Kasas Suresi 56. Ayet örneği
Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)
İNTİZAR - Peygamberin atalarının, babalarının ve annelerinin imanı meselesi tarih boyu sıklıkla olmasa da ara ara gündeme gelen konulardandır. Bu çerçevede bir takım ayetlerle istidlalde bulunularak Hz. İbrahim babasının ve Rasûl-u Azam'ın amcası Ebû Tâlib'in iman etmediği iddia edilir. Biz olayı sadece Hz. Rasûlullah'ın (s) amcası Ebû Talib (a) özelinde söz konusu ayetlerin muhteva ve içeriklerine yoğunlaşacak ve bu ayetlerin vermek istediği mesajın ne olduğu üzerinde durmaya çalışacağız. Ebu Tâlib'in iman edip etmediği ile ilgili kanaatimizi çalışmanın ilerleyen bölümlerinde sunmaya çalışacağız.
Bu konuda en çok delil olarak kullanılan ayetler Kasas Suresi 56, Tevbe Suresi 113-114 ve Enam 26. Ayetler.
Kasas Suresi 56. Ayet
İlk müfessirlerden Taberî (h. 310) ayete “en yehdiyehu min halkihi bi tevfîkihi li'l-imâni bihi ve bi rasulihi/insanlardan kendisine ve rasulüne iman başarısına hidayet etmesi” şeklinde bir anlam vererek ayetin genel olduğunu işar ettirir. “İnneke la tehdî men ehbebtehu li karabetihi minke/sana yakınlığından ötürü sevdiğin/dilediğin kimseyi hidayete eriştirmezsin” şeklindeki anlamın da bir görüş olduğunu söyler ve bunu sıralama olarak yukarıda sunduğum görüşten sonraya yerleştirir. Bu ayetin Ebû Tâlib (a) hakkında indiği şeklindeki bilgi ve görüş için ise “zükire/zikir edildiğine göre” ifadesini kullanarak sunar.[1] Yani Taberî merhumun ayeti tefsirinden şunları anlıyoruz dersek herhalde ileri gitmiş olmayız.
a- Ayet genel bir ilkeden bahsediyor, özel bir olaya yorumlanamaz.
b- Ebû Tâlib'in iman etmediğine ilişkin anlatılanlar bir anlatıdan öteye geçmemektedir. Yani çok su götürür.
Hatta kendisinin bir tarihçi de olduğunu da göz önüne alacak olursak söz konusu rivayet hakkında kuşkusu vardır.
Erken dönem müfessirlerinden Zeccâc (h. 311) bu ayetin Hz. Rasûlullah'ın (s) amcası hakkında indiğine dair müfessirlerin görüş birliği içinde olduklarını söyler.[2]
Mâverdî ayetin muhtevasına kısa olsa değinen müfessirlerden. O ayetin anlamı hakkında iki yorumun/mananın söz konusu olduğunu belirttikten sonra bu iki görüşü şöyle sıralar:
-
Hidayetini talep ettiğin
-
Yakınlığından ötürü hidayete erişmesini arzuladığın.
İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, el-Hasan ve Ebû Hüreyre'nin bu ayetin Ebû Tâlib hakkında nazil olduğuna dair görüşlerini aktarır. Ardından başta Buhârî, Müslim, Tirmizî, Abd b. Humeyd, İbn Ebi Hâtem, İbn Merdeveyh ve Beyhakî'de geçen hadislere telmihte bulunur.[3]
Tefsir sahasının otorite isimlerinden Kurtubî ayetin Ebu Tâlib hakkında indiğini belirtir. Ancak bu konuda bir icma söz konusu olmadığını, alimlerin kahir ekseriyetinin bu görüşte olduğunu belirtir. Vurgu yaptığı diğer bir nokta ise ve “hüve nassu hadisi'l-Buhârî ve Müslim/Buhârî ve Müslim'in hadisinin açık ifadeleri” diyerek bu yargıya dayanak teşkil eden hususun hadis olduğunu belirtir.[4]
Beydavî (h. 691) ise ayeti yorumlarken özel bir tarzda yorumlayanlardan ve Ebû Tâlib'in iman etmediğini temel alarak ayeti tefsir edenlerdendir. Cumhurun, Ebû Tâlib'in iman etmediği görüşünde olduğunu belirtir.[5]
Dolayısıyla Ebu Tâlib'in imanı noktasında ayetin mesajından daha çok Buhârî ve Müslim'in hadislerinin sened ve metin kritiğinin yapılması ve bu hadislerinin sıhhatinin ortaya konulması gerekiyor.
Fakat konumuz hadis olmadığından ötürü bu hadislere değinmek ve şu an girmek istemiyoruz.
Şiî müfessirlerden de ayetin Ebû Tâlib hakkında nazil olduğunu söyleyenler vardır. Şianın erken dönem bilginlerinden Kummî bunlardan birisidir. O ilgili ayetin tefsirinde bunu dile getirir.[6] O hadise dayanmaktadır ve bu konuda dayandığı hadisten hareketle bu görüşü Ehl-i Sünnet'ten aldığını söylemek yanlış olmasa gerek!
Tefsir sahasının bir diğer otorite isimlerinden Fahrüddîn er-Râzî ayetin tefsirinin hemen girişinde muhtevaya yönelik olarak: “La dilalete fi zahiriha ela küfri Ebî Talib'in/ayetin zahirinde Ebu Talib'in küfrüne dair hiçbir delalet söz konusu değildir” İfadesini kullanır. Gerçi sonrasında yukarıda ez-Zeccâc'ın sözlerini aktardığımız açıklamaları aktarır.[7] İlginç olan şu ki Arapça metinde de geçtiği üzere er-Râzî cins-i nefy eden "la" edatını kullanarak değerlendirmede bulunur. Yani zımnen belki de saraheten şunu diyor Râzî: Ayette Ebû Tâlib'in küfrüne dair delalet türünden sayılabilecek hiçbir şey yoktur.
Rivayet tefsiri olan İbn Kesîr'in (h. 774) Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm'i ise ayetin Ebû Tâlib hakkında nazil olduğunu söyleyenlerden ve Ebu Talib'in iman etmediğine kesin kani olanlardandır. Ona göre Ebu Talib'in peygambere yönelik sevgisi akrabalık bağından öte bir sevgi değildi.[8]
Bu liste böyle uzayıp gider. Biz fazla uzatmamak için yakın dönem müfessirlerinden birkaç tanesine de atıfta bulunarak ayetin muhtevasına ilişkin değerlendirmemizi sunmak istiyoruz. Örnek olarak da Alûsî, Seyyid Kutub, Ömer Nasûhî Bilmen ve Muhammed Ali es-Sabunî gibi son dönem ve yakın zaman müfessirlerinden bazılarının tefsirlerine değineceğiz.
Allâme Alûsî tefsirde otorite olduğuna inandığım ve sık sık müracaat ettiğim kimselerdendir. O bu ayette öncekilerin zihinsel yönlendirmelerinin etkisinde kalmayarak “men ehbebte hidayetehu/hidayete erişmesini talep ettiğin” şeklindeki görüşü kîl formatında sunar. Yani ayetin muhtevasına yönelik bir algının ikincil dereceden olduğunu ve ayetin vermek istediği asıl mesajın “ey küllü men ehbebtehu teban mine'n-nasi kavmeke ve gayrehum/ senin doğal olarak kavminden ve diğerlerinden hidayete erişmesini istediğin herkes” anlamı[9] olduğunu belirtir ki bize göre de oldukça yerinde bir görüştür. Ayet Hz. Rasûlullah'ın (s) doğal yapısına yönelik vurguyu taşıyor. Bu doğal yapı ilerde de sunacağımız gibi Hz. Rasûlullah'ın (s) bütün insanların hidayetini arzulaması ve bunun için çaba göstermesidir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Hz. Rasûlullah'ın bu niteliğine yönelik çeşitli vurgular var. Bu ayet, aynı konu çerçevesinde olduğundan ötürü söz konusu ayetlerle birlikte okunup değerlendirilmelidir. Kalkıp bu ayeti Hz. Rasûlullah (s) bir kişinin hidayetini arzuluyordu gibi bir anlama hapsetmek maalesef işin içerisinde Buhârî ve Müslim'den kaynaklı bir garez yok ise eğer bir yanılgıdır ve ayetin mesajını boğmaktır.
Son dönem müfessirlerinden, Türkçe'ye çevrilen ve Türkçe kaleme alınan birkaç tefsirden de alıntı yaparak bu bölümü sonlandıracağız.
Yakın zamanda vefat eden Muhammed Ali es-Sâbûnî Türkçe'ye çevrilen Safvetü't-Tefâsir adlı tefsirinin ayeti tefsir bölümünde bir cümle ile ayetin Ebû Talib hakkında indiğini belirttikten sonra ayetin geçtiği bölüme ilişkin tenbih başlığı altında şu notu düşer: “Ma zükire enne ebâ tâlibin mate ela ğayri'l-îmâni ve hüve's-sahihu ellezi delle aleyhi'l-kitabü ve's-sünnetü/Ebû Tâlib'in iman üzere ölmediği –ki sahih olan da budur- şeklinde zikir edilen hususa gelince Kitab ve sünnet de buna delalet etmektedir”.[10]
Eseri Türkçe'ye çevrilen müfessirlerden merhum şehid Seyyid Kutub da maalesef ayetin Ebû Tâlib hakkında nazil olduğunu düşünenlerden ve bu kanaatte olanlardan. O Ebû Tâlib'in bunca fedakarlığını akrabalık duygusuna ve babalık şefkatine bağlıyor.[11]
Ömer Nasûhî Bilmen merhum bir ilim adamı hassasiyetiyle davranarak iman etmediği görüşünü tercih edenlerden ancak son noktayı koymayanlardandır. Onun ifadesi şu şekildedir:
“Buna rağmen kendisi Resûl-i Ekrem'in teklifini kabul etmeyip kavminin dedikodusuna hedef olmamak üzere kendi dedelerinin dinî üzere ölmeği tercih eylemiştir. Bununla beraber Ebu Talib'in îman ettiğine dair bazı rivayetler de vardır. Gerçek bilgi Allah'ın katındadır”[12]
Diyanet İşleri Başkanlığının bir heyete hazırlattığı tefsir ise ayetin mesajına yönelik olarak şu ifadeleri kullanmaktadır: “Bununla birlikte âyeti muayyen bir sebep veya zamana tahsis etmeden genel anlamda değerlendirmek, bir birini -kendi istek ve eğilimi olmadıkça- doğru yola getirmeye çalışmanın bir noktadan sonra yararsız olduğunu söylemek daha uygun olur”.[13]
Gerçi bir iki cümle öncesinde sahih rivayetlere göre ifadesini kullanarak Ebu Talib'in iman etmediği yönünde kanaatini belirtmektedir.
Özetle; bu ayetin mesajı hakkında biri genel diğeri de özel diyebileceğimiz iki görüş vardır.
Yukarıda sunduğumuz üzere Taberî, Fahrüddîn er-Razî ve Alûsî gibi tefsir sahasının otorite isimleri ayetin verdiği mesajın genel olduğunu özel bir şahsın iman ve hidayet isteğine hasredilemeyeceğini belirtirken, Ehl-i Sünnet'in cumhuru ise bu ayetin özel bir sebep üzerine indiğini ve bu sebebin de Ebû Tâlib olduğu görüşündedirler. Dolayısıyla ilk olarak ayet bağlamı ile birlikte okunup mesaj tespiti yapılmalıdır. İkinci olarak mesaj tespitinden gerçekten de muayyen bir şahsın hidayeti sonucu elde ediliyorsa ve bu şahıs Ebu Talib ise iki görüşün ileri sürdüğü deliller ilmî bir perspektifle analiz edilmelidir.
Bizim kanaatimiz ise şu şekildedir: Kişi ayetin mesajına yoğunlaştığında rahatlıkla bu ayetin önceki ayetlerin (51-55.) devamı ve kendisinden sonraki 57. Ayetin sibakı olduğunu görebiliyor. Bağlam okunması yapılabilmesi için ayetin içinde bulunduğu pasajı sunuyoruz:
“51- Gerçek şu ki düşünüp öğüt alsınlar diye biz sözü (vahyi) onlara birbiri ardınca ulaştırmışızdır.
52- Bundan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (içinde öyleleri vardır ki) buna da iman ederler.
53- Onlara Kur'an okunduğu zaman, “Ona iman ettik, şüphesiz o rabbimizden gelmiş gerçeğin kendisidir. Esasen biz bundan önce de rabbimize boyun eğmiştik” derler.
54- İşte (baskılara karşı) sabretmelerinden ötürü onlara mükâfatları iki defa verilecektir. Onlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızâsı için harcarlar.
55- Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve “Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size. Esen kalın. Bizim cahillerle işimiz yok” derler.
56- Kuşkusuz sen istediğini hidayete erdiremezsin. Ama Allah dilediğini hidayete erdirir ve hidayete erecek olanları en iyi O bilir.
57- Seninle beraber doğru yolu izlersek yurdumuzdan sökülüp atılırız” diyorlar. Peki, biz onları dokunulmaz, güvenli, katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin içinde toplandığı bir yere yerleştirmedik mi? Fakat çoğu bunun şuurunda değildir.”
Görüldüğü gibi Ebû Tâlib'e yorumlanmaya çalışılan bu ayet bir kişiye özel okunması halinde ne öncesiyle uyuşuyor ne de sonrasıyla.
Ayetlere bakıldığında şu iki gruptan bahsedildiği rahatlıkla görülebilmektedir:
a- Mekke'nin inatçı putperestleri. Rasûlullah (s) onların hidayete erişmeleri için canla başla bir mücadele, cehd ve gayret içerisinde. Bu noktada bir şevk ve arzu taşımakta. Ancak bu inatçılar hidayet ve iman nurunu kavrayabilecek bir aklî ve kalbî yapıdan yoksunlar.
b- Mekke'den uzak ve ırak bir yerde yaşayan Ehl-i Kitab'tan bir grup. Ayetlerin ifade tarzlarından bunların imanı ve hidayeti aklî ve kalbi yönden kavrayacak ve kapsayacak, bunları idrak edebilecek bir yapıda oldukları içinde yaşadıkları toplumların olumsuz niteliklerinden etkilenmedikleri anlaşılıyor.
İşte bu bağlam içinde bulunan Kasas Suresinin 56. Ayete nazar edildiğinde ayetin vermek istediği mesaj vuzuha kavuşuyor. İmana layık olanların ve kimin imanı hak ettiğini Allah bilir. İmana layık olanlar hakka talip olup kalbi iman nuruyla aşk ve şevkle çarpan kimseler, pratik olarak çirkin bir sirete sahip olmayan kimselerdir ve bunlar hidayete erişebilir.
Bu niteliklere zıt bir yapıda bulunanlar ise hidayete erişemez. Ebu Talib'in imanı veya iman etmemesinin bu bağlamla nasıl bir ilişkisi var. Ayet genel bir ilkeden bahsediyor.
Ayette geçen hidayet bir şeye kılavuzluk yapma anlamında değil de amaca ulaştırma ve maksada vasıl etme anlamındaki hidayettir. Bu ise Hz. Rasûlullah'ın elinde olan bir şey değil, Allah azze ve cellenin elinde olan bir olgudur. Yoksa kılavuzluk anlamında hidayet görevini Hz. Rasûlullah (s) istisnasız bütün insanlara karşı yerine getirmiştir. Ayet ikinci tür hidayetin amaca ulaştırma ve maksada vasıl etme anlamındaki hidayetin bir düzene mebni olduğunu ihsas ettiriyor. Bu da katı kalplilik, beynin ve aklın dumura uğraması, kalbin pratik erdemlerden yoksunluğu gibi hususlardır. Bu tür nitelikler hidayete ve imana engel olan şeylerdir. Allah deyim yerindeyse hidayet ve iman nurunu hakka yatkın kalplere bağışlamaktadır.
Öyle görünüyor ki bu ayet Hz. Rasûl-u Azam (s) için bir bakış açısı kazandırmanın ötesinde bir teselliyi ifade etmektedir. Ortada iman ve hidayet ile bağlantılı bir hakikat söz konusu. Zatı Risalet Penahi'nin (s) o şefkat ve rahmet dolu kalbi insanların hidayeti için atmakta ve O bu uğurda bütün sayü gayretini ortaya koymaktaydı. Ancak ortada bir hakikat vardı: Hidayet Zat-ı Risalet Penahi'nin müşriklere veya Ehl-i Kitab'a karşı ısrarlı tebliğine bağlı değildi. Muhatabın yapısına bağlıydı. Nitekim bu hakikati vurgulayan yığınlarca ayetten birkaç tanesini sunalım.
“Onları doğru yola iletmek senin üzerine borç değildir, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir.” (2/el-Bakara/272)
“Onları doğru yola iletmek senin üzerine borç değildir, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir.” (10/Yûnus/43)
Hidayetin bireye veya topluma bağışlanması da kesinlikle gelişi güzel değildir. İlahî hikmet, cemal, celal, kemal ve meşiet en kusursuz bir şekilde nasıl tecelli etmesi gerekiyorsa öyle tecelli edecektir.
Özetle ayet genel bir mesaj vermektedir. Buradan özel bir olayla bağlantılı bir okuma yapmak hem de bunu inadın Mekkeli putperestlerin İlahî davet karşısındaki amansız düşmanlıklarının anlatıldığı bir pasajın içine boca etmek ayetlerden elde edilen mesajla uyuşmamaktadır. İlle de bir şahsın hidayet arzusundan bahsedilecekse böyle bir atmosferde şefkat, sabır, ululuk gibi niteliklere sahip Ebû Tâlib (a.s.) gibi bir şahsiyete ilahî iradenin iman tecellisinin mahrumiyeti cevr ve zulüm kokusunu hissettirmektedir. Bu ayeti Ebû Tâlib'e bağlayıp okumaya ve anlamaya çalışmak ayetin vermek istediği mesajı boğmaktır. İlerleyen bölümlerde Ebû Tâlib'in kişisel özelliklerini sunacağız.
Sibaktan anlaşılan bu.
Yok, eğer ayetin mesajı noktasında siyaktan (57. Ayeti temel alacak olursak) hareket edecek olursak konu daha net bir şekilde ortaya çıkıyor. Yani 56. Ayette söz konusu edilen Hz. Rasûlullah'ın (s) hidayetini talep edip de hidayete erişmeyen bir şahıstan bahsedecek olursak 57. Ayette Allah-u Teala bize bu şahsın şöyle bir ifadesini sunuyor: “Seninle beraber doğru yolu izlersek yurdumuzdan sökülüp atılırız” Bu söz ise kesinlikle Ebû Tâlib'in değil. Biz kipinin kullanılması, yurdundan olma endişesi, ifadenin içerdiği kelimeler Mekke'nin kodamanlarına veya zayıf yapılı kimselerine daha çok yakışıyor. Yani 56. Ayeti Ebû Tâlib'e yorumlamak ve uydurmak için ne taraftan bakarsak bakalım havada kalıyor.
Nesai (h. 303) es-Sünenü'l-Kübrâ'sında bu sözü söyleyenin el-Hâris b. Âmir b. Nevfel olduğunu belirtiyor.[14]
Kurtubî bu ifadenin Mekke müşriklerinin sözü olduğunu ve bunu söyleyen şahsın el-Hâris b. Osmân b. Nevfel b. Abdümenâf olduğunu belirtiyor.[15] İfadedeki tonlamalara bakıldığında rahatlıkla şunu görebiliyoruz. Böyle bir söz ilahî kudreti ve takdiri zayıf gören, materyalist bir bakış açısına sahip olan bir kimsenin sözüne benzemektedir. İlahi inayet, tevfik, nusrete inanan bir kimsenin sözüne benzemiyor. Dahası ilahî yardımdan ümidini kesmiş, kesinlikle yok olacağını düşünen bir bireyin sözünü, ye's halini çağrıştırmaktadır. Böyle bir kalp haletine sahip olan bir birey Allah'ın dostlarına ve bu dostluğun zirvesinde bulunan Allah Rasûlüne yardıma yanaşmaz. Halbuki bir taraftan tarih ne bize Ebû Tâlib'in böyle bir sözünü aktarmakta ne de yardım ve nusretten geri kaldığını belirtmektedir.
Siyakın da verdiği mesaj bu.
Dolayısıyla ayet bağlam içinde okunduğunda Ebû Tâlib'e uzaktan yakından bir değinin olduğu görülmemektedir.
Kasas Suresinin ne zaman indiği gibi tartışmalara girmek istemiyoruz. Mekke'de indiğini varsayarak böyle bir yorumu yaptık.
Bir kaç değini
a- Kur'an-ı Kerim'de Ebû Tâlib'in iman etmediğine delil olarak getirilen Enam Suresi 26. Ayet ile Tevbe Suresinin 114. Ayetlerin mesajlarını da irdelemeye çalışacağız.
b- Buhârî, Müslim, et-Tirmizî, İbn Merduveyh, Beyhakî, Nesaî'nin vd. rivayetlerine ilerde değineceğiz.
c- İnsanın üzüldüğü nokta şurasıdır. Bir konu hakkında dilediğiniz yere müracaat edebilirsiniz. Ama müracaat ederken insaf sahibi bir birey ilim payesine sahip olan kimselere müracaat eder ve ona göre tercihte bulunur. Maalesef fıkıhtan, akaide, hadisten tarihe, tefsirden ahlaka kadar uçta bucakta kalmış birçok kişiye müracaat edildiği halde bir kapısı çalınmayan, bir reyine başvurulmayan -birkaç olay ve durumu istisna edecek olursak- Ehl-i Beyt olmuştur. Akıl sahibi bir birey onlara da müracaat eder ve eğer görüşlerinde sıkıntı varsa sıkıntılarını belirterek sunar. Ancak maalesef birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Ehl-i Beyt İmamlarının görüşleri es geçilmiş ve onlara müracaat edilmemiştir. Bu çalışmanın sonunda Ehl-i Beyt İmamlarının bu konu hakkındaki görüşünü de sunacağız.
d- Kişinin kendi kişisel beyanı varken, bu beyan açık ve net iken ve yekun itibariyle de oldukça fazla iken kalkıp birkaç nispete başvurmak da oldukça sıkıntılı bir durum. Biz et-Tenucî tarafından tahkiki yapılan Ebû Tâlib divanından O'nun iman konusundaki beyitlerini de okuyucu için buraya arz edeceğiz.
e- Ebû Talib'in simasını, kişiliğini de arz edeceğiz. Hakikatte ürkek, çekingen, bir görüş ortaya koyamayacak kadar silik bir şahsiyet mi olduğunu yoksa reyine müracaat edilen, saygın ve dirayet sahibi, akıllı, plan ve programa sahip bir şahsiyet mi olduğunu da incelemeye çalışacağız.
f- Dikeysel nübüvvet ve risaletin geçerliliği ile İbrahim'in (a) babası Azer olayının hakikatini sunacağız.
Selam, muhabbet ve dua ile.
Sonraki makale
[1] Câmiü'l-Beyân an tevili ayi'l-Kur'an, C. 6, s. 36, thk: Beşşâr Avvâd Maruf, Müessesetü'r-Risâle, Beyrut- 1415
[2] Zeccâc, Ebû İshak İbrâhim b. es-Serrî, Meânî'l-Kur'an ve İrâbuhu, c. 4, s. 149, Thk: Abdülcelîl Abduh eş-Şelebî, 1988-Beyrut, 1. Baskı, Alemü'l-Kütüb
[3] Maverdî (h. 450), Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib en-Nüket ve'l-Uyûn, c. 4, s. 259, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut
[4] Kurtubî (h. 671) Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekir, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'an, c. 16, s. 298, thk. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, 1. Baskı, Müessesetü'r-Risâle, 2006-Beyrut
[5] Nâsırüddîn Ebü'l-hayr Abdullah b. Ömer b. Muhammed, Envârü't-Tenzîl ve Esrârü't-Tevîl, c. 4, s. 181,Müessesetü İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, 1. Baskı.
[6] El-Kummî, Ebü'l-Hasan Ali b. İbrâhîm, Tefsîrü'l-Kummî, c. 2, s. 365, 1. Baskı, 1435,-Kum,
[7] Er-Râzî (606), Fahrüddîn b. Allâme Diyâüddin, Mefâtihü'l-Gayb, c. 25, s. 3, 1. Baskı, Dârü'l-Fikir, 1401-Beyrut
[8] Tefsirü'l-Kur'ani'l-Azim, c. 6, s. 246 Thk: Sami b. Muhammed Selame, 2.baskı, 1420, Darü Taybe
[9] Alûsî (1270) Muhammed Şükrî, Rûhu'l-Meânî fi Tefsiri'l-Kurâni'l-Azîm ve's-Sebi'l-Mesânî, c. 20, s. 96, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut
[10] Es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü't-Tefâsir, c. 2, s. 440, Dârü'l-Kur'ani'l-Kerim, Beyrut- 1402, dördüncü baskı. Türkçe baskı için bkz: Ensar Yayınevi, c. 4, s. 446
[11] Seyyid Kutub, Fî zilâli'l-Kur'an, c. 8, s. 110 Çeviri: Salih Uçan, Vahdettin İnce- Mehmet Yolcu, Tayf Yayıncılık, İstanbul-2020
[12] Ömer Nâsûhî Bilmen, Kur'an-ı Kerîm'in Türkçe Meâli Âlisi ve Tefsiri, c. 5, s. 292, Hazırlayanlar: Hüsamettin Vanlıoğlu- Fatih Kalender, Kitap Kalbi Yayıncılık, İstanbul- 2020
[13] Heyet, Kur'an Yolu Tefsiri, c: 4 Sayfa. 236-237
[14] En-Nesâî, Ebû Abdurrahmân Ahmed b. Şuayb, es-Sünenü'l-Kübrâ, c. 10, s. 210-211, hds no: 11321, Takdim: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Müessesetü'r-Risâle, 1421- Beyrut
[15] El-Câmî, c. 16, s. 298,