Bu hutbe el-Kasia (hakir görme) olarak adlandırılır. Bu hutbe İblis'i lanetlemesi, onun böbürlenip Âdem'e secde etmeyerek ilk kez cahiliye asabiyetini ortaya atmasını kınaması ve insanları onun yolunu takip etmekten sakındırması konularını kapsamaktadır.
Hamd, izzet ve kibriya sahip olan, bu iki sıfatı yarattıklarına vermeyen Allah'a mahsustur. Onları kendisi ile başkaları arasında bir sınır kıldı, yüce zatı için seçti. Kullarından bu iki şeyde onunla çelişenlere lanet etti.
Sonra boyun eğip itaat edenlerle büyüklük taslayanları birbirinden ayırmak kendisine yakın kıldığı melekleri onlarla imtihan etti. Münezzeh olan Allah kalplerde gizleneni, engellerin arkasındaki gaybı bildiği hâlde şöyle dedi: "Çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip, ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secde edin. Meleklerin hepsi toplu olarak secde ettiler. Ancak İblis hariç."(3) O gereksiz yere kıskandı ve Âdem'e karşı yaratılışıyla övündü, onun aslına karşı asabiyet güttü. O asabiyet davasında aşırılığa gidenlerin önderi, büyüklenenlerin öncüsü, Allah'ın düşmanıdır. O asabiyetin temelini kurdu. Zorbalıkla Allah'la çekişmeye kalkıştı; izzet libasına büründü, tevazu maskesini çıkardı.
Allah'ın onu büyüklenmesinden dolayı nasıl küçülttüğünü, kendini yücelttiğinden dolayı nasıl alçalttığını, böylece dünyada kovulmuş kıldığını, ahirette de kendisi için alevli ateş hazırladığını görmüyor, düşünmüyorsunuz!
Allah Âdem'i ışığı gözleri alan, görünüş güzelliği akılları durduran ve kokusu nefesleri kesen bir nurdan yaratmak isteseydi yaratırdı; böylece boyunlar ona eğilir, meleklerin imtihanı hafiflerdi. Fakat Allah; birbirinden ayırmak, büyüklenenleri içlerinden kovmak ve kendini beğenmişleri onlardan uzaklaştırmak için yarattıklarını aslını bilmedikleri bazı şeylerle imtihan etmektedir.
O hâlde Allah'ın şeytana yaptığından ibret alın. Öyle ki uzun amelini, yoğun çabalarını boşa çıkardı. Allah'a altı bin sene -dünyanın yılları mı, yoksa (her günü bin yıl olan) ahiretin yılları mı bilinmez- ibadet etti, ama bir anlık tekebbür ile hepsini boşa çıkardı. İblisten başka, onun gibi bir günah işledikten sonra kim Allah karşısında emanda kalabilir? Hayır! Münezzeh olan Allah, bir meleğin cennetten çıkmasına sebep bildiği bir ameli, bir beşerin cennete girmesine sebep kılmaz. Şüphesiz yerdekiler için de göktekiler için de hükmü birdir. Âlemlere haram kıldığı bir yasağın mübah kılınması hususunda Allah, yarattıklarından hiç kimseye müsamaha göstermez.
Ey Allah'ın kulları! Allah'ın düşmanının (İblis'in) hastalığını size bulaştırması, çağrısıyla sizi tahrik etmesi, atlı yaya askerleriyle sizi kendine çekmesi konusunda uyanık olun. Ömrüme andolsun, sizi azaba düşürmek için korkunç yayını hazırladı. Sizi pek şiddetli bir çekişmeye düşürdü. Yakın bir yerden sizi oklamaya koyuldu. İblis, "Rabbim, beni azdırdığın için, onlara yeryüzünü süslü göstereceğim ve hepsini azdıracağım"(4) demiştir. Bu sözüyle karanlıkta uzak bir hedefi oklamış, doğru olmayan bir zanda bulunmuştur. Onu hamiyet (gereksiz kıskançlık) davasının oğulları, asabiyetçiliğin kardeşleri, kibir ve cahiliye meydanında at koşturanlar tasdik etmiştir. Ta ki asileriniz ona uydu, size karşı tamahı, hırsı arttı. Böylece gizli olan iş, apaçık ortaya çıktı, üzerinizdeki otoritesi güçlendi. Ordusunu üstünüze sürdü, sizi zillet sığınaklarına sürükledi, ölümden ölüme uğrattı, ağır yaralarınızı çiğnedi, gözlerinizi mızrakladı, boğazınızı kesti, burunlarınızı kırdı, sizi mahvetmeye yöneldi, burunlarınıza kahır halkası takarak sizin için hazırlanmış olan ateşe sevk etti.
O hâlde şeytan dininiz için en büyük müşkül ve dünyanız için fitne körükleyen bir kimsedir. O büyük düşman saydığınız ve yenmek için üzerine yürüdüğünüz düşmandan daha tehlikelidir. Ona karşı hışmınızı/gazabınızı bileyin, onunla tüm ilişkilerinizi kesin. Allah'a andolsun, o atanıza karşı övünmüş, sayınızı küçümsemiş, soyunuzu yermiştir. Atlılarını üzerinize sürmüş, yayalarını yolunuza dikmiş, her yandan sizi avlamakta, ellerinizi kesmektedir. Hileyle korunamazsınız, yeminle def edemezsiniz. Zillet içinde dar bir daireye kıstırılmış; ölüm meydanında ve bela gezisindesiniz.
Gönlünüzde gizlediğiniz şu asabiyet ateşini, cahiliye kinini söndürün. Çünkü Müslümandaki bu yersiz kıskançlık, şeytanın tehlike, tekebbür, bozgunculuk ve üflemesindendir. Tevazuyu başınızın üstüne, büyüklenme duygusunu ayaklarınız altına alın, boyunlarınızdaki kibri atın. Tevazuyu kendiniz ile düşmanınız olan İblis ve askerleri arasında bir sığınak edinin. Çünkü onun her ümmetten orduları, yardımcıları, yayaları ve atlıları vardır. Allah kendisine hiçbir üstünlük vermediği hâlde, şeytanın burnuna üflediği kibirle, kalbindeki öfkeyle tutuşan büyüklük ateşine düşüp nefsindeki haset düşmanlığı yüzünden, kardeşine (Habil'e) kibirlenen kişi (Kabil) gibi olma. Allah kibri yüzünden onu cezalandırdı, pişmanlığa düşürdü, kıyamete kadar adam öldürenlerin günahından onu da sorumlu tuttu.
Dikkat edin azgınlıkta ileri gittiniz ve yeryüzünde bozgunculuk ettiniz. (Çünkü) Allah'a açık düşmanlık ettiniz ve müminlerle savaştınız. Allah için, Allah için büyüklenme kibirinden ve cahiliye övüncünden vazgeçin. Her ikisi de kinin aşısı, şeytanın üfürüğü, onlarla geçmiş zamanlardaki ümmetleri aldattığı şeydir. Sonunda kolayca istediği yere sürülerek ve ona teslim olarak cehalet karanlıklarına ve sapıklık çukurlarına daldılar. Bu işte (kibir ve asabiyette) kalpler birbirine benzemiş ve yıllarca bu hâl üzere yaşamışlardır. Hâlbuki kibir, göğüsleri daraltıp sıkıntıya düşür.
Dikkat edin, dikkat edin! Makamıyla övünen, nesebiyle başkalarına karşı büyüklenen, kazasına karşı koyarak ve nimetlerini görmezlikten gelerek Rablerine çirkin şeyler isnat eden ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri inkâr eden büyüklerinize ve idarecilerinize itaat etmekten sakının. Çünkü onlar, asabiyetin esas sütunları, fitne binasının temeli, cahiliye devri övüncünün kılıçlarıdır.
O hâlde Allah'tan korkun; verdiği nimetlere karşı gelmeyin, bahşettiği üstünlüklere haset etmeyin. Saf suyunuza bulanık sularını katıp içtiğiniz, sıhhatinize hastalıklarını karıştırdığınız, hak inancınıza batıllarını girdirdiğiniz nesebi şüpheli kimselere uymayın. Onlar fıskın temeli, isyanın ayrılmaz parçalarıdır. İblis onları sapıklık binekleri ve insanların üzerine saldığı ordu edinmiştir. İblisin tercümanıdır onlar, onların dili ile konuşur. Böylece akıllarınızı çeler, gözlerinize girer, kulaklarınıza fısıldar. Sonunda sizi oklarına hedef, ayaklarının bastığı yer, ellerinin tuttuğu şey yapar.
Allah'ın azaba ve belaya uğrattığı sizden önceki büyüklenen ümmetlerin başlarına gelenlerden ve uğradıkları cezadan ibret alın. Toprağa değen yanaklarından ve toprağa uzanmış yanlarından ibret alın. Zamanın musibetlerinden Allah'a sığındığınız gibi, kibir aşısından Allah'a sığının. Allah, kullarından birinin kibirde bulunmasına izin verseydi, onu nebileri ve evliyası arasından seçerdi. Fakat onlara büyüklük taslamayı kötü gördü, onlar için tevazuya razı oldu. Onlar da yanaklarıyla yere kapandılar, yüzlerini toprağa dayadılar. Kanatlarını müminler için yaydılar.
Onlar, mustazaf bir topluluktu. Allah onları açlıkla denedi, meşakkatlere, korkulara uğratarak imtihan etti. Onları zorluklarla halis kıldı. Mal ve oğul sahibi olmayı, Allah'ın gazab veya rızasına ölçü saymayın. Zira bu kudret ve zenginliğin imtihan için verildiğini bilmemektir. Allah, "Kendilerine mal ve oğullar vermekle onlara iyilik etmekte acele ettiğimizi mi sanıyorlar; hayır onlar şuurunda değiller."(5) buyurmuştur. Allah, büyüklenen kullarını, onların gözlerinde zayıf olan dostlarıyla sınamaktadır.
İmran oğlu Musa, kardeşi Harun ile birlikte, sırtlarında yünden elbiseler, ellerinde asalar olduğu hâlde Firavun'un yanına gitti. Ona, eğer hakka teslim olursa saltanatının süreceğini ve kudretinin devam edeceğini söylediler. Firavun: "Fakirlik ve çaresizlik içinde olduklarını gördüğünüz şu ikisinin bana saltanatımın ve üstünlüğümün devam edeceğini söyleyip şart koşmalarına şaşmıyor musunuz?" dedi. Altın sahibi olmayı bir büyüklük, yün giyinmeyi alçaklık saydı da "Neden onlara altın bilezikler verilmemiş?" dedi. Münezzeh olan Allah dileseydi, nebilerini gönderdiği zaman altın definelerini, altın madenlerini ihsan eder; bağlar, bahçeler verir; onların etrafına göğün uçan kuşlarını, yerin vahşi hayvanlarını toplardı. Fakat bunu yapsaydı imtihan ortadan kalkar, cezalar boşa gider, vaatler yok olurdu. O zaman da denenip kazananlara ecirleri verilmez; müminler, muhsinlerin sevabını elde edemez; isimler, anlamlarına uygun olmazdı. Fakat Allah, elçilerini iradelerinde güç sahibi kıldı, görenlere karşı hâllerini zayıf gösterdi. Gözleri, gönülleri dolduran bir kanaat, kulaklara ve gözlere eza olan bir yokluk verdi.
Eğer elçiler, karşı konulmaz bir kuvvete, başa çıkılmaz bir üstünlüğe ve görenlerin başlarını çevirecekleri bir saltanata sahip olsalardı ve insanlar kendilerine gelmek için her taraftan sefer hazırlığı yapar, halk öğütlerini daha kolay kabul eder, onlara karşı durmazlar ve düştükleri korkudan veya kendilerine meylettiren bir rağbetten dolayı iman ederlerdi.
Bu takdirde de insanların niyetlerinde bir ortaklık olur, iyilikler paylaşılırdı. Ancak münezzeh olan Allah peygamberlerine uymayı, kitaplarını tasdik etmeyi, kendisine huşu etmeyi, emrini kabul etmeyi ve itaatine teslim olmayı kendisine has kılmış ve başka şeylerle karışmasını dilememiştir. Bela ve imtihan ne kadar büyük olursa, sevabı ve ödülü de o kadar çok olur.
Allah'ın Âdem'in (a.s) zamanından beri bu dünyada ilk ve son bütün insanları ne kimseye zararı ve ne de faydası dokunan, görmeyen ve duymayan taşlarla denediğini görmüyor musunuz? O taşları kendine saygın bir ev ve evini de, "insanlar için kıyam yeri" kıldı. Sonra onu, yeryüzünün taşı en çok, ot bitmez, dar bir vadide, sarp dağlar arasında, savrulan kumlar içinde, suyu az pınarların ve birbirinden kopuk köylerin bulunduğu bir bölgede kurdu. Orada ne deve, ne at, ne inek ve ne de koyun barınırdı.
Sonra, Âdem ve evladına oraya yönelmelerini emretti. Böylece orası seyahatlerin konağı, kervanların durağı oldu. Gönüllerin seyri orayadır. İnsanlar, çölleri aşarak, yükseklerden inerek, geniş yolları, yurtlarını, adalarını bırakarak oraya gelirler. Omuzlarını oynatarak, eziklikle hoşnutluğunu isteyerek yürürler, koşuşurlar. Saçları darmadağın, toz toprak içinde kalırlar, elbiselerini çıkarıp arkalarına atarlar, yaratılışlarındaki güzelliklerden olan saçlarını kestirirler. Bunlar büyük bir deneme, çetin bir imtihan, apaçık bir seçim, güzel bir arıtmadır. Allah, onu rahmetine vasıta, cennetine ulaşmaya sebep kılmıştır. Allah dileseydi, hürmetli evini büyük yerleşim yerlerine yakın, bahçeler ve nehirler arasında; düz, kolay ve istikrarlı bir yerde; ağacı çok, meyvesi bol, binaları sık, köylerin bitişik ve yakın olduğu bir yerde kurardı. Kızıla çalan buğdayların, yemyeşil çayırların yetiştiği, sulak bir yerde; taze bitkilerin, güzelim suların, mamur yolların bulunduğu bir mevkide bina ederdi. Böyle yapsaydı imtihanların azlığına karşı mükâfatın da az olması gerekirdi. O, yapıldığı gibi değil de; yeşil zümrüt, kızıl yakutla süslü, nurlu ışıklar saçan, parıl parıl parıldayan bir bina olarak yapılsaydı, gönüllerdeki şüphe azalır, iblisin kalplerdeki savaşı biter, insanların arasında dalgalanıp duran vesveseler giderilmiş olurdu. Kalplerindeki kibri çıkarsın, yerine ruhlarına huzu ve huzuru yerleştirsin, yüzlerine rahmet kapılarını açsın ve onlara bağışlama araçlarını kolayca versin diye Allah, kullarını çeşitli zorluklarla imtihan etmekte, sorunlarla ibadete davet etmekte ve çeşitli belalara düçar kılmaktadır.
Allah için, Allah için, bu dünyada azgınlıktan, ahirette zulmün korkunç cezasından ve kibrin kötü akıbetinden sakının. Çünkü bu (kibir), iblisin büyük av usulü, büyük tuzak şeklidir. Bu, insanların gönüllerine öldürücü zehirler gibi girerek onları zehirler; asla başarısız olmaz, hiç kimseyi vuruşunda da hata etmez. Ne âlim bilgisiyle, ne de yoksul olan yoksulluğuyla (ondan kurtulup bir yol bulabilir.) Allah mümin kullarını bundan; namazlarla, zekâtlarla, farz kılınmış günlerdeki orucun gayretiyle; ellerini ayaklarını sakinleştirip gözlerini sakındırarak; nefislerini ezip gönüllerine tevazu vererek ve kendini beğenmeyi onlardan gidererek korur. Çünkü namazda, gönül alçaklığıyla yüzleri ve en değerli azalarını toprağa koyup tevazu göstermek; oruçta, karınları açlıkla terbiye ederek kibri yok etmek ve tevazuya alıştırmak; zekâtta da yerin bitirdiği ürünlerinden yeterince yararlanmak ve bunların dışındakileri miskinlere, yoksullara vermek vardır.
Bunların içinde bulunan, övünme belirtilerini yok eden, kibrin izlerini bile yasaklayan hükümlere bakın. Baktım da, cehalet hastalığına yakalanıp da kendisini kandıracak bir sebebe yapışmayan yahut sefihlerin aklına uyup da kendini bir delille bağnazlığa düşürmeyen sizden başka kimse bulamadım. Çünkü siz sebebi ve nedeni bilinmeyen bir şey hakkında bağnazlık gösteriyorsunuz. İblis de aslını delil göstererek bağnazlığa düştü. Âdem'in yaratılışını kınayarak, "Ben ateştenim, sen ise topraktansın." dedi.
Ümmetlerin eşraf sınıfından olan zenginler de ellerindeki nimetler yüzünden bağnazlık gösterdiler. "Biz mal ve evlatlar bakımından çokluğuz, bize azab edilecek de değildir."(6) dediler. Eğer bağnazlık gerekirse, güzel huylarda, övgüye layık amellerde ve iyi işlerde bağnazlık gösterin. Arap kabilelerinin asilleri, seçkinleri güzel ahlâkla, üstün ve büyük işlerle, yüce düşüncelerle ve övgüye layık eserlerle övünürler, birbiriyle yarışırlardı.
O hâlde siz de komşuların hakkını korumak, ahde vefa göstermek, iyiliğe uymak, kibirden sakınmak, cömert olmak, zulümden kaçınmak, kan dökmekten korkmak, halka insaflı davranmak, öfkeyi yenmek, yeryüzünde fesat çıkarmaktan kaçınmak gibi övülen iyi huylarda bağnazlık gösterin. Sizden önceki ümmetlerin işledikleri kötülüklere, kınanan amelleri yüzünden uğradıkları belalara uğramaktan korkun. Hayırda ve şerde onların durumlarını düşünün ve onlar gibi olmaktan sakının.
Hâllerinin farklılığı (iyi ve kötü hâllerini) düşündüğünüz zaman, her işte onların üstünlüğünü sağlayan, düşmanlarını kendilerinden uzaklaştıran, esenlik içinde yaşatan, onları nimetlere boğan; ayrılıktan çekinmek, birleşmeyi gerekli görmek, birbirini iyiye ve doğruya yönlendirip onu tavsiye etmek gibi yüceliğe ulaştıran hâllerini elde etmeye çalışın. Birbirlerini yardımsız bırakmaları, kendilerini düşünmeleri, gönüllerinde birbirine kin güdüp düşmanlık beslemeleri gibi, belleri kıran, güçleri zayıflatan hâllerinden sakının.
Sizden önceki müminlerin hâlini bir düşünün! Belaya ve imtihana uğradıkları zaman hâlleri nasıldı? Zahmetlerin en ağırını yüklenmediler mi? Belaların en çetinine uğramadılar mı? Dünya halkı içinde hâlleri en sıkıntılı olan onlar değil miydi? Firavunlar, onları kul ediniyor, en kötü şekilde işkence ediyor, defalarca acılığı tattırıyorlardı; helak olmak zilletinden ve düşmanlarının üstünlüklerinden dolayı kahredilmekten bir türlü kurtulamıyorlardı. Ne onları giderecek bir hile, ne de başlarından savacak bir yol vardı. Sonunda Allah, düşmanların cefalarına kendisine olan muhabbetleri sebebiyle dayandıklarını; Allah korkusundan kendilerine yapılan kötülüklere tahammül ettiklerini gördü de onlara belanın darlığından bir çıkış yolu açtı; zilleti izzete, korkuyu güvene çevirdi. Onlara Allah katından ummadıkları yücelikler lütfedildi; mülkün sahipleri, hükmedenler, başkan ve önderler oldular.
Onların birlik içinde, dilekleri bir, gönülleri ılımlı, elleri ve kılıçları birbirlerine yardımcı, basiretleri açık ve azimlerinin tek olduğu zamanlarda nasıl olduklarına bakın; yeryüzünün efendileri olup, âlemleri idare etmediler mi? Bir de işlerinin sonunun nasıl olduğuna bakın; birbirlerinden ayrıldıkları, birlikleri bozulduğu, arzuları, gönülleri birbirlerine zıtlaştığı, çeşitli fırkalara, bölüklere ayrılıp birbirleriyle savaşmaya kalkınca da Allah onlardan keramet elbisesini soyup çıkardı, nimetlerinin genişliğini esirgedi; onlardan geriye, yalnız, içinizden ibret alanların işine yarayan hikâyeler kaldı.
İsmail'in evladından, İshak Oğulları'ndan, İsrail (Yakub) Oğulları'ndan ibret alın. Hâllerinin benzerliği ne kadar çok, durumları birbirlerine ne kadar da yakındır.
Onların bölünüp ayrıldıkları zamanı düşünün, Kisralar, Kayserler, onlara nasıl da efendiler oldular! Onları dünyanın mamur yerlerinden, Irak'ın denizinden (Dicle ve Fırat'tan) ve dünyanın yeşilliklerinden çıkardılar; yalnızca çalı çırpı biten, şiddetli rüzgârların estiği ve yaşanması güç çöllere sürdüler. Onları sırtı yaralı hayvanlarla birlikte, fakir ve miskin bir hâlde bıraktılar. Onlar evleri açısından milletlerin en zelili idi ve yerleri en verimsiz topraklardı. Ne kendisine sığınacakları ve kendilerini hakka davet eden birileri ve ne de izzet ve şevketine dayanacakları ülfet ve birlik gölgeleri vardı. Hâlleri perişan, güçleri darmadağın oldu. Dağınık bir çokluk hâlinde, şiddetli bir belaya tutulmuş kapkaranlık cehalet içindeydiler. Kızlarını diri diri toprağa gömüyor, putlara tapıyor, akrabalığı gözetmiyor, geniş bir çapta yağma ve baskınlar yapıyorlardı.
Bir de Allah'ın onlara Resul'ünü yollayıp nimetlendirdiği zamana bakın; diniyle itaatlerini pekiştirdi, onları daveti etrafına toplayarak uzlaşmalarını sağladı; bu dinde birleşmeleri yüzünden yücelik kanatlarını gererek nimetini üzerlerine nasıl yaydı! Türlü türlü nimetlerini, bereketlerini, hayırlarını üzerlerine akıttı. Nimetler içinde yüzenler, o nimetle yaşamanın zevkine erdiler. Güçlü bir hükümet gölgesinde işleri düzene girdi, izzet içinde yaşayacak güzel bir konuma geldiler. Sağlam, güvenilir bir güç sayesinde işleri derlenip toparlandı. Âlemlerin hâkimleri ve etraflarında iktidar sahibi oldular. Önceden kendilerini yönetenlerin işlerini kendileri idare ettiler, kendilerine hükmedenlere hükmettiler. Kimse onlara mızrak ve taş atamaz oldu.
Dikkat edin, siz ellerinizi itaat bağından çektiniz, sizin için inşa edilmiş olan Allah'ın kalesini cahiliye hükümleriyle deldiniz. Allah bu ümmetin arasını birlik ipiyle bağlamış, gölgesinde yaşayanlara dirlik düzenlik vermiş, himayesine sığınmalarını sağlamış; yarattıklarından hiçbirinin kıymetini bilemeyeceği, bütün değerlerden üstün, bütün karşılıklardan değerli bir nimet ihsan etmişti.
Bilin ki hicretten sonra çöl Arapları hâline geldiniz, birbirinizi sevip dost olduktan sonra hiziplere dağılıp darmadağın oldunuz. Siz İslâm'dan, isimden başka hiçbir şeye sahip değilsiniz. İmandan onun şeklinden başka bir şey tanımıyorsunuz.
Cehenneme evet, utanca hayır diyorsunuz. Sanki Allah'ın hürmetlerini çiğneyerek ve Allah'ın yeryüzünde kanunlarına sınır kılıp yarattıkları arasında güvenliği sağlamak üzere sizden aldığı ahdini bozarak İslâm'ı baş aşağı çevirmek istiyorsunuz. İslâm'dan başkasına yönelirseniz, kâfirler sizinle savaşır, artık ne Cebrail, ne Mikail, ne muhacirler ve ne de ensar yardımınıza gelmez ve Allah aranızda hükmedinceye kadar kılıçla savaşmaktan başka çareniz kalmaz.
Allah'ın azabına uğrattığı kulları ile belalara, çetin olaylara düşürdüğü günlere ait önünüzde pek çok örnek var. O hâlde azabı hakkında bilginiz olmadığı bahanesiyle Allah'ın intikamını hafif sayarak ve kendinizi Allah'ın intikamından uzak görerek Allah'ın azabından emin olmayın. Allah, sizden önce geçmiş ümmetleri ancak iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmayı terk etmeleri sebebiyle rahmetinden uzak kılmıştır. Sefihleri günah işledikleri için; bilgi ve anlayış sahibi olanları da kötülükten sakındırmadıkları için rahmetinden uzak kılmıştır.
Uyanık olun ki, gerçekten İslâm bağını kestiniz, hadlerini işlevsiz kıldınız, hükümlerini öldürdünüz. Bilin ki Allah bana, yeryüzünde bozgunculuk eden, biat edip biatinden dönen, azgınlık edip yeryüzünde fitne çıkaran kimselerle savaşmamı emretti. Bu esas üzere ahdi bozanlar (Nakisin) ile savaştım, zalimler (Kasitin) ile mücadele ettim, dinden çıkanları (Marikin) mahvettim, zelil kıldım.
Redhe Şeytanını (Haricîlerin başı Zu's-Sedy'i), ardından yüreğinin çarpıntısını ve göğsünün titrediğini gördüğüm korkunç bir feryatla işini bitirdim. Asilerden ardımda kalan kaldı. Allah izin verirse, yine savaş için üzerlerine yürüyeceğim de, onlardan ancak uzak ülkelere dağılanlar kurtulabilecek.
Henüz küçükken, Arabın büyüklerini yere serip, Rabia ve Mudar kabilelerinin eşrafının boynuzlarını kırdım. Resulullah'a (s.a.a) ne kadar yakın olduğumu, yanında nasıl özel bir makama ulaştığımı bilirsiniz. Çocukluğumda beni bağrına basar, yatağına alır, vücudunu bana iliştirir, güzel kokusunu bana koklatırdı. Lokmayı çiğnedikten sonra bana verirdi. Ne söylediğimde bir yalan, ne yaptığımda bir kötülük bulmuştur. Allah, sütten kesildiği andan itibaren meleklerin büyüklerinden birini ona (s.a.a) arkadaş etmişti. O melek, ona gece gündüz yüceliklerin yolunu, âlemin güzel ahlâkını öğretirdi. Ben de yavru annesinin arkasından nasıl giderse onu öylece takip ederdim. Her gün huylarından birini öğretir, ona uymamı isterdi. Her yıl Hira dağına çekilirdi, onu ben görürdüm, benden başkası da görmezdi. O gün İslâm Resulullah ve Hatice'nin evinden başka hiçbir evde yoktu; ben de onların üçüncüsüydüm. Vahyin ve risaletin nurunu görür, nübüvvetinin kokusunu duyardım.
Gerçekten de O'na (s.a.a) vahiy geldiği zaman, şeytanın inlemesini duydum da "Ya Resulullah! Bu inleme nedir?" dedim. "Bu, kendisine kulluk edilmesinden ümidini kesen şeytandır. Benim duyduğumu duyuyor, gördüğümü görüyorsun. Ancak sen nebi değilsin, vezirsin ve hayır üzeresin." dedi. Kureyş'in ileri gelenleri ona (s.a.a) geldiğinde onunla beraberdim. "Ya Muhammed, sen atalarından ve ailenden hiç kimsenin bulunmadığı büyük bir iddiada bulunuyorsun, biz senden, nebi ve resul olduğunu bilmemizi sağlayacak bir şey göstermeni istiyoruz. Eğer yapmazsan, seni sihirbaz ve yalancı biliriz." dediler. Resulullah (s.a.a), "Ne istiyorsunuz?" dedi. "Bizim için şu ağacı çağır da köküyle beraber yerinden sökülüp yanına gelsin." dediler. O (s.a.a), "Allah şüphesiz her şeye kadirdir; eğer Allah sizin için bunu yaparsa hakka iman ederek şahadet eder misiniz?" dedi. "Evet." dediler. "İstediğinizi size göstereceğim, hayra dönmeyeceğinizi de biliyorum. İçinizde (Bedir'de) kuyuya atılacak, (Hendek'te) hiziplere ayrılacak kimseler var." dedi. Sonra "Ey ağaç eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyor ve benim Allah'ın Resulü olduğumu biliyorsan, Allah'ın izniyle kökünle beraber sökül ve önümde dur." dedi. Onu hak ile gönderen Allah'a yemin olsun ki ağaç yerinden söküldü, şiddetli bir gürültü kopardı, kuşun kanatlarını çırpması gibi ses çıkararak yerinden sökülüp geldi, dalları kuşların kanatları gibi birbirine değerek Resulullah'ın (s.a.a) önünde durdu. En yüksek dalı Resulullah'ın (s.a.a) üzerine, bazı dalları da benim omuzlarıma geldi. Ben Resulullah'ın (s.a.a) sağındaydım. Onlar bunu gördüğü zaman kibirlenip böbürlenerek "Ona emret tekrar gelsin fakat yarısı orada kalsın" dediler. O da bunu emretti. O da daha şaşırtıcı bir şekilde daha şiddetli bir sesle yarım olarak geldi; neredeyse Resulullah'a (s.a.a) sarılacaktı. İnkâr ve kibir dolu olarak "Tekrar bu yarısına emret de geldiği gibi öbür yarısına dönsün." dediler. Resulullah, o yarıya emretti ve o da döndü.
"Allah'tan başka ilâh yoktur; ben sana iman edenlerin ilkiyim ya Resulullah!" dedim. "Sözünü yüceltmek, nübüvvetini tasdik etmek için Allah'ın emriyle bu ağacın emredileni yaptığını ikrar edenlerin de ilkiyim." dedim. Onların hepsi birden, "Hayır, sihirbaz ve yalancıdır. Sihrinin şaşırtıcılığı bu işi kolaylaştırdı. Bu işinde ancak bunun (beni kastediyorlardı) gibiler sana inanabilir." dediler.
Ben, Allah yolunda olan, kınayıcının kınamasına aldırış etmeyen, simaları sıddıkların siması, sözleri iyilerin sözleri olan bir toplumdanım. Onlar geceyi (ibadetle) ihya ederler, gündüzün yol gösteren işaretleri olurlar. Onlar, Kur'ân'a sımsıkı sarılmışlardır. Allah'ın ve Resul'ünün sünnetlerini diriltirler, kibirlenmezler, büyüklük taslamazlar, hıyanet etmezler, bozgunculuk yapmazlar. Kalpleri cennette, bedenleri ameldedir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------
1- Duhan/29
2- Gureru'l-Hikem, s.87, Amidî
3- Sad/74
4- Hicr/39
5- Mü'minun/55-56
6- Sebe/35