2f9497bc7c0a10c0b4088bebaabbfe33_1306164440.jpg

“Geçmiş ihtilafları tekrar yaşatarak birlik oluşturamayız.”

Genel kültürün oluşmasında, tarihi olaylarda ve bunun siyasî getirilerinde ümmetin vahdetine riayet edecek ve ihtilaflara neden olan her şeyden kaçınacak şekilde yeni bir yöntemin benimsenmesi gerekir.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Bugün İslam ümmeti, İslamî birliği zayıflatan ve İslamî vahdete engel olan iki tür ihtilafla boğuşmaktadır.*

1-Uluslararası ve bölgesel alanlarda düzensizlikten kaynaklanan siyasî ve menfaatlerdeki ihtilaflar.

İslam dünyasındaki gayrımüslim –Avrupa ve Amerika- ve yabancı güçlerin nüfuzları da bunun içine girmektedir. Bu gibi ihtilaflar bir devletin içinde veya iki ya da daha çok devlet arasında tasavvur edilebilir.

2- Mezheplerin akidevî ve fıkhî ihtilafları.

Bu türden ihtilaflar, vatandaşlık ilişkilerinde ve grupların devlet ile olan ilişkilerinde farklı mezhebî bağlılıklardan dolayı ortaya çıkabilir.

Vatandaşlar arasında ortaya çıkan ihtilaflardan “uzaklaştırma ve inziva” olgusu ve ilişkiler ile yönetim şeklinde kaynaklanan ihtilaflardan da devlet yönetimine siyasî katılımın azalması olgusu ortaya çıkar.

Birinci durumdaki ihtilafın çözüm adresi “İslam Konferansı Örgütü” ile Arap Toplumu, Körfez İşbirliği Şurası, Batı Arap Birliği… gibi devlet kurumları olan daha küçük bölgesel teşkilatlardır.

Maalesef bu aşamada sorunları çözecek hiçbir halk kurum ve teşkilatı yoktur. İkinci kategoride yer alan ihtilaflar ise Osmanlı Devleti'nin yıkıldığı ve sömürgeci güçlerin İslam dünyasına saldırmaya başladığı günden beri İslam dünyasının bilinçli önderleri (Seyyid Cemaleddin Afgani ekolü) tarafından izlenmeye tabi tutulmuştur.

İlk olarak fakihlerin ve düşünürlerin şahsi çabaları ve araştırmaları bunu ortaya koymuştur. Daha sonra Beyt'ul-Mukaddes'te geçen asrın birinci yarısında gerçekleşen ilk konferansta vahdet üzerine çalışma asıl ve önemli hedeflerden biri olan kabul edildi. Akabinde de Kahire'de el-Ezher Üniversitesi'nde Şia ve Sünni fakih ve muhakkiklerden bir grup Uluslararası İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumu'nu kurdular. Şia dünyasının önde gelen mercilerinden biri olan Ayetullah el-Uzma Burucerdi de bu oluşuma destek verdi. Bu önemli mesele merhum Hasan el-Benna ile Şia ulema ve düşünürleri arasındaki güçlü ilişkilerde de kendisini gösterdi.

İtikatta ve Ahkamda Vahdet Söylemi

Vahdet hakkındaki asıl söylemler; düşünsel, itikadi, amel, ve ahlakî-içtimaî yöntemler merkezli söylemlerdir.

a- İtikadî Söylem

İslam ümmeti temeli tevhide dayanan dünya görüşü esasınca oluştuğu için pratik tutum ve ilişkilerle vahdete ulaşabilir.

Kur'an-ı Kerim'de itikadî ve teşrii (kanun koyma) alanında bu hakikati tazmin ve Müslümanları buna uymaya teşvik eden birçok ayet vardır.

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا

Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın.”[1]

وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِن بَعْدِ مَا جَاءهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَأُوْلَـئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.”[2]

وَأَنَّ هَـذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلاَ تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَن سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O'nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.”[3]

وَأَطِيعُوا اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُوا إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ

Allah'a ve Resûl'üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”[4]

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِهِ صَفًّا كَأَنَّهُم بُنيَانٌ مَّرْصُوصٌ

Hiç şüphe yok ki Allah, kendi yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”[5]

b- Kur'an'ın Ümmete Ameli Hitaplarının Birlik Gereksinimi Vardır

1-  وَأَعِدُّوا لَهُم مَّا اسْتَطَعْتُم مِّن قُوَّةٍ

Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvetlerinizi hazırlayın.”[6]

Kudretin en büyük mazharı vahdettir. Bu bütün ümmete hitaptır. Bir ümmet kendi içinde parçalanmaya başladığı zaman –ister bütün ümmet veya isterse farklı toplumları olsun- askerî kudrete sahip olması imkânsız olur.

2- Kader belirleyici meselelere karşı ihtilaflardan sakındırma gereksinimi:

Allah Teala bu hususta şöyle buyurmaktadır:

 “لَكُمْ فِي الْمُنَافِقِينَ فِئَتَيْنِ وَاللّهُ أَرْكَسَهُم بِمَا كَسَبُوا أَتُرِيدُونَ أَن تَهْدُوا مَنْ أَضَلَّ اللّهُ وَمَن يُضْلِلِ اللّهُ فَلَن تَجِدَ لَهُ سَبِيلاً

Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Allah, onları yaptıkları işlerden dolayı baş aşağı ederek eski konumlarına (küfre) döndürmüştür. Allah'ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, sen onun için asla bir çıkış yolu bulamazsın.”[7]

Bunun şura ve görüşlerin belirtilmesiyle bir çelişkisi yoktur. Ancak pratik düzeyde birliğin hakim olması gerekir. Eğer bütün ümmet bazında veya farklı toplumlar bazında ihtilaf olursa bu birlik oluşmaz.

3- İhtilaf durumunda ıslahın gereksinimi:

İlahî kanun koyuculuk Müslümanlar arasındaki ihtilafların iç savaşla sonuçlanması durumunda ne yapmaları gerektiği hususunu ele almıştır:

وَإِن طَائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اقْتَتَلُوا فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا فَإِن بَغَتْ إِحْدَاهُمَا عَلَى الْأُخْرَى فَقَاتِلُوا الَّتِي تَبْغِي حَتَّى تَفِيءَ إِلَى أَمْرِ اللَّهِ فَإِن فَاءتْ فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَأَقْسِطُوا إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ

Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah'ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.”[8]

İslam evrensel bir dindir. İslam ümmeti de İslam'ın evrenselliğinin sembolüdür. Ancak mezhebî ihtilaflara dayanma ve bunun getirileri İslam'ın evrenselliğini zedelemekte ve İslam toplumunu birbirlerini anlamayan ve küresel söylem yaratma yetisinden yoksun farklı toplumlara dönüştürmektedir. İslam ve İslam ümmeti ancak gruplaşma ve farklılaşmalara neden olan amillerden kaçındığı zaman evrenselleşir ve genel bir etkiye sahip olur.

İslam ümmetinin varlığı ve bunun gerçek vahdeti akidevi, kanun koyuculuk ve tarihi alanlarda dile getirilip inkar edilemeyecek kadar açık bir durumdur. Bu vahdetin Müslümanların ırksal, dilsel ve mezhebi farklılıklarını düzenleyeceğini ve Müslümanlar arasındaki bütün ilişkilerde keza başkaları ile olan ilişkilerinde bile menfaatlerinin korunacağı algı ve etkisini göstereceğini itiraf etmemiz gerekir. Bundan ötürü siyasî kutuplaşmalara neden olan bütün olayları ve tarihî meseleleri görmezlikten gelmemiz gerekir.

İslam dünyasındaki kutuplaşmalar daha sonraki dönemlerde kanun koyuculuk alanında ilmî ve düşünsel ihtilaflara dönüşmüş ve farklı istinbat ve çıkarımlarla birlikte yoluna devam etmiştir. Dolayısıyla genel kültürün oluşmasında, tarihi olaylarda ve bunun siyasî getirilerinde ümmetin vahdetine riayet edecek ve ihtilaflara neden olan her şeyden kaçınacak şekilde yeni bir yöntemin benimsenmesi gerekir. Zira kutuplaşmaların bu alandaki sonuçları, ümmetin bugünkü reel yaşantısını etkileyecek ve ümmetin farklı mecmuaları arasındaki ilişkilerin kopmasına neden olacaktır. İmam Ali (a.s) çocuklarına buna çok dikkat etmeleri ve bunun tuzağına düşmemelerini özellikle tavsiye etmektedir. O, İslam dünyasının ve ümmetinin vahdeti için birçok maddi ve manevi fedakârlık yapmıştır. Bugünün reel gerçeklerini göz önünde bulundurmamız gerekir. Geçmiş ihtilafları tekrar yaşatarak birlik oluşturamayız. Bilakis bütün Müslümanları tek bir ümmet sayan bugünün gerçekleri ile teşrii ve itikadî hakikatler göz önünde bulundurmalıdır. Öbür taraftan İslamî devletler ve toplumlar Müslüman olmayan yabancı güçler ile müttefik olmadan ve diğer Müslümanlar karşısındaki saflarda yer almadan önce İslamî ve şer'i devletler, Müslüman devletler ve toplumlar arasında dostluk esasınca ilişkiler kurmalı ve toplumu bu yöne doğru sevk etmelidirler. Bu, Allah Teala'nın Kur'an'da emrettiği bir durumdur. Zira Allah Teala Müslüman olmayanlarla ittifakın Müslümanlar arasında parçalanmaların nedeni olacağından bunu yasaklamıştır. İslami toplum ve devletler bu gibi ittifaklar kurmak için öne sürecekleri hiçbir bahaneleri kabul edilemez. Nitekim birçok sahih nebevi hadiste bu gerçek dillendirilmiştir.

Mezhepler tarihi uzmanlarının inançlar ve fıkhî yöntemler hakkındaki ilmî ve tarafsız araştırmaları mezhepler arasında birçok ortak noktanın olduğunu bizlere göstermektedir. Hatta bazen ihtilaflar içinde bile mezheplerin birçok ortak noktaya ulaşabileceğini görmekteyiz. Eğer bazı konularda ortak noktalara ulaşmak imkânsız olmazsa ihtilaflara ve ilişkilerin bozulmasına neden olmayacak şekilde her mezhebin taraftarı mezhebinin görüşü olarak algıladığı meseleleri savunabilir. Böylece kutuplaşmalara neden olan farklı mezheplerin varlıkları ümmetin vahdeti çerçevesinde incelenebilir. Ancak ümmetin teşrii ve itikadî vahdetine zarar vermesi durumunda bu caiz değildir. Eğer ihtilaflı konuların incelenmesi kaçınılmaz olursa bu, ilmî çerçeve ile sınırlandırılmalı ve günlük meselelere dönüştürülmemelidir.

İslamî mezheplerin vahdeti ve yakınlaşması için göz önünde bulundurulması gereken önemli meselelerden biri de şudur; bütün dünyada ve bütün Müslümanlar arasında fıkhî  meseleler ile cüzi meselelerde farklı kelami yaklaşımların olduğu bir gerçektir ve hiçbir İslamî toplum farklı mezheplerden ari değildir.

Yukarıda da mezheplere bağlılığın İslam dininde doğal bir olgu olduğunu ve siyasi kararlarla bir topluma belli bir mezhebin dayatılamayacağını belirttik. Çoğu zaman bazı hakim ve sultanlar bu uğurda çabalamışlardır, ancak başarılı olamadıkları gibi bazı facialara da neden olmuşlardır.

Geçmişte Mutezililerin kendi akidelerini başkalarına dayatma çabalarına şahit olduk. Onlardan sonra Abbasîlerin ikinci dönemlerinde yani Mütevekkil döneminde Mutezililere karşı Hadis ehli ve Selefiler de böyle bir çabanın içine girdiler. Böylece utandığımız o çatışmalar ortaya çıktı. Özel bir mezhebin istemlerini dayatması veya başka mezhepleri ortadan kaldırmak için İslam dünyasında görülen bir diğer olay da Fatımîler zamanında yaşandı. Fatımîler kendi zamanlarında benimsedikleri mezhebin dışındaki bütün mezhepleri lağvetmeye çalıştılar, ama bunda başarılı olamadılar. Onlardan sonra Eyubiler de başka yöntemlerle Fatımîlere karşı aynı çabanın içine girdiler. İmamiye Şiası gibi bazı mezhepler tarih boyunca bu gibi yanlış çabaların hedefi oldu. Bu çabalar mezheplerin tabileri ve kamuoyunun zihninde acı izler bıraktığı gibi psikolojik açıdan özel bir duygunun oluşmasına da neden oldu. Bu ve Müslümanlar arasındaki ilişkilere ket vurma alanında ortaya çıkan her hareket Allah Teala'nın “Onlardan bazıları bazılarının velileridir” ayeti ile çelişki içindedir. Bu acı hakikat hepimizin vicdanlarında gerçek ve doğru dinî istemleri tahkim etmesi gerektiği gibi her mezhebi de resmî bir şekilde tanımayı da gerektirir.

Burada İmam Malik'in takındığı tutumu hatırlatmamızda yarar vardır. Mansur Abbasî, İmam Malik'e fetva ve hüküm verme hususlarında bütün Müslümanları el-Muvatta kitabına uymaya zorlayacağı önerisinde bulundu. İmam Malik bu öneriyi reddedip şunları söyledi: “Allah Resulü (s.a.a)'in ashabı farklı şehirlere dağılmışlardır ve gittikleri yerlerde Resulullah (s.a.a)'ın hadislerini yaymışlardır. Bütün bu insanlar doğru yoldadırlar.”

Ehl-i Beyt İmamları da ashabının önde gelen âlimlerini irşat ediyor ve diğer mezheplerin fıhkî yöntemlerine saygı göstermelerini, keza her mezhebin tabilerine o mezhebin esasları çerçevesinde fetva vermelerini buyuruyorlardı.

İmam Sadık(a.s)'ın, Peygamber mescidinde oturup fetva veren Şii fakih Eban bin Tağleb'e verdiği emir bu kabilden bir emirdir. İmam Sadık (a.s) ona şöyle buyurmaktadır: “Onların görüşleri olduğunu kesin bildiğin şeyleri onlara haber ver.”[9] Bizim de bu yöntemi benimsememiz gerekir.  

Bu hedef dört mezhep için tahakkuk bulmuştur. İslam dünyasının çoğu bölgesinde karşılıklı şekilde bu mezheplerin resmiyet kazanmaları genel bir olgudur. Ancak asıl sorun bu mezheplerin veya bunlardan bazılarının İmamiye Şiası veya Zeydiye ya da Ebaziye mezhebini resmiyette tanımamasıdır. Bu bizim hedefimizdir. Karşılıklı olarak bu mezheplerin ilmi algılar çerçevesinde birbirlerini tanımaları ve bunun tahakkuku için bir yol ve çare bulmamız gerekir. Zira diğer mezheplerin onun İslamî olduğuna itiraf etmesi her mezhebin hakkıdır.

Müslümanları Resmiyette Tanımak veya İnkar Edilmemeleri İçin Çabalamak

Vahdet için çaba; ya mezhepleri tanımak ve yakınlaşmaları yolunda hareket veya diğer mezheplerin istekleri doğrultusunda bir mezhebin kendisini lağvetmesi ya da karşı tarafın resmî bir şekilde tanınmasıyla gerçekleşir. Başka mezheplerin kendilerini lağvetmelerine davet vahdet değildir ve hiçbir şekilde Müslümanların birliğiyle sonuçlanmaz. Aynı zamanda hiçbir şekilde Müslümanlar arasında ilişki ve irtibatı sağlamlaştırmaz. Önemli olan diğer mezhepleri bütün özellikleri ile resmiyette tanımak ve onların İslamî olduğunu kabul etmektir. Bu Eşaire için gerçekleşti ve Sünni Müslümanlar arasındaki vahdet adını aldı. Bu yöntem Eşairî olmayan diğer mezhepler hususunda da gerçekleşmelidir. Bu, bütün Müslümanların vahdetini ve yakınlaşmasını isteyen herkesin önemle üzerinde durması gereken büyük bir hedeftir. Bugün İslamî mezheplerin kültürel, epistemolojik ve eğitici engellerinin birbirlerine karşı ortadan kalktığına ve kültürel inzivanın yok olmaya doğru ilerlediğine şahit olmakla beraber, mezhep önder ve fakihleri arasında kültürel ve düşünsel bağların güçlendiğine şahit olmaktayız. Bu, ayrılık duygusunu ortadan kaldırıp tekamül ve gelişim bilincini Müslümanlara veren İslam ümmetinin birlik ve işbirliğinin doğru bir yönelimidir.

İslamî Toplumlar İçinde Müjdeleme Sorunu

Mezhebî propaganda ve diğer İslamî mezheplerin tabilerini, mezheplerini terk edip belli bir mezhebe getirmek için müjdeleme yönteminden sakınmalıyız. Zira tahrik edici çabalarla kültürel gelişim sağlanamaz. Bunun tek yolu ikna etme, bilinçlendirme ve tekamüldür.

Dolayısıyla mezhebî propagandalar ve müjdeleyici düşünce ekseninde kurulmuş bütün müessese ve kuruluşlar kendilerini revize etmelidirler. Bu müessese ve kuruluşlar istedikleri kadar gizli hedefler ve üstü örtülü kandırıcı sloganlarla faaliyet göstersinler, yakınlaşma yolunda engeldirler. Kimin zaman bunların etkilerini açıkça görmekteyiz. İslamî Mezhepleri Yakınlaştırma ve Vahdet Cemiyeti'nin gerekli girişimlerde bulunması, düşünsel ve fıkhî merkezlerle gerekli irtibatı sağlaması için bunun el-Ezher'de olması daha uygundur.

Kuruluş bildirgesi esasınca Yakınlaşma ve Birlik Cemiyeti vahdet akidesini ve mezhepler arasında yakınlaşma düşüncesini yaymak için bilhassa Arapça, Farsça, Türkçe, Urduca gibi dünyanın yaşayan dillerinde uluslararası bir dergi çıkarmalıdır. İslam dünyasının farklı bölgelerinde temsilcilikler bulundurmalı, vahdet hakkında ilmî konferanslar düzenlemeli, aynı hedefler doğrultusunda hareket eden cemiyetler kurmalı ve İslami vahdet çerçevesinde öncelikli ve belirlenmiş meselleri ele alan seminerler düzenlemelidir.

Bu cemiyetin en önemli hedeflerinden biri tahkik ve içtihat seviyesinde mezhepler arasında karşılaştırmalı fıkıh için çabalamaktır. Bu yüzden bu cemiyet İslam dünyasındaki bütün ilahiyat fakültelerinde karşılaştırmalı fıkıh ve fıkıh usulü esasınca bütün mezheplerin öğretilmesi için gerekli çabayı gösterip teşvik etmelidir. Keza Müslümanlar arasında birlik duygusunu geliştirecek ve ortak değerlere dayanarak Müslümanların karşılıklı birbirlerini kabul edecek olguların oluşmasına yardımcı olmalıdır.

İslam Birliği ve Müslüman Olmayanların Kabul Edilmesi (Medeniyet ve Dinler Arası Diyalog)

Bu cemiyetin hedeflerine bir başka konuyu da ekleyebiliriz. Bu da dünya çapında ve İslam ümmetinin içinde inançsal bir konu olan İslam birliği ve mezheplerin yakınlaşması meselesine dikkat edilmesidir. Yani Müslüman ülkeler ve bu ülkelerde yaşayan vatandaşlarının birliği konusunun Müslüman olmayanlar tarafından kabul edilmesi zorunluluğu ve bunlarla diyalog içerisine girilmesi ve büyük imanî değerlere dayanarak ortak bir yaşam kültürü oluşturmak için çaba gösterilmesidir. 

Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanız ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarından çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onları dost edinirse, işte zalim onlardır.”[10]

Siyasî İhtilaflar ve Bunun Kavmî ve Mezhebî Kökleri

Endişeyle Müslüman toplumların birbirlerine karşı ve kendi aralarında bulunan siyasî ihtilafların kavmî ve mezhebî köklere geri gittiğini görmekteyiz ki, bunlar birliği yok eden unsurlardır. Bu alanda İran İslam Cumhuriyeti ile komşuları arasında görülen karşıtlıkları zikredebiliriz ki, bunların bir kısmı mezhebî ihtilaflara dayanmaktadır. Aynı şekilde Afganistan'da Afgan grupları ile Taliban ve İran arasında yaşanan çatışmalar da bu doğrultuda değerlendirilebilir. Aynı şekilde Irak ve bazı Basra Körfezi ülkelerinde görülen ya da örneğin Pakistan'da görülen kanlı ve acı çatışmalar da sayılabilir.

Yeterli bir ilmî birikim ve takvaya sahip olmayan bazı din adamları da mezhebî farklılıkları diğer mezhepler aleyhine fetva verebilmek için bir bahane olarak kullanmaktadırlar. Bu olguya geçmişte oldukça geniş bir şekilde rastlanıyordu. Günümüzde de bazen bu tür şeylere rastlanmaktadır. Nitekim bugün hem Ehl-i Sünnet hem de Şialar arasında bu tür kişilere rastlamak mümkündür.

Bu durumun genel olarak Müslümanlar arasındaki ilişkilere olumsuz yansımaları olmuştur. Ortamı zehirlemiş ve siyasi karşı çıkışlar, korku ve birbirini kollama davranışlarına sebep olmaktadır. Bu, İslam ümmetinin gücünü zayıflatan, birliklerini parçalayan ve mezhepler arası yakınlaşma etkenlerini de ortadan kaldıran bir durumdur.

Modern Kelam ve Birlik Konusu

1- Müslümanların tek bir ümmet olması birlik ve mezhepler arası yakınlaşmanın en önemli itikadî temelini oluşturmaktadır. Daha önce defalarca söylediğimiz gibi bu mesele İslam dininin itikadî hakikatlerinden ve onun erkânındandır ki, kelam ilminde itikadî asıllardan biri olarak ele alınmalıdır. Bu önemli bir noktadır. Çünkü şu ana kadar kelam ilmi ümmette tebellür eden İslam toplumu önermelerini itikadî birer asıl olarak ele alıp incelememiştir. İşte bu açıdan kelam ilminde gerekli yeniliklerin yapılması bir zorunluluktur. 

2- Yeni kelam ilminin, İslam'ın itikadî asıllarının Müslümanların günlük yaşamlarındaki pratik sonuçlarını incelemesi gerekmektedir. Tevhit, bir olan Allah'a inanma, Hz. Muhammed'in peygamberliği Kur'an'daki açıklamalara göre bütün peygamberlere iman edilmesini kapsamaktadır. Kur'an'da geçen bütün ayrıntılarla kıyamet gününe ve İslam'ın temelleri olan ibadetlere iman edilmesidir. Namaz, oruç, hac, cihat, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, Kur'an vahyine iman, kıble ve bunun Müslümanların sosyal yaşamındaki etkileri gibi itikadî meselelerin yeni kelam ilminde etraflıca incelenmesi ve açıklanması gerekmektedir.

3- Göz önünde bulundurulup farkında olunması gereken temel esaslardan biri de vahdete davet edilmesi mezheplerin tümel ya da tikel unsurlarının ilga edilmesi gibi bir anlamı yoktur. Bizler mezheplerin olmadığı bir İslam'a çağırmıyoruz. Aynı şekilde mezheplerin özelliklerinin ortadan kaldırılması ya da birbirinin içine giydirilmesi veya bunlardan eklektik bir mezhep oluşturulması gibi bir çağrımız da bulunmamaktadır. İslam birliği bir mezhebin kendi özelliklerini diğer mezheplere benzemek için unutması demek değildir. Vahdet ve mezhepler arası yakınlaşmanın gerçek ve doğru anlamı itikadî ve fıkhî ortak, genel ve sabit unsurlara ümmetin temel esasları olarak dikkat çekilmesi ve mevcut mezhebî çeşitlilik ve farklılıkları vahdet çerçevesinde ele alınması demektir. İşte bu durumda esaslı bir ayrılık ve çatışma ortaya çıkmayacaktır.

4- Şu nokta üzerinde ısrarcı olmamız ve tekit etmemiz gerekir ki Ehl-i Sünnet ile Şia arasında bulunan ihtilaflar, Ehl-i Sünnet'in kendi içinde bulunan mezhepler arasındaki ihtilaflar ile fakihler arasında bulunan ihtilaflar gibidir. Nitekim Şia fakihleri arasında da ihtilaflar vardır. Biz fıkhî ve usulî ihtilafları istinbat ve içtihat yöntemlerinin farklılığından kaynaklandığını düşünmekteyiz. Her mezhepte görülen bu tür ihtilaflar birbirine yakın ya da benzer ve hatta aynı ihtilaflar olup farklı mezheplerin birbirleri arasındaki ihtilaflara benzemektedir. Dolayısıyla sadece mezhepler arasında farklılıklar olmasından hareketle bu ihtilafların vahdet duygusuna ve amacına zarar verdiği söylenemez. Çünkü bunlar doğal süreçlerin ortaya çıkardığı tabii farklılıklardır.

5- Vahdet ve birliğin ihya edilmesi ve daha da derinleştirilmesi ile mezheplerin birbirine yakınlaştırılmasında dayanılması gereken yöntem ve tarz; Kur'an ve Sünnetin tefsirinde benzer ve ortak ilkelere vurgu yapılması ve böylece ortak veya birbirine yakın anlayış ve tefsirlerin ortaya çıkarılmasıdır.

a- Kur'an Alanında

Amacımız tek ve kişiye has bir tefsire ulaşmak değildir. Çünkü bu imkânsızdır. Bu yüzden böyle bir şey kabul edilemez. Amacımız müfessirlerin, düşünürlerin ve fakihlerin Kur'an-ı Kerim'e müracaat ettiklerinde diğer mezheplerdeki Kur'anî yöntemleri de göz önünde bulundurması ve tek bir bakış açısının esiri olmamasıdır.

b- Sünnet Alanında

Ravinin güvenilir ve ondan gelen rivayetin güvenilir olduğuna dair usul ve ilkelerin değişmesi gerekmektedir. Bu durum İslamî bir ilim dalı olan rical ilminin meseleleri ve ilkelerinde yeniliklerin yapılmasını gerektirmektedir. Biz bir konuşmamızda şöyle demiştik; Biz Şialar Ehl-i Sünnet'in rivayetlerini sadece marjinal durumlarda ve ikinci derece olarak kabul ediyoruz. Ehl-i Sünnet de nerdeyse hiçbir Şia rivayetine güvenmemektedir. Aradaki ilişkinin bu şekilde kesilmiş olması hiçbir şekilde açıklanamaz ve kabul edilemez. Ehlibeyt İmamları tarafından rivayet edilen hadisle ilişkinin kesilmesinin siyasî sebepleri ilmî ve tarafsız olarak incelenmeli ve Ehlibeyt İmamlarının ilmî statülerinin Ehl-i Sünnet tarafından resmen tanınması sağlanmalıdır. Bu ilişkinin kesilmesinin siyasî sebepleri bugün ortadan kalkmıştır. Bu yüzden bunun etkilerinin de ortadan kalkması gerekmektedir. Sünniler Allah Resulü'nün gerçek sünnetine geri dönmek suretiyle -ki Ehlibeyt İmamlarıdır- kendi durumlarını düzeltmeleri gerekmektedir. Tabii Ehl-i Sünnet aynı zamanda diğer bir hadis kaynağı olan sahabeyi de bir kenara bırakmamalıdır.

Mukayeseli hadis çalışmalarının canlandırılması çok yerinde ve iyi olacaktır. Böylece Ehlibeyt İmamları kanalıyla gelen Şia hadislerinin çoğunu oluşturan vahdetin nass ve içeriği ile ilgili hadisler ile Ehl-i Sünnetin hadislerinin çoğunluğunu oluşturan sahabe ve tabiin kanalıyla gelen hadislerin karşılaştırılması ve bunlardan yararlanılması bir gereksinimdir. 

6- Yöneticilerin, siyasî çıkarları için mezhebî ihtilafları yönlendirmiş olması ihtimali unutulmamalıdır. Siyasetin, mezhebî ihtilafların oluşmasında ve nihayetinde de ilişkilerin kesilme noktasına gelmesindeki rolü iyi ve derin bir şekilde incelenmelidir. Yöneticilerin ve ailelerinin siyasî çıkarları, siyasî parti ve grupların hadis rivayeti ve tefsiri ile fıkıhtaki etkileri incelenmeli ve hurafelerin İslamî metinlerin içine sokulması ayrıntılı bir şekilde araştırılmalıdır. Bu tür düşüncelerin Kur'an ve sünnetten çıkarılan İslam düşüncesinin bir parçası olmadığı ve bunların siyasî eğilimlerin yansımaları olduğu ve hiçbir şekilde Kur'an ve Sünnetten alınmadıkları iyice açıklığa kavuşturulacak şekilde bu iş yapılmalıdır.

Burada vahdete ulaşmanın bir örneği ve modeli olarak Ehl-i Beyt'in yöntemine bakmamız gerekmektedir. Onlar vahdeti kutsal kabul ediyorlardı ve bu konuda gevşekliği hiçbir şekilde caiz görmüyorlardı. Bizim de kitaplarımızda işaret ettiğimiz gibi, Ehl-i Beyt ne zaman vahdet akla gelirse onu korumak için ayaklanıyordu. Bu, Ehl-i Beyt'in başından sonuna kadar bağlı olduğu bir yöntemdi. İktidar ve güç meselesi ortaya çıkıp bu vahdet ile karşı karşıya geldiğinde onlar güce karşı vahdeti seçtiler ve her durumda bunu korudular. Ehl-i Beyt İmamları vahdet ve İslam birliği için kendi siyasi haklarından bile vazgeçmişlerdir. Örneğin, İmam Zeynelabidin'den rivayet edilen pek çok hadiste ve bilhassa Sahifeyi Seccadiye'deki dualarında bu konu ısrarla dile getirilmiştir.

Vahdet ile Ülkesel ve Bölgesel Sistemler

Bu çerçevede vahdetle ilgili çok önemli bir mesele gündeme gelmektedir. Vahdet farklı toplumlara has olan millî ve ulusal sistemlerin ortadan kaldırılması anlamına gelmez. Çünkü bu teoride, vahdetle çelişmeyen bir çeşit çoğulculuk göz önünde bulundurulmuştur. Nitekim Ehl-i Beyt'in bu konudaki tutum ve tarzı kendi içinde bir çeşit siyasî ve nizamî çoğulculuğu barındırmakla beraber kapsamlı ve kuşatıcı bir vahdetin koruyuculuğunu da yapmaktadır. Bu doğrultuda Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'de beyan ettiği ve Allah Resulü (s.a.a) ile Ehl-i Beyt'in İslamî toplumlarda uyguladıkları İslamî takiyeye işaret edilebilir.

Mezhebî, kelamî ve fıkhî ihtilaflar siyasî durumlarda kullanılan etkili birer araca dönüştüklerinde Ehl-i Beyt İmamları vahdeti korumak için takiyyeye sarılmışlardır. Eğer bu ilke imamların siyasî ve sosyal durumlarına hakim olmasaydı kesinlikle günümüzde var olan ihtilaflardan çok daha fazla ihtilaf ve ayrılık İslamî toplumlara hakim olacaktı. Keza ayrılık ve ihtilaf dönemlerinde İslamî toplumların ortaya koydukları kazanımlardan yararlanmak imkânsız hale gelecekti. Nitekim takiyye ilkesi daha çok zayıflık ve ihtilaf dönemlerinde İslam ümmetini dağılmaktan korumak için ortaya konulmuştur.

Vahdet ve Yakınlaşma Cemiyeti

Vahdet ve Yakınlaşma Kurulu” kuruluş belgesi aşağıdaki temeller üzerine inşa edilmiştir.

1. Bütün Müslümanlar onların birliğini gerçekleştiren kapsamlı usul ve ilkeler üzerinde ittifak etmektedirler. Bu esaslar doğrultusunda ümmetin dünyası somutlaşmış ve ümmet kavramı şekillenmiştir. Bütün Müslümanların iman ettiği ve bunlara bağlı olmayı kabul ettikleri sabit ilkeler İslam'ın esasını oluşturmaktadır. Bu ilkelere inanan ve bunlara göre yaşayan kişiye de Müslüman denilmektedir. İslam'ın özünü oluşturduklarından bunları inkâr edenlere Müslüman denilemez. Bu, bütün Müslümanlar tarafından kabul edilen bir durum olup İslam ümmetinin sosyal ve siyasî yapılanmasının birlik ve vahdet ekseninde gerçekleşmesi gerektiğini açıklığa kavuşturur. Bizler kaybolmuş ve mevhum bir vahdet ve birlik için uğraşmıyoruz. Bizim çabamız gerçek ve canlı olan bu vahdeti Müslümanların yerel, bölgesel ve evrensel yaşamlarında hayata geçirmektir. Bu, - diğer ilkeler gibi daha sonra zikredilecek ilk temeldir- bütün zeminlerde özellikle de fıkıh ve kültürel oluşumlarda İslam ümmetinin liderleri tarafından göz önünde bulundurulmalıdır.

2. Farklı mezhebî yaklaşımlar ve eğilimler, beşer fıtratıyla uyumlu olan ve dünyanın medeniyet ve kültür tarihinde görülen olgulardır. Biz mezheplere bağlılığı, bunun fıkhî anlamıyla, İslam ümmetinin parça parça olması olarak anlamıyoruz. Aksine bunu, anlama ve idrak etmenin doğasından kaynaklanan bir ihtilaf ve eğilim olarak görmekteyiz. Bunlar kapsamlı bir çerçevenin içinde gerçekleşen farklılıklardır. Mezhebî ihtilaflar doğal şeylerdir ve Kitap ve Sünnetin zahirinden hüküm çıkarmak için yapılan içtihatlardan kaynaklanmaktadır. Ayrılık ve ihtilafların özü çağımızda bu şekilde anlaşılması ve kabul edilmesi gerekmektedir. Aklî ve kültürel konulardaki ihtilaf ve ayrılıklar, hakikatin anlaşılmasından ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden de bundan vatandaşların devletle olan ilişkilerini anlatmak için siyasî kavramlar olarak bahsetmemek gerekir.

Siyasî bazı mülahazaların eski ihtilaflardan kaynaklanıyor olması mümkündür. Ama o dönemler geride kaldı ve bu ihtilaf ve ayrılıkların illet ve sebepleri de ortadan kalkmıştır. Bugün bütün ihtilafların fıkhî yöntemler ile Kitap ve Sünnetin zahirinden hüküm çıkarılmasında meydana gelen olgular olarak kabul edilmesi ve bu alanla sınırlandırılması gerekir. Her mezhep diğer mezhepler karşısında tam bir meşruiyete sahiptir. Bu mezheplerin takipçilerinin de Müslüman olarak ümmet içinde ve içinde yaşadıkları toplumlarda Müslüman olmanın gerektirdiği bütün hak ve özgürlüklere sahip olmalı ve bu şekilde resmen tanınmalıdırlar. Azınlık ya da çoğunluk olduklarına bakmadan mezheplerin sahip olduğu bütün ayrıcalıklar onları da içine almalıdır. Aslında mezhebî farklılıklarla Müslümanların çoğunluk ve azınlık diye ayrılmaları doğru değildir. Bütün inançlarının saygın olması ve azınlık olmaları onların daha az hak ve özgürlüklere sahip olmasına sebep olmamalıdır. Bunların İslam ümmeti içinde sosyal, iktisadî ve siyasî alanlarda diğer mezheplerin sahip olduğu bütün haklara sahip olması gerekir.

3. Her mezhebin yöntemini, inançsal ve fıkhî esaslarını anlamak için başvurulması gereken temel kaynaklar, bu mezheplerin ileri gelen otoriteleri tarafından kabul edilen temel kitap ve eserlerdir. Dolayısıyla bu mezhepler hakkında değerlendirme yapmak için şaz ve nadir olan görüş ile bu mezheplerin muhalif ve düşmanlarının inançlarına bakılmamalıdır. Bu yüzden de şaz olan tefsir ve yorumlara dayanarak herhangi bir mezhebin aleyhinde herhangi bir hükümde bulunmamak gerekir. Aksine bu konularda herhangi bir şeyi ispat ve geçersiz kılmak için bu mezhebin otoritelerinin tefsir ve tevillerine başvurulmalıdır. Diğer bir ifadeyle başka bir mezhebin inanç ve içtihatları diğer mezhepler hakkında fikir sahibi olmak için kaynak olarak kullanılmamalıdır.

4. Müslüman mezhepler arasında propaganda ve tebliğ yapmak haramdır. Dolayısıyla Şiaların diğer İslamî mezheplerin taraftarları arasında Şialığa davet için çalışmaları caiz değildir. Hiçbir mezhep genel olarak diğer mezheplerin takipçileri arasında tebliği bir çalışma ve faaliyet içerisine girmemelidir. Aynı şekilde Sünniler de inançsal bir teşekkül olarak Şialar arasında mezhebî çalışmalar yapmamalıdırlar. Ama bir mezhepten başka bir mezhebe kişisel geçişler ferdi olgulardır ve onun diğer mezhebin ilkelerinin daha doğru olduğuna inanmasına bağlıdır ki, araştırma ve düşünme sonucu elde edilmiştir. Eğer bir Müslüman bir mezhepten başka bir mezhebe geçmek için bir karar aldıysa onun bu isteği ve kararı saygındır ve ona bundan sonra seçtiği bu mezhebinin hükümlerinin uygulanması gerekir.

İçtihat Kapısının Açılması

Son dönemde Müslümanlar arasında hakim olan eğilim; içtihat kapısının açılması yönünde olmuştur. Bu durum övülmeye ve taktir edilmeye fazlasıyla layıktır. Her şeye rağmen içtihadın bütün alim ve düşünürler tarafında mezheplerinin ilkeleri ışığında gerçekleştiğini görüyoruz. Yani her mezhebin öncü ve fakihleri kendi fıkhî mezheplerinin usul ve kuralları dairesinde içtihat etmektedirler. Bu, beğenilecek bir iştir, ama vahdet ve mezheplerin yakınlaşması amacına hizmet etmemektedir. Sadece mezhep içi fikrî canlanma ve gelişmeye sebep olmaktadır.

Biz, mezheplerin yakınlaşması ve İslam ümmetinin birliği ve bunun köklü hale getirilmesi için Müslüman düşünürleri bütün mezhepleri kapsayacak mutlak bir içtihat yöntemi geliştirmeye davet ediyoruz. Bu hedefe ulaşabilmek için bütün Müslümanların uygulamalı fıkıh ilmi alanında çalışmalar yapmaları keza bu doğrultuda her kesimden düşünürlerin katılacağı ilmi toplantılar düzenlemeleri gerekmektedir. Böylece bütün mezhepler içinde çok değerli fakihler yetişecek ve içtihat mekanizması da oldukça güçlenecektir. İki zeminde yapılacak içtihada sahip olmamız gerekir ki, bunlardan biri; her mezhebin ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve bir mezhebe has olan içtihatlar, ikincisi ise İslam ümmetinin ihtiyaçlarını karşılayan mutlak ve genel içtihatlardır. Bu iki içtihatla ümmetin yaşadığı sorunların çoğuna cevap verilebilir. Bu çerçevede bütün çalışmaların ilmî ve İslam birliği ve mezheplerin yakınlaşması doğrultusunda yapılması ve bu yönde fıkhi yöntemlerin tesis edilmesi gerekmektedir. Bu iş günümüzde bir yere kadar sonuçlanmış ve bu hususta Müslümanlar arasında ilmî konferanslar ve seminerler düzenlenmeye başlamıştır. Ama bizim beklenti ve umudumuz daimî kurum ve kuruluşlar vesilesiyle çalışma ve araştırmalar yapılarak birlik ve yakınlaşma düşüncesinin köklü ve kalıcı hale getirilmesidir. Biraz önce işaret edilen fıkhî toplulukların oluşmaya başlaması bu çalışmaların en somut sonuçlarından biridir. 

Burada büyük Şia otoritesi olan Ayetullah el-Uzma Burucerdi'den çok önemli bir söz nakletmemiz yerinde olacaktır. Şöyle buyurmaktadır:

“Şia'nın inancı iki temel üzerine bina edilmiştir. İlki; Ali İbn Ebi Talib ve ondan sonra gelen imamların imametine inanmakla beraber Hz. Ali'nin ilk halife olması gerektiğine inanmak. İkincisi ise Ehl-i Beyt İmamlarının insanların bütün sorunlarının çözümünde başvurulması gereken otoriteler olarak kabul edilmesi ve Peygamber'in sünnetine binaen bütün fıkhi ahkamın ortaya koyucuları olarak kabul edilmesidir. Nitekim Allah Resulü (s.a.a) Sakaleyn hadisinde bunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Size iki değerli şey bırakıyorum. Biri Allah'ın Kitabı diğeri de Itretim yani Ehlibeytim'dir.'

Günümüzde hilafet meselesinin gündeme getirilmesinin hiçbir anlamı yoktur. Zira bir zorunluluk olmadan bu konulardan bahsetmek doğru değildir. Sadece Müslümanlar arasında ihtilaflar çıkmasına neden olacak bir meseledir. Başka bir ifade ile bu, tarihî bir mesele olduğu için bugün bununla uğraşmanın hiçbir anlamı ve faydası yoktur. Ama Ehl-i Beyt İmamlarının fıkhî ve ilmî merciler olmasına gelince, bu olgu belli bir dönem ve mekâna has değildir. Bizim, imamet konusunda asıl bu meseleye eğilmemiz ve bu hususta ısrarcı olmamız gerekir. Ancak ilk konu, yani İmamların yönetimi konusunda artık susmamız gerekir. Bu yoldan gidildiği taktirde Şia olmaya da herhangi bir zarar bulaşmaz.”

Bu büyük Şia âliminin bu sözleri birlik ve vahdet açısından söylenmiş ve mezheplerin yakınlaşması düşüncesine hizmet eden sözlerdir. Bu bakış açısı ve teori bizim İslam ümmetine sunduğumuz birlik ve yakınlaşma projesine büyük katkı sunmakta ve hizmette bulunmaktadır.

5. Genel olarak İslam dünyası ve özel olarak da Müslüman ülkelerde bulunan Müslümanlar mezhebî ihtilaf ve ayrılıklar yüzünden herhangi bir mezhebin taraftarlarını azınlık olarak görmemelidirler. Böyle bir sebep bahane gösterilerek temel hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılmamalıdırlar. Aksine bütün Müslümanların eşit bir şekilde vatandaşlık hukukundan yararlanmaları ve bunun gerektirdiği görev ve yükümlülükleri de birlikte yerine getirmeleri gerekir.

İmamiye Şialarının inançlarının incelenmesi durumunda onlarında gerçekten ehli cemaatten oldukları görülecektir. Çünkü Müslümanlar arasında tefrika ve ayrılık çıkarılmasına hiçbir zaman cevaz vermemişlerdir. Her zaman şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde vahdetten yana tavır almışlardır. Şialar Müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarabilecek şeylerden ve davranışlardan kaçınılması gerektiğine dair derin ve sağlam bir inanca sahiptirler. Ehl-i Beyt İmamlarının fitne ve fesat ateşinin bütün şiddetiyle yandığı dönemlerdeki tavırları ve duruşları, bunlardan uzak durulması ve bu fitnenin taraflarıyla hiçbir bir şekilde işbirliği yapılmaması yönündeydi. Aynı şekilde halkı yöneten tağutî yönetimlerle de hiçbir zaman işbirliği yapmamışlardır. Ama onların fitne ve tağutî yönetimler karşısındaki bu tavırları ümmetten kaçma ve bir kenarda uzlete çekilme ile sonuçlanmadı. Aksine sürekli ümmetin içinde bulunarak fitne ve tefrikadan uzak durma yöntemini benimsediler.

Dolayısıyla bu alan ve konularda Şia'yı Ehl-i Sünnet'ten ayrı bir grup olarak değerlendiremeyiz.

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta vardır. Bu da; İslamî mezheplerin Ehl-i Sünnet içerisinde Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli diye isimlendirilmeleri sadece nebevi sünnetin takip edilmesi anlamına gelmediğidir. Aksine bu isimlendirmenin bundan çok daha geniş ve bütün geçmişi içine alan bir içeriği de bulunmaktadır. Yani bunlar geçmiş alimleri ve onlardan kalan fıkhi ve fikri mirası bütün geçmişi kapsayacak şekilde takip etmektedirler. Bu yüzden Müslümanların bütün işlerine saygı göstermektedirler. Sahabe ve tabiinin söz ve davranışlarının delil olmasının da böyle derin ve anlamlı bir yönü bulunmaktadır. Bu kuşatıcı bakış açısının bütün yönleriyle geliştirilmesi gerekmektedir.

Şiaların birini Müslüman kabul etmesinin ilkesi ve sebebi; o kişinin şehadeteyni getirmesidir. Şialar da Ehl-i Sünnet gibi imanın artıp azalacağına inanmakta ve ehl-i kıblenin kanını dökmeyi haram bilmektedirler. Dolayısıyla İslamî hükümleri bütün kıble ehli için geçerli kabul etmektedirler. Buradaki tek şart bütün Müslümanların kabul ettiği gibi şehadeteyne aykırı olan herhangi bir davranış ve sözün sadır olmamasıdır. Bu durumda şehadeteyni getiren herkes Müslüman'dır. Zira İslam ve Müslüman olma iddiasında bulunan herkesin İslam'ın bütün hükümlerini bireysel hayatında yerine getirmesi olası olduğu gibi günah olduğunu bilmek şartıyla bunların hiçbirine uymaması da mümkündür. İslamî hükümlere uymak isteyen kimse Müslümanlar arasında yaygın olan fıkhî mekteplerden birine uygun amellerini yerine getirmesi gerekir. Ancak bir kimse Dürzî veya bazı batınî fırkalar gibi yaygın fıkhî mektep ve yöntemlere aykırı hareket eder ve şeriatın bu olduğu iddiasında bulunursa bu kimsenin İslam ve Müslümanlık iddialarından şek ve şüphe etmek gerekir.

Şia'ın İslam anlayışı kapalı ve sınırlı bir din anlayışı olmayıp açık ve dinamik bir din anlayışıdır. Bu yüzden Şia mezhebi sadece imamet ve masumiyet hakkında farklı inançları olan bir fırka olarak görülmemelidir. Bu açık ve dinamik din anlayışı bütün Müslümanların hayatını düzene koyar ve şehadeteyni getiren ister Şia, Eşairi, Mutezili ve Maturidi olsun herkese sevgi ve muhabbetle karşılık verir. 

[1] Ali İmran, 103

 [2] Ali İmran, 105

 [3] Enam, 153

 [4] Enfal, 46

 [5] Saff, 4

 [6] Enfal, 60

 [7] Nisa, 88

 [8] Hucurat, 9

[9] Mucem'ul-Rical, Ayetullah Hui, c. 1, s. 149

 [10] Mümtehine, 8-9

 

Allame Muhammed Mehdi Şemsettin

Çev: Sedat Baran

 

 


* Bu metin “Vahdet ve Yakınlaşma Cemiyetinin Kuruluş Taslağı”dır.

 

Öne Çıkan Haberler
İktibaslar