Komşularla daima gergin olmuş ilişkiler adım adım düzeldi. Bu gelişmenin ardından müsait uluslararası ortamı da arkasına alan dış politika, yurt dışında büyük takdir toplamaya başladı. Örneğin Türkiye 2008'de rekor bir 151 oyla ilk turda Güvenlik Konseyi'ne seçildi. Davutoğlu'nun Ermenistan'la 2009'da yaptığı protokoller başlı başına bir olay oldu. AB'den övgü dolu demeçler gelmeye başladı. Türkiye, küresel ekonomide başarının sembolü olan G-20'ye dahil oldu, yükselen MİST grubu ülkelerle anılmaya başlandı. Hem Müslüman hem de laik-demokratik oluşu sayesinde dünya için büyük umut veren “model ülke” ilan edildi. Meşhur 2010 İran nükleer anlaşmazlığında Brezilya'yla birlikte arabuluculuk yaptı. Suriye ile İsrail'i bile uzlaştırmaya girişti. Sadece 2009-2012 arasında 29 yeni büyükelçilik ve başkonsolosluk açtı.

Ancak Türk dış politikasının çok başarılı olmasının esas sebebi, Dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu'nun yüzden fazla baskı yapan ünlü kitabı Stratejik Derinlik'te hiç geçmeyen, yayından sonraki yıllarda geliştirdiği kavramları uygulamaya koyması olmuştur. Olayların ardından koşan dış politika yerine, olaylar çıkma eğilimi gösterdiğinde harekete geçen “proaktif” dış politika; bu politikanın uygulayıcısı olarak, tehdit yerine “Yumuşak Güç”. Yani Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) yardımları, Yunus Emre Kültür Merkezleri, Diyanet, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı'nın (YTB) “Türkiye Bursları”,  ayrıca TUSKON gibi işadamı lobileri ve popüler kültür: TV'nin pembe dizileri ve bu yumuşak güç sayesinde erişilen “Komşularla Sıfır Sorun” noktası. Özellikle de, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana hep tehditle yaklaştığımız Suriye'yle ikili ilişkiler neredeyse sınırlarımız ortadan kalkacak düzeyde doruk noktasına ulaşmıştır.[2]

3- Arap Ayaklanmaları Başladıktan Sonra Türkiye'nin Olaylara Yaklaşımı ve Takındığı Tavır

Türkiye ‘Arap Baharı' ile başlayan bu yeni dönemi tarihin normalleşmesi olarak değerlendirerek coşkuyla karşılamıştır. Çünkü Türkiye artık bu yeni dönemde güvenlikle özgürlüğü dengeleyecek güvenlik gerekçesi ile özgürlükten vaz geçmemeyi hedeflemektedir.[3] Bu bağlamda Türk Dışişleri bir dosya hazırlayarak Bakanlar Kurulu'nda anlattı. Dosyanın içeriği şöyle: “Türkiye bu süreci kayıtsız şartsız destekleyecektir. Ülkelerin isimlerinden ve o ülkenin Türkiye'nin ilişkilerinden bağımsız olarak Türkiye rejimlerin değil halkın yanında olacaktır.” Türkiye bu karar esnasında kendisine beş adet prensip benimsemiştir. Bunlar: Arap Baharı'nın arkasında durmak, geçiş sürecinin mümkünse kansız olması, yabancı müdahalesine zemin hazırlanmaması, ülkelerin toprak bütünlüğü ve kazanımların kaybedilmemesi yani bölgeden yeniden uzaklaşmama prensipleriydi.[4]

4- Reel-Politik Bağlam

Türkiye Cumhuriyeti, teorik olarak kararı Osmanlı Devleti'nin son döneminde verilmiş modernleşmeyi amaçlayan bir grand stratejiyi esas almaktadır. Binaenaleyh modernleşme amacıyla yönünü Batı'ya dönen Türkiye, kendisini Batı dünyasına taşıyacak bir grand strateji çerçevesinde tercihini AB ve NATO gibi Batılı ittifak sistemlerinden yana yapmıştır.

İslamcı ve milliyetçi siyasal tezleri olan bir partiden ayrılan liderlerin kurduğu Adalet ve Kalkınma Partisi ise ideolojik kimliğini “İslami ve Milli görüş” kavramlarıyla değil, “muhafazakar demokrat” kavramlarıyla tanımlamıştır.“Muhafazakarlık”la merkez sağa, “demokratlık”la da modernleşmeye vurgu yapan bu yeni kimlik, Avrupa Birliği üyeliğini “Türkiye'nin tartışılması mümkün olmayan bir medeniyet projesi”[5] olarak tanımlayarak kendisinin Türkiye'nin grand stratejisi ile olan uyumunu ortaya koymuş oldu.Adalet ve Kalkınma Partisi'nin dış politika vizyonuna ilişkin ipuçlarını ise bu partinin önde gelen aktörlerinin geçirdiği kimlik dönüşümü ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun “Stratejik Derinlik” doktrininin kesişim noktalarında bulmak mümkündür.

Bugünün dünyasında iki kutupluluğun sona erdiği, tek kutuplu bir uluslararası sistemin ise kurulamadığından bahsedebiliriz. Bu sebeple günümüz konjonktürünün bölgesel aktörlere özerk etkinlik alanları açtığı ortadayken Türkiye'nin Arap ayaklanmaları ile ilgili dış politika tercihlerinin Washington'un uzaktan kumandasıyla belirlendiğini söylemek ise gerçekçi olmayacaktır.

Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, uluslararası sistemle ilişkileri bakımından bölgesel güç dengesini iç içe geçmiş “üç üçgen” metaforuyla açıklamıştır.[6]Buna göre bölgede Türkiye, İran ve Mısır'ın oluşturduğu büyük üçgen; Suudi Arabistan, Irak ve Suriye'nin oluşturduğu birincisine nispetle daha küçük bir orta üçgen ve Ürdün, Lübnan ve Filistin'den oluşan bir de küçük üçgen bulunmaktadır.

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin ‘Arap Baharı'nın belirmesinden sonraki Türk dış politikasını analiz etmek bakımından Türkiye'nin grand stratejisi ve dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından söz konusu edilen bu “iç içe üçgenler” metaforu, son derece açıklayıcı bilgiler sunmaktadır. Ancak bu analize geçmeden önce bahsi geçen üçgenleri oluşturan bölge ülkelerinin uluslararası sistemle uyumunu açıklamak gerekiyor:

Büyük üçgeni oluşturan ülkelerden biri olan Mısır, Cemal Abdunnasır döneminde sistem dışı, İran ve Türkiye ise sistem içidir. Ancak Nasır'ın ölümü ve Enver Sedat'ın 1978'de Camp David anlaşmasını imzalaması ile Mısır sistem içerisine girerken, 1979'daki İslam Devrimi ile İran sistem dışına çıkmıştır.

Bu durumda, bu üçgendeki uluslararası hâkim sistemin lehine olan 2'ye 1 durumu, Mısır devriminden sonra riske girmişti. Çünkü parlamento seçimlerinde büyük bir üstünlük elde eden İslamcıların cumhurbaşkanlığını da elde etmesi ve Mısır'da tek karar verici haline gelmesi durumunda Camp David'in tehlikeye girmesi söz konusu olabilirdi. Mısır'ın Camp David öncesine geri dönerek İsrail'le barışa son vermesi, Mısır'ın doğal olarak İran'ın yanına geçmesine ve büyük üçgendeki dengenin sistem aleyhine 2'ye 1 olmasına sebep olabilirdi.

Orta üçgende Suudi Arabistan sistem içinde iken, Saddam döneminin Irak'ı İran'la olan 8 yıllık savaş boyunca kısmen sistem içindedir; ancak 1990'daki Körfez savaşıyla sistem dışına çıkmıştır. Suriye ise hem Soğuk Savaş dönemindeki tarafı hem de İran'la olan ittifakı sebebiyle sistem dışıdır. Bu üçgende Amerika'nın Irak'tan hiçbir askeri üs elde edemeden çekilmesi ve İran'ın nüfuzuna açık bir yönetimin kurulmasından dolayı, denge sistemin aleyhine 2'ye 1 olarak bozulmuş gözükmektedir. Çünkü Suudi Arabistan sistem içerisinde yer almakla birlikte Irak'ın da Suriye'nin stratejik müttefiki olan İran'ın yanına geçmesiyle, İran adeta Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden İsrail'e komşu haline gelmiştir.

En küçük üçgende Ürdün sistem içerisinde iken, Lübnan ve Filistin, orta ve büyük üçgenlerin etkisine göre değişken bir durum arz etmektedir. Orta üçgendeki denge değişimi, küçük üçgende etkisini göstermeye başlamış, Lübnan'da Hizbullah ve müttefikleri iktidar olurken, Filistin'de ise büyük ve orta üçgendeki ABD müttefiklerinin uzantısı olan El-Fetih giderek etkisizleşirken başta Hamas olmak üzere direniş ekseninin müttefikleri belirleyici rol kazanmaya başlamıştır. Yani küçük üçgende de denge, Ürdün'le temsil edilen sistem yanlılarının aleyhine 2'ye 1 olarak bozulmuştur.

Adalet ve Kalkınma Partisi, “komşularla sıfır sorun, azami işbirliği ve bölgesel entegrasyon” şeklinde formüle ettiği bölge politikasını, Türkiye'ye Batı ile ilişkilerinde etkinlik kazandıran yani Grand stratejiyi destekleyen bir taktiksel araç anlamı yüklemektedir. Bunu dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun şu sözlerinden çıkarmak mümkündür:

Eskiden duruşu yukarıdaki aktörler, süper güçler belirliyordu. Siz de o duruşa intibak ediyordunuz. İki kutuplu düzende bu anlaşılabilir bir şeydi. Büyük güçler vardı, küresel güçler vardı. Değişik kategoriler pozisyon belirliyor, siz de onlara intibak gösteriyordunuz. Ama şimdi her şey değişti. Orada sizin sözünüz olmalı ki pozisyonunuz olsun. Hareketli bir ortamda olan biteni anlayabilmek için bir yerde durmanız gerekir. Bu da sizin ekseninizdir. Ben, o ekseni bulduktan sonra oturur vizyonumu müttefiklerimle istişare ederim ve ortak bir pozisyon belirlerim."[7]

Dolayısıyla, Ankara'nın Arap ayaklanmaları üzerine gelişen olaylara ilişkin bölgesel politikalarını müttefikler nezdinde pozisyon sahibi olma stratejisi üzerine kurulduğu söylenebilir.[8]

5- Sahadaki Mevcut Durum

a- Tunus

2014 yılı sonunda yapılan serbest seçimlerde Ak Partinin desteklediği İhvan-ı Müslimin kökenli el-Nahda partisi iktidara gelememiş, Tunus Nida Partisi'nin kurduğu hükümetin ise eski rejimin tekrar işbaşında olduğu görüntüsü ortaya çıktığı iddiası hâkimdir. Nida Tunus Partisi'nin hem meclis hem de cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasıyla halen Suudi Arabistan'da yaşayan Devrik Cumhurbaşkanı Zeynelabidin bin Ali yanlısı ‘karşı devrimciler' Tunus'ta yeniden iktidar olmuştur.

b- Mısır

Mısır'da ‘darbe karşıtı koalisyon' dağıldı, İhvan-ı Muslimin yalnızlaştı, askeri darbenin yapıldığı 30 Haziran 2013 öncesi şartlara dönüş imkânsız hale geldi ve Mısır, General Sisi ile birlikte Hüsnü Mübarek döneminin ‘siyasi istikrarına' geri döndü. Askeri darbeden bu yana tutuklu bulunan Ak Partinin en baştan desteklediği İhvan-ı Müslimin Lideri Muhammed Mursi 21 Nisan 2015 te 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu karara 2011 mısır devriminde en belirleyici rolü oynayan Türkiye'den Körfez sermayesine olan bağımlılığı nedeniyle kınama bile gelmedi. Halen Mursi idama mahkum edilmiş olup infazını beklemektedir.

c- Libya

Tunus ve Mısır'ın aksine halkın her kesiminin yer aldığı kitlesel gösterilere tanık olmadığımız Libya'da, Tunus ve Mısır devrimlerinin rüzgârını arkasına alan siyasi ve askeri aktörlerinin halk destekli darbe girişimi söz konusu oldu. Bu rüzgâr Türkiye'nin önce karşı çıkıp ertesi gün desteklemek zorunda kaldığı BM ve NATO güçlerinden de destek aldı. Kaddafi'nin öldürülmesiyle sonuçlanan bu girişim sonucunda bu gün (27.05.2015) itibariyle Libya 7 parçaya parçalanmış durumda. Taraflar birbiriyle sürekli iç savaş halinde ve Libya'nın tek adam rejimi olan Kaddafi dönemini fazlasıyla aradığı söylenebilir.

 

d- Suriye

2011 yılının mart ayında Deraa'da başlayan gösterilerin sert bir şekilde bastırılması ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed'in reformları gereken çabuklukta uygulamaya koyamaması, uluslararası sistemdeki ABD, İngiltere Fransa gibi ülkelerin Suriyeli muhalif kesimden yana tavır alması vb. nedenlerle iç savaş başladı. Bunlar o yıllar, olayın görünür veya gösterilen yanıydı.

Bunun üzerine Cumhurbaşkanı  Esed artan isyanlara karşı eskiden beri müttefik olduğu İran ve Rusya'dan daha fazla destek alması üzerine olay Suriye üzerinden uluslararası sistemde vekâlet savaşına dönüşmüştür. Daha sonra bu savaşta Türkiye, körfez ülkeleri ve Arap emirlikleri ile birlikte Esed ve Baas rejiminin devrilmesinden yana tavır almış, ancak Suriye yönetimi bu güne kadar ayakta kalmayı başarabilmiştir.

Amerikan Maryland Üniversitesi'nin 2010 yılında yaklaşık 20 bölge üzerinde yaptığı kamuoyu araştırmasında Cumhurbaşkanı Beşşar Esed en sevilen ilk 5 Ortadoğu lideri arasında yer alması,[9] yine bu süreçte Amerika'nın Suriye'yi "şer ekseni" olarak nitelendirmesi[10] ve Irak'tan sonra sıranın Suriye'ye geleceği mesajını vermesi, Lübnan Başbakanı Refik Hariri'nin ölümünden Suriye'yi sorumlu tutması, Halep, Şam gibi birçok Suriye  şehrinin isyan çıkmadan önce Türkiye'nin adeta vilayeti gibi bir pozisyona dönüşmesi ve halen bile Suriye'de önemli bir halk kesiminin Suriye yönetimini desteklemesi Suriye'de yaşanan gösterilerin mevcut anti demokratik siyasi yapıya gösterilen doğal ve yerel bir tepki olduğunu söylemeyi güçleştirmiştir. Bu sebeple Suriye'de yaşanan gösterileri, mevcut anti demokratik siyasi yapıya karşı başlatılan bir devrim süreci değil, bölgesel kışkırtmalarla sergilenen bir isyan provası olarak okumak daha doğru gözükmektedir. Buna rağmen Türkiye halen Suudi Arabistan'la birlikte sahada muhalif cihatçı grupları desteklemeye devam etmektedir. Suriye olaylarının Türkiye'ye maliyeti misafir statüsünde kabul ettiği savaştan kaçan Suriyeli yaklaşık 1,8 milyon Suriyeli göçmeni topraklarında ağırlamak zorunda kalması ve bunun için harcanan yılda yaklaşık 5 milyar dolarlık bütçe yüküdür. Katil sürüsü IŞİD'in yeni komşumuz olarak bölgeye yerleşmesi ve yüzbinlerce Suriye halkının dayatılan bu savaş felaketi nedeniyle ölmesi ise vahametin başka boyutudur.

e- Bahreyn

Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez İşbirliği Örgütü, Arap Baharı sonucu sokağa dökülen Bahreyn halkına karşı askeri müdahalede bulunarak Bahreyn devrimini bastırmaya çalıştı. Suudilerin müdahalesi 5 yılına girerken ‘Arap Baharının' örgütlü ve sivil isyanı Bahreyn'de bastırılamadı. Bahreyn isyanını diğer isyanlardan ayıran en önemli özellik ise Bahreyn halkının silahsız direniş metodunda ısrar etmesidir. Ancak Bahreyn halen Suudi Arabistan ve ABD' nin garantörlüğünde 2011 öncesi şartlarını sürdürüyor. Türkiye ise Bahreyn halkının talepleri konusunda sessiz kalmayı tercih etmiştir.

f- Yemen

Yemen'de de diğer birçok Arap ülkesi gibi 2011'de hükümet karşıtı gösterilerin düzenlenmesine tanık olmuştur. On bir ay süren ve iki binden fazla insanın ölmesiyle sonuçlanan protestolar sonucunda 23 Kasım 2011'de Salih iktidardan çekilmek ve yerini Mansur Hadi'ye bırakmak zorunda kalmıştır. Yemen'de 2012'de düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Suudi Arabistan ve Amerika tarafından dizayn edilmesiyle birlikte Mansur Hadi'nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tek adayı olması ve Salih'in yardımcısı olduğu dikkate alınırsa, eski rejimin alt yapısının korunmaya çalışıldığını ve Yemen halkının isyanın amacından uzaklaştırıldığını söyleyebiliriz. Bu gelişme üzerine Yemen'de halkın belirli bir desteğine sahip Ensarullah Hareketi Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nı ele geçirmiş ve diğer siyasal örgütleri uzlaşmaya dayalı yeni bir anayasa yapmaya çağırmıştır. Bu gelişmenin ardından Suudi Arabistan öncülüğündeki Körfez ülkeleri Amerika, İsrail ve Türkiye gibi ülkelerin de desteğini alarak 26 Mart 2015'te askeri müdahalede bulunmuştur. Birçok analizde yer aldığı şekliyle bu müdahalenin temel nedenlerinin ardında Bab-el Mendeb Boğazı'nın kontrolünün Ensarullah Hareketi'nin eline geçmesinin taşıdığı risk de ön plana çıkmaktadır.[11] Körfez ülkelerinin Yemen'e müdahalesini ilk anda destekleyen Türkiye daha sonra siyasi çözüm vurgusunu ön plana çıkarmak durumunda kalmıştır.

Kısaca, Arap isyanlarını düzen kuruculuk'[12] iddiasıyla destekleyen Türkiye, isyan sonrası için öngördükleri iç siyasi düzende eksen rolünü İhvan'a vermişti. Çünkü demokratik altyapı ve araçlardan yoksun olan bu ülkelerde İhvan'ın geniş toplumsal tabanıyla yapılacak serbest seçimlerde iktidara geleceği öngörülüyordu.

Bu öngörü, başlangıçta Tunus ve Mısır'da doğru çıktı; ancak yerel düzen kurucu rolüyle İhvan'ın içeride yarattığı kutuplaşma ve bölge jeopolitiğinde yarattığı belirsizlik, 2011 öncesi bölgesel istikrarın devamından yana olan Suudi Arabistan ve ABD'yi müdahil olmaya zorladı. Suudi Arabistan'ın ABD'nin de onayı ile 2013 ortalarından itibaren İhvan'ın, yerel ‘düzen kurucu' rolüne son vermesi, ABD'nin bölgesel müttefikleri arasında iç savaşa neden oldu.

Özetlemek gerekirse Türk Dış Politikası ‘Arap Baharı'nı “dışarıdan dayatılan 100 yıllık Sykes-Picot düzenine bölge halklarının iradesiyle son verilmesi” diye okumuştur. Oysa herhangi bir toplumsal ya da siyasal gelişmeyle ilgili olarak doğru ve sağlıklı bir politika üretebilmek, o gelişmeyle ilgili olarak sırasıyla nesnel verilere dayalı bir anlama, açıklama, tanımlama ve yönlendirme süreçlerinin izlenmesini gerektirmektedir. Türkiye ‘Arap Baharı'na ilişkin tavırlarını yönlendirmeden başlayarak ve ters sıra izlenerek (yönlendirme-tanımlama-açıklama-anlama) belirleme yoluna girmiştir. Örneğin, Türkiye ‘Arap Baharı' rüzgârına kapılarak birinci aşamada ‘halklardan yana ve diktatörlüklere karşı' bir pozisyon belirlendi. İsyanlar, ‘bölge halklarının diktatörlüklere, yoksulluğa, ayrımcılığa ve bölge dışından dayatılan bölgesel düzene isyanı' olarak tanımlandı ve Arap dünyasındaki krizler de bu sürecin doğal parçası olarak nitelendi. Ardından da “yönetimlerin diktatörlüğüne” muhaliflerin ise “demokratik değişim taleplerine”  ilişkin veriler sunularak en baştan belirlenen politik tavır ve bu tavır çerçevesinde yapılan tanım desteklenmeye çalışıldı. Mısır ve Tunus'ta “Arap Baharı” ile gelen iktidarların 2013 yılının temmuz ayında uğradığı akıbet, Libya'da yaşanan kargaşa ve Suriye'deki iç savaş süreçleri tersine işletilen analiz yöntemiyle belirlenen politikaların ne ölçüde başarılı olduğuna dair yeterince fikir vermektedir.[13]

6- Sonuç

2011'de bölge halklarının iradesiyle yeni bir bölgesel düzen kurması beklenen ‘Arap Baharı', 2012 ortalarından itibaren tüm bölgeye iç çatışma veya savaş armağan etti. Mısır, Tunus ve Yemen'de toplumsal bölünme, Libya'da başarısız devlet' (failed state)[14], Suriye'de yaşanan savaş sonuçlarıyla eski düzenleri aranır hale getirdi. Türkiye ise son haliyle politik anlamda maruz kaldığı yalnızlaşmayı “değerli yalnızlık”[15] olarak nitelendirmek durumunda kaldı.

Sonuçta Arap Baharı için 2015 yılı 2011 öncesine dönüş yılı oldu. 2000'lerin ikinci yarısında yaşadığımız Türk dış politikasının ise şimdiye kadar görülmüş “en başarılı” döneminin ardından, Türk dış politikasının şimdiye kadar görülmüş en fiyaskolu dönemi başladı.[16] Arap Baharı 2011'de patlak verince, sanki şalter birdenbire indirilmiş gibi oldu. Ortadoğu'nun önemli ülkelerinde büyükelçilikler kalmadı. Yönetimi her türlü şiddet kullanarak düşürülmeye çalışılan Suriye ile tekrar düşman olundu.

Bu bağlamda Türkiye dış politikasını revize etmeli, grand stratejisinden keskin dönüş yapmak zor olsa bile reform seçeneğini dahi gündemine almalıdır. Örneğin, değişmekte olan dünya dengelerinde uluslararası sistemde daha makul politikalar üreten Rusya-İran-Çin koridorunda kendine daha fazla yer açmak[17] daha fazla gündeme alınabilir. Topraklara kurulan onca NATO füze savunma sistemlerine ve ABD askeri üslerine rağmen bu fikrin uygulanabilirliğinin mümkün olup olmayacağı ise ayrıca tartışma konusudur. 

Kaynakça

1-Akgün, B., Uluslararası Suriye Sempozyumu Sunumu, 24-26 Nisan 2015 Ankara

2-Alp Koçak, K., “Yasemin Devriminden Arap Baharına Tunus”, Yasama Dergisi 2012 http://www.yasader.org/web/yasama_dergisi/2012/sayi22/22-61.pdf

3-Dursunoğlu,A.-Eren,İ., Suriye'de Vekalet Savaşı, Önsöz Yayıncılık, İst.2014

4-Dursunoğlu, A. “Arap Baharı ve Kamu diplomasisi” http://www.ydh.com.tr/YD322_arap-bahari-ve-kamu-diplomasisi-sefil-siyasetten-siyaset-sefilligine.html 12.12.2011

5-Dursunoğlu, A. “Üçgenler Metaforu ve Türkiye'nin Dış Politikası” http://www.ydh.com.tr/YD329_ucgenler-metaforu-ve-turkiyenin-suriye-politikasi.html

6-Grander, F. “Who's Who in the Axis of evil”, 20 December 2003 http://news.bbc.co.uk/2/hi/1988810.stm

7-Lynch, M. "Obama's 'Arab Spring'” http://lynch.foreign policy. com/posts/2011/01/06/obamas_arab_spring 6 January 2011

8-Oran, B., “Davutoğlu Davutoğlu'na Karşı”, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/baskin_oran/davutoglu_davutogluna_karsi-1222296 31.10.2014

9-Ron Ben, Y., “The US dropped the ball on Yemen” http://www.ynetnews.com/articles/0,7340,L-4641278,00.html

10-Ulutaş, U-Torlak, F, “Çekilme Sonrası Irak'ta düzen arayışı”, SETA Analiz, Aralık, 2011 ,S.49http://www.setav.org/ups/dosya/101391.pdf

11-University of Maryland with Zogby International 2010, Annual Arab Public Opinion Survey Augst 5th.2010 http://www.brookings.edu/~/media/research/files/reports/2010/8/05-arab-opinion-poll-telhami/0805_arabic_opinion_poll_telhami.pdf

12-Zengin, G., Hoca-Türk Dış Politikasında Davutoğlu Etkisi, İnkılap Kitapevi İst., 2014

13-Zengin, G., Kavga-Arap Baharında Türk Dış Politikası, İnkılap Kitapevi, İst., 2013

14-  http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/01/03/davutoglu.iddiali.duzen.kuran.ulke.olacagiz  “Davutoğlu İddialı: Düzen Kuran Ülke Olacağız”,  03 Ocak 2011

15- http://www.hurriyet.com.tr/planet/24553602.asp “Dış Politikada Değerli Yalnızlık Dönemi”, 21 Ağustos 2013

 


[3] Zengin, Gürkan, Hoca-Türk Dış Politikasında Davutoğlu Etkisi, İnkılap Kitapevi, s. 84.

 

[4] Zengin, Gürkan, Kavga-Arap Baharında Türk Dış Politikası, İnkılap Yayınları s. 28-31

[8] Dursunoğlu, Alptekin http://www.ydh.com.tr/YD329_ucgenler-metaforu-ve-turkiyenin-suriye-politikasi.html

[9] University of Maryland with Zogby International, “2010 Annual Arab Public Opinion Survey Augst 5th.2010”, http://www.brookings.edu/~/media/research/files/reports/2010/8/05-arab-opinion-poll-telhami/0805_arabic_opinion_poll_telhami.pdf

[10] Grander, Frank, “Who's Who in the Axis of evil”, 20 December 2003 http://news.bbc.co.uk/2/hi/1988810.stm

[11] Ron Ben-Yishai, “The US dropped the ball on Yemen”, http://www.ynetnews.com/articles/0,7340,L-4641278,00.html

[12] http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/01/03/davutoglu.iddiali.duzen.kuran.ulke.olacagiz/601719.0/

[13] Dursunoğlu, Alptekin-Eren, İsa, Suriye'de Vekalet Savaşı, Önsöz Yayıncılık, İst., 2014

[14] http://rt.com/op-edge/176376-libya-officially-failed-state/

[15] “Dış Politikada Değerli Yalnızlık Dönemi”, http://www.hurriyet.com.tr/planet/24553602.asp

[16] Oran, Baskın agm.

[17] Akgün, Birol, Uluslararası Suriye Sempozyumu Sunumu, 24-26 Nisan 2015, Ankara 

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar