İNTİZAR - İslam nazarında beşer, "insan" olabilme istidadında, ilahi sıfatların tecelligahı ve kemale yönelik sonsuz devinime sahip bir varlıktır. Bu sonsuz hareket sebebiyle insan, mevcudat içinde seçkin bir konuma gelip, gayrısına hükmederek, onlardan istifade edebilme hakkını elde eder. Bu anlamıyla insan, sadece yeryüzünün değil, bütün bir mülk aleminin de merkezini teşkil eder. Bununla birlikte o, bulunduğu zaman ve zeminde kemalin her yönünü görünür kılma sorumluluğunu da üstlenmiş haldedir. Bir başka ifadeyle, insan, kendisinde temerküz eden ilahi sıfatların tecellisini kendisinde görünür kılıp çevresine yaymanın da memurudur. Yine İslam, ferdin olduğu kadar toplumun da ilahi sıfatları aksettirebilme kudretini teslim eder. Böylelikle, sayıca az ya da çok olsa da, yeryüzünde ilahi muradı gerçekleştirecek bir toplumun mümkünlüğünü işaret eder. İlahi muradın ekseni ise "adalet"tir.
Müslüman filozof, mütekellim ve fakihlerin nezdinde adalet, cesaret, iffet ve hikmetin bir araya gelmesinden oluşan, kişinin buluğa ermesiyle gelişen, onu ifrat ve tefritten uzak tutan, temelinde ilim olan bir erdemdir. Adil bir kişi aynı zamanda insaflıdır; kendisi için istemediğini başkası için de istemez. Adil bir toplum ise toplumsal imkanları tüm üyeleri arasında fırsat eşitliği sağlayacak şekilde sunar. Adil bir insan ve toplum diğer toplumlara karşı da onların ilahi haklarını yok sayacak şekilde davranmaz, İmam Ali'nin Malik bin Eşter'e mektubunda belirttiği gibi, insanları ya dinde kardeşi ya da yaradılışta eşiti olarak telakki eder. Bu ise ister Müslüman olsun isterse gayrısı, halkın malını ganimet bilip talandan, ırzlarına tasaddiden ve kanlarını akıtmaktan uzak durmayı zorunlu kılar. İslam'ın adalet toplumu, adil imamın rehberliğinde tüm bir insanlığı ilahi kemale taşıyacak zemini inşa ile görevlidir. Ferdi ve içtimai temelde yükselecek bu yapının siyasi karşılığını "İlahi Adalet Devleti" olarak tanımlamak mümkündür.
İlahi adalet devleti ideali yeni bir düşünce değildir. Bununla birlikte, bunun, İslam öncesi çağlarda da konuşulan ancak bilinen dünyayı ve o zamanın toplum modellerini kuşatacak ve onları aşıp dönüştürecek olgunluğa ve yine bunu gerçekleştirecek kudretteki insanlara sahip bir teori olduğunu söylemek de mümkün değildir. Teorik açıdan ilerleyebilmek için çok tanrılı dinlerin çok parçalı ve katı hiyerarşik katmanlara sahip toplum modellerinin aşılmasını beklemek ve insan ve toplum dahil olmak üzere kainatı tek bir tanrının müteal kudretinin tecellisi sayarak, insan varlığını sadece bu tanrıya bağlamak ve toplumsal sınıflar ile ilişkiler biçimini yeniden tasavvur etmek gerekmiştir. Bir başka deyişle, tevhid akidesine dayalı bir toplum ve idareyi inşa etmek, ilahi adalet devletinin temel şartı olmuştur. Sadr-ı İslam'da bu idealin çekirdeği atılsa da, bilindik süreçler sebebiyle bu düşünce filizlenip yeşerememiş ancak tümüyle yok olup Müslüman toplumun gündeminden de çıkmamıştır. Müslüman toplumun gündeminde, atiye bırakılmış ama illaki gerçekleşecek bir adalet çağı tasavvuru varlığını sürdürmüştür. Bu anlamıyla, Sünni ve Şii düşüncesindeki İmam Mehdi anlayışı ilahi adalet devletinin yeryüzünde hakim olacağı inancının temel taşını oluşturmaktadır.
On İki İmam Şiiliği Müslüman topluma kapsamlı bir siyaset teorisi ve yönetim modeli sunarken, Velayet-İmamet ve Mehdeviyyet hattını aynı zamanda bir satha dönüştürmüştür. Bu satıhta Allah'ın velisi olan İmam, Müslüman toplumu insani kemal ile dünyevi ve uhrevi salaha ulaştırmak için onları idare sorumluluğunu yüklenecek ve Müslüman toplum da onun imameti altında yeryüzü halklarına bir emsal olacaktır. Hz. Peygamber'in ardından İmam Ali ve halefleri bu vazifeyi icra için çaba sarf etmişler ancak sadece İmam Ali siyasi erkin başında yer alabilmiştir. On bir İmam'ın hayatında, yaklaşık 250 yıllık bir süreçte Müslümanların ve Müslüman bir liderin karşılaşması muhtemel siyasi tutumlar tecrübe edilmiş ve On İkinci İmam Muhammed Mehdi el-Muntazar'ın gaybetinden zuhura kadar geçecek zamanda Müslümanların gerek ferdi gerekse içtimai ve siyasi vazifelerinin esasları belirlenmiştir. Bu esasların içinde bir tanesi zaman içinde belirgin hale gelerek öne çıkmıştır: İlahi adalet devletini tesis edip zulmü yok ederek, yeryüzünü adaletle doldurmak için gerçekleşecek zuhurun şartlarını hazırlamak.
İnsanlık tarihinin neredeyse son beş yüz yılı Avrupa'nın çizdiği bir resim ve anlattığı bir hikayeden ibarettir. Bu hikayenin son iki yüz yılında ise tarihin içinde etkin bir role sahip olarak Müslümanlar hemen hiç yoktur. Beş yüz yıllık dönemin üç yüz yılını olanı muhafaza etmek için Avrupa karşısında direnmekle geçiren Müslüman dünya, son iki yüz yılda tümüyle edilgen bir yapıya dönüşmüş, Avrupalı kavramlar ve sistemler eliyle ve onların istedikleri biçim ve ölçüde dönüştürülmüştür. Müslümanların tarihinin bu dönemi Avrupa'ya öykünmek ve onların da kabul edebileceği bir toplum modeline dönüşmek isteyenlerle, buna direnç gösterse de eski modeli koruyamayan ve yeni bir model de öneremeyenlerin mücadele öyküsünü içerir. Arap dünyasının önemli ülkesi Mısır, Batı ile mücadelenin gerçek anlamda örgütlü gücü Osmanlı ve Şii dünyasının muharrik gücü İran tarihi bu anlamıyla benzer örneklikler sunar. Bunlar içinde yalnız biri yirminci yüz yılın son çeyreğinde Avrupa ve Amerika'nın öncülüğündeki tarihi saldırıya "hayır" diyerek paradigmatik bir set çekmeyi başarabilmiştir: İran.
İmam Humeyni, 1940'lı yıllardan itibaren yürüttüğü mücadelesinde Batı'nın İslam dünyasındaki tasallut ve nüfuzuna dikkat çekmiş, Batı projesinin Müslüman toplumlar dahil olmak üzere insanlık ailesinin hayrına işleyen bir amaca hizmet etmediğini savunmuştur. Ona göre, Batı, başta Müslüman dünya olmak üzere, dünyanın her yerine tabii kaynakları yağmalamak, halkları köleleştirmek ve bunun devamını sağlayacak sosyo-kültürel, siyasal ve ekonomik şartları dikte etmek için saldırmaktaydı. Vakıa, Fransızların Mısır'ı işgalinden bu yana işleyen süreç Müslüman halkların tümüyle aleyhine gelişmiştir. İmam Humeyni'nin düşüncesinde Batı'nın insanlığın hayrına teklif ve icra ettiği bir şey bulunmamaktaydı. Bununla kast edilen ise Batı'nın teknoloji ve bilimsel çalışma alanında kat ettiği mesafenin inkarı veya tümüyle reddi ve kötülenmesi değil, tüm bunların adil bir dünyanın inşası için seferber edilmek yerine yeryüzünün kaynaklarının Batı'ya transferinin aracı haline getirilmesidir. Bu bakış açısıyla, sömürge faaliyeti olarak değerlendirilebilecek her şey insanlık ailesini ilahi/tabii haklarından koparan, toplumları edilgen hale getirip ruhen ve fiziken köleleştiren faaliyetlerdir ki bunlar adaletin zıddını yani zulmü oluşturan fiillerdir. O halde sadece Müslümanların değil her toplumun zulüm karşısında sesini yükseltmesi, haklarını savunması ve zulüm odaklarını bertaraf etmesi gerekir.
İmam Humeyni, insanlık ailesini kapsayan bir tasavvur olarak Mehdeviyyet'in tarih sahnesine gelebilmesinin temel şartının Müslüman toplumun kendi kaderine hakim olma iradesi göstermesinden geçtiğini savunuyor ve İmam Muhammed Mehdi el-Muntazar'ın zuhurunun şartların olgunlaşmasına bağlı olduğunu söylüyordu. Allah İmam Mehdi'nin zuhurunu elbette gerçekleştirecekti ama onun zuhuru buna hazır olmayan bir dünyada değil, halkların böylesi büyük bir gelişmeyi kabul edebileceği zihni ve kalbi dönüşümün ardından olacaktı. Bu şartların tahakkuku için de Müslümanlar ülkelerini halen doğrudan ve dolaylı yollarla işgal eden sömürgecilere karşı her açıdan ayağa kalkmalı, onların ellerini İslam ülkelerinden kesip atmalı, sömürgecilerin musallat olduğu diğer halkları uyandırmalı ve onları da kaderlerinin hakimi olmaya davet etmeliydiler. Bu çağrı İran ülkesinde yankı buldu ve 1979 yılının Şubat ayında İran halkı ülkelerini bir ahtapot gibi saran Amerikan emperyalizmini yerle bir etmeyi başardı. O dönemde yaklaşık 50 bini Amerikan vatandaşı olmak üzere 150 bine yakın Batılı'nın ve binlerce Siyonist'in İran'da yaşadığını ve bunların İran'ın kılcal damarlarına kadar nüfuz ettiğini, Tahran'daki Batılı elçiliklerin tüm ülkeyi kontrol altında tutan bir istihbarat ve terör ağının da merkezleri olduğunu dikkate aldığımızda, Batı dünyasını sarsan bu gelişmenin anlamını idrak edebiliriz. Amerika özelinde Batı dünyası İran'daki bu gelişme ile muazzam menfaatler devşirdiği vasal bir ülkeyi kaybetmekle kalmamış, Sosyalist Blok'un çöküşüne ramak kala yeni bir ideolojik meydan okumayla yüzleşmişti: Veliyy-i fakih liderliğinde yürütülen sömürgecilik karşıtı "İlahi adalet devleti" süreci.
On İki İmam Şiiliği insanlığın son deminde İmam Muhammed Mehdi el-Muntazar'ın zuhur ve kıyamıyla yeryüzünü fesada boğanlara karşı kapsamlı, derinlemesine ve zorlu bir mücadelenin başlayacağı ve bu mücadelenin İsa Mesih'in zuhuruyla destekleneceği inancına sahiptir. Simgeler üzerinden bir anlatımla, Müslüman ve Hıristiyan dünyanın muvahhitleri toplumları fesada boğan, onların haklarını yok sayan, ülkelerini tarumar eden ve yeryüzünün kaynaklarını kendi ülkelerine aktaran küresel güçlerle küresel bir mücadeleye girişecekler ve nihayetinde bu zorlu mücadeleden zaferle çıkarak insanlık ailesinin adalet ve refahla geçecek son dönemini başlatacaklardır. İran İslam İnkılabı'nın inşa sürecinde yer alan ulema ve halefleri Batı dünyasını derinden sarsan bu İnkılab'ın ancak bir başlangıç ve İmam Muhammed Mehdi el-Muntazar'ın zuhuruna kadar sürecek kesintisiz mücadelenin işaret fişeği olduğu kanaatindedir. Onlara göre, İmam Mehdi ancak dünyayı bir ahtapot gibi saran sömürgeci güçlerle mücadele bilinci, azmi ve imkanına sahip geniş bir topluluğun oluşmasını takiben zuhur edecek ve bu topluluğun imameti sorumluluğunu yüklenecektir. Bu da bu neticeye götürecek adımların zaruretini ortaya koymaktadır. Bu süreçte İran İslam Cumhuriyeti ise tüm bu zaruretlerin planlanıp icra sahasına konulduğu asli önemi haiz bir merkez olacaktır. Bu anlamıyla İran İslam Cumhuriyeti ideolojisi olan bir devletten daha öteye devleti olan bir ideolojiyi temsil etmektedir.
İran İslam Cumhuriyeti insanlık ailesini fesada boğan küresel güçlere karşı ilahi adalet devleti tasavvurunun gerçekleştirilebilmesi için halkları seferber etme yolunda bazı araçlara sahiptir ve bu araçları zaman ve zemine göre farklı düzeylerde kullanmaktadır. Bunlardan biri de silahlı kuvvetlerdir. Silahlı kuvvetlerin bir bölümünü teşkil eden İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu içeride ve dışarıda İran ülkesini ve İslam İnkılabı'nı korumakla vazifelidir. Ancak bu onun tek vazifesi değildir. Anayasa'da ideolojik bir silahlı güç olarak tanımlanan ve buna uygun bir şekilde teşkilatlandırılan İslam İnkılab'ı Muhafızları Ordusu sömürgeci güçleri öncelikle Batı Asya'dan ve ardından da mümkün olan her yerden çıkarmakla vazifelidir. Bu vazife İran İslam Cumhuriyeti Anayasa'sında belirlenen dış politika ilkelerinden neşet etmektedir. Bu vazifesinin icrası neticesinde İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu küresel güçlerin insanlık ailesine tasallutunu sona erdirecek ve zuhurun şartlarının hazırlanmasın katkı sağlayacaktır. Bu anlamıyla, İslam İnkılabı Muhafızlarının temel misyonu Veliyy-i fakih'e tabi dahili ve harici her bir unsurla birlikte çalışarak İnkılab'ı yeniden ve yeniden üretmek, İnkılab'ın değerlerini halklara sunmak ve bu süreçte aleni yahut örtülü bir şekilde sömürgecilerin askeri güçlerini bölgeden çıkarmak, siyasi ve diplomatik nüfuzlarını ise etkisizleştirmektir. İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu basit bir teşkilattan evirilip her alanda muazzam imkanlara sahip bir ordu haline geldiği bu güne kadar söz konusu vazifelerini seçkin bir kadronun eliyle icra etmiştir. Varlığından haberdar olmayan, kendisi hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlar açısından, yakın zaman evvel gölgeler arasından çıkıp gelen General Kasım Süleymani de bu seçkin kadronun gözdelerinden birisidir.
Sıradan bir İranlı ailenin çocuğu olarak gözlerini açtığı dünyadan, bütün bir dünyayı titreten Amerikan emperyalizmi ile doğrudan ve dolaylı mücadelenin öncü isimlerinden birisi olarak ayrılan General Kasım Süleymani'nin burada tafsilatına girmeyeceğimiz hayat hikayesi İslam İnkılabı'nın ferde ve topluma bakış açısını yansıtması açısından önemlidir. İslam coğrafyasının kana bulandığı, işgallerin ve terörün devletleri işlemez hale getirip halkları kendi topraklarını terke sürüklediği bir dönemde işgale ve teröre karşı yürütülen mücadelede ayak izlerini her yerde gördüğümüz Süleymani, sadece bir devletin anayasal şemasında yer alan silahlı kuvvetlerinden birinin bordrolu mensubu değil, İran İslam Cumhuriyeti Anayasa'sının İmam-i ümmet unvanıyla tanımlayarak, tüm Müslümanların meşru idarecisi olarak kabul ettiği Veliyy-i fakih'in temsil ettiği itikadi ve siyasi misyonun tatbik sahasındaki eliydi. Bir başka ifadeyle, General Kasım Süleymani, İslam İnkılabı Lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamanei'nin liderliğinde zuhura doğru ilerleyen Mehdevi hareketin askeri sahadaki mücessem haliydi. Onun şahsiyetinin oluşturduğu imkanlar ve birkaç milyon kilometre karelik bir sahada yürütülen mücadelede verilen sayısız şehit dahil olmak üzere, süreçte seferber edilen her şey İnkılab'ın tüm insanlığın hayrını gözeten ideolojik çekirdeğinin tahakkuku için sarf edilmişti. Gerek Rus gerekse Amerikan işgaline karşı Afganistan'daki direnişi örgütlemek ve desteklemek için sahada yer alan Süleymani ile Siyonist rejime karşı yürütülen mücadelenin en çetin sahnelerinde ismi geçen aynı Süleymani bu seferberliğin komutanı olduğu kadar askeriydi de. Suriye'ye yönelik uluslararası terör kampanyası ve bunun bir uzantısı olarak Irak sahasındaki gelişmeler onu aşikar kılana kadar İnkılab'ın uzun vadeli ama kararlılıkla yürüyen hedefinin icracılarından birisi olan bu generali genelde emperyalizm karşıtı halklar ve özelde İran halkı her çağda yeniden açılan Kerbela cephesinin İmam Hüseyin'e sadık komutanı olarak telakki etmiştir.
General Kasım Süleymani, Hz. Peygamber'den İmam Muhammed Mehdi el-Muntazar'ın zuhuruna dek sürecek mücadelenin elden ele aktarılan sancağını yükseltmek ve halefine devretmek için yaşadı. Veliyy-i fakih'in yönlendirmesi ve kendi tecrübesi ile harmanlanan bu mücadele neticesinde, Irak'ta Amerikan egemenliği sarsıldı, Amerika ve Avrupa ülkelerinin örgütleyip silahlandırdığı, çevre ülkelerin ise lojistik imkan sağladığı, Irak ve Suriye üzerinde katliamlar yoluyla kuracağı bir devleti hayal eden tekfirci terör örgütü bu gücünü kaybetti, Ezidiler, Türkmenler ve Kürtler başta olmak üzere tekfirci terörün mağduru halklar nefes alabildi, Suriye Arap Cumhuriyeti varoluşsal bir yıkımın eşiğinden döndü, Siyonist rejim kuzeyinde tam anlamıyla mücehhez bir Hizbullah ve güneyinde Siyonist rejime karşı ateşlediği mühimmatın her birinde Süleymani'nin imzası bulunan direniş örgütleriyle yüzleşti ve 2006'dan bu yana giriştiği her savaşı kaybetti. General Kasım Süleymani hayatının son yedi senesine sığdırdığı, Felluce, Musul ve Halep örnekliklerinde somutlaştırabileceğimiz sayısız askeri ve insani başarıyı bütün bir Batı emperyalizminin gözlerinin içine bakarak gerçekleştirdi. Ne var ki bunların hiçbirini kendine mal etmedi. İlahi iradeyi, Veliyy-i fakih'i, onunla birlikte olan ve pek çoğunu cephelerde şehit verdiği arkadaşlarını, sıradan askerlerini ve onun için dua eden çocuklar, kadınlar ve erkekleriyle mazlum halkları hiçbir zaman göz ardı etmedi. O, Allah'ın huzuruna mazlum ve masum insanların rızasını almış bir şekilde çıkmanın insanın kemal yolundaki en büyük azığı olduğuna inanıyordu. Böyle olduğu için nefsinde, ordusunda ve halkın içinde adaleti tesis etmeyi nihai hedefin gerçekleşmesinin temel şartı saydı. Tüm bunlar Süleymani'nin "İlahi adalet devleti"ne giden süreçte üstlendiği rolü işaret ediyor. O, Veliyy-i fakih'in emriyle son derece zorlu bir coğrafyada halkları örgütlemek ve sömürgecilere karşı seferber etmekle vazifelendirilmişti. Bu ağır sorumluluğu yüklenen Süleymani'nin ömrü, Afganistan'dan Yemen'e uzanan bir coğrafyada yer alan sayısız cephede geçti. Ta ki Allah onu seçene kadar.
Yeryüzü bir ayrılık yeridir. General Kasım Süleymani ayrılığın acısını İran'daki on milyonlara ve elinin dokunduğu tüm cephelerdeki mazlum halklara yaşatarak ayrıldı bu dünyadan. Onun bir konuşmasında işaret ettiği gibi İmam Hüseyin kıymetlidir ama İmam Hüseyin'in hayatını feda ettiği İslam daha kıymetlidir. Yeryüzünde emperyalistlere karşı mücadele eden, onların halklara yönelik tasallutunu sona erdirme yolunda kendi hayatını feda eden Şehit General Kasım Süleymani kıymetlidir ama onun cenazesinde sakalı gözyaşlarıyla yıkanan Veliyy-i fakih'in temsil ettiği, İslam'ın halkları özgürleştirme muradı daha kıymetlidir. Şehit General Süleymani Veliyy-i fakih'in yardımcısı olmak, mazlum halklara sahip çıkmak ve zuhura kadar sürecek bir mücadelenin içinde iman ve sabırla yer almayı öğütlemek şeklinde özetleyebileceğimiz, insanın kemal sürecini de doğrudan etkileyen bir mirasla gelecekteki yerini aldı. Onun varlığı sadece İran'da ve İran halkının hafızasında değil adalet peşinde koşanlarla halklara zulmedenlerin karşı karşıya geldiği her sahnede kendisini hissettirecek.
Gürkan Biçen