İmam Ali'nin gözünden Cemel Ehli
Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)
Tarih boyunca İmam Ali'nin (a.s.) döneminde meydana gelen iç savaşlar sürekli eleştiri konusu yapılmış, onun bu mücadelelerinde haklı olduğu bilginler tarafından vurgulansa da böyle bir savaşın vuku bulmaması gerektiği daha yeğlenir olmuş ve bu mücadelelerde İmam Ali'nin mazur olduğu değerli kardeşlerimiz Ehl-i Sünnet bilginleri tarafından dile getirilmiştir. Onların bu yaklaşımlarına elbette saygı duymaktayız ve bunu bir görüş olarak kabul etmekteyiz.
Bir diğer husus da İmam Ali'nin bu mücadeleleri Ebûbekir b. Kuhâfe, Ömer b. el-Hattâb ve Osmân b. Affân'ın dış düşmanla mücadeleleri karşısında İslam'ın amacına ve rıza-ı ilâhîye uygunluk açısından daha uzak görülmüştür. Hatta bu müsellem bir hakikatmiş gibi sunulmuştur. Aziz dostlarımızın ve kardeşlerimizin bu görüşlerine de saygı duymaktayız.
Kardeşlerimizin kabulleri arasında İmam Ali'nin (a.s.) dilinden Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kaynaklarında kendisi ile mücadele ettiği kimselerin mümin ve Müslüman olduğuna dair tanıklıklar rivayet edilmiştir.
Bizler ise bu çalışmamızda bu konuları irdelemeye çalışacağız.
Öncelikle Ehl-i Sünnet kardeşlerimizden şu beklentiler içerisindeyiz.
a- Görüşlerimiz hakaret içermiyorsa ve ilmî bir disiplin çerçevesinde sunulmuşsa görüş olarak kabul edip saygı göstermeleri.
b- Yanlışlarımız, hatalarımız varsa -ki nihayetinde beşeriz, masum da değiliz, yığınlarca hatalarımız var- bu hatalarımızı göstererek bizi irşat etmeleri.
Ölçüt ve Kıstaslar
Bir müminin bakış açısı ve analizlerinin ilahî ölçütlere ve nebevî kıstaslara uygun olması gerektiği izahtan varestedir. Dolayısıyla meşhur bir olgu olarak sunulan bir ölçütü hatırlatmakta yarar var. Bir meselenin doğruluğuna dair ilk önce ilahî ölçüt ve emarenin olup olmadığına bakılır, ondan sonra nebevî kıstaslara bakılır, sonrasında da elden geldiğince Kur'an'ın ve nebevî sünnetin ruhuna uygun bir yaklaşım sunulmaya çalışılır. Bir hususta Rasûl-u Azam'ın mübarek femlerinden sâdır olan bir kelâm varsa Müslümanlar artık ne olursa olsun kendi kendilerini ve bakış açılarını buna uydurmak zorundadırlar. Gerçi bu makalenin konusu olmamakla birlikte Hz. Muhammed'in (s.a.a.) risalet veya nübüvvet bağlamında söylediği sözlerin doğruluğu tarihten günümüze kadar bir kesim tarafından tartışılır görülmüştür. Bunun ayrı bir konu olduğunu belirtmekle birlikte bizler görüşümüzü şöyle dile getirelim: Hz. Muhammed'in söylediği sözler ve açıklamalar (Ona kesin bir şekilde aitse) ya ilahî vahiy olduğundan ötürü doğrudur veya doğru düşünme metoduna uygun olduğundan doğrudur ve bağlayıcıdır. Hz. Muhammed'e (s.a.a.) rağmen bir doğruluğu mümkün göremiyoruz. Şanı, makamı ne olursa olsun. Dileyen arka planı Sadr-ı İslam'a kadar varan diğer görüşü Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) yanılgıya düşebileceği görüşünü kabul edebilir.
İlâhî kelamın bu noktadaki hükmü açık olup sadece bir tanesini sunmakla yetineceğiz.
“Hayır, rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (en-Nisâ 4/65)
Bu çerçevede karşımıza şöyle bir mesele çıkıyor. Ey Allah'ın Rasûlü! Senin, Halifeler Dönemi'nde vuku bulan savaşlara ilişkin bir beyanın var mı? Biz Müslümanlardan; birinci, ikinci ve üçüncü halife döneminde meydana gelen fetihlerin başta Rıza-ı Rahmân'a sonra da senin rızan ve hoşnutluğuna uygun olduğuna, Ali'nin (a.s.) Cemel, Sıffîn ve Nehrevân'da giriştiği savaşların sıkıntılı birer savaş olduğuna Ali'nin zımnen hatalı olduğuna kardeşlerimizin bir bölümü varmıştır. Onun bu savaşlarının ilk üç halifenin savaşlarıyla kıyas kabul etmeyecek derecede rıza-ı ilahîden uzak olduğu kanaatine ulaşmışlardır. Bu noktadaki mübarek hükmün nedir?
Bu hususa ilişkin bir açıklamada bulundun mu?
Nebevî prespektiften Ali'nin (a.s.) savaşları: Nebevî cihad ve Alevî cihad madalyonun iki yüzüdür
Tarihin bir boyutu hak batıl açısından inkâr-tasdîk mücadelesi ise diğer boyutu tashih-tahrîf mücadelesidir. Hak ve hakikat kimi zaman Firavun, Hz. Musa (a.s.) örneğinde olduğu gibi katışıksız iman-katışıksız küfür mücadelesi iken kimi zaman da Hz. Mûsâ-Sâmirî örneğinde olduğu gibi sahih inanç ve dejenere olmuş inanç mücadelesidir. Risalet müessesesi ve risalet müessesinin ana kaynağı bazı kimseler tarafından kabul edilebilir ve bunlar o dinin Müslümanları olabilirler. O dinin Müslümanı olmak ayrı bir olgu, yapılan davranışların risalet müessesinin ilkelerine ve ana metnine uygun olması ayrı birer olgudur. İşte tam da bu bağlamda Rasûl-u Azam'ın (s.a.a.) mübarek dillerinden dökülen öyle bir söz var ki ilk döneme ilişkin bütün mücadeleler için cevap anahtarı niteliğindedir. Ali'nin (a.s.) yaptığı savaşların en üst seviyede bir meşruiyete sahip olduğuna delildir. Hatta Ali b. Ebû Tâlib'in (a.s.) hilafet dönemlerinde muarızlarıyla giriştiği savaşların, kendisinin risalet döneminde müşrikler, putperestler ve Ehl-i Kitab ile yaptığı savaşlarla eşdeğer olduğunu belirtmektedir. Hadis, ikincil dereceden bir başka hususa delalet etmektedir. İlk iki halife döneminde yapılan savaşların meşruiyet(e/ten) sahip/yoksun ve rıza-ı ilahî için olup olmadığı problemi.
Tenzîl ve Tevîl için savaş
Öncelikle hemen şunu belirtelim ki tevilin zaman içerisinde tefsir ilminin gelişimi ile birlikte kazandığı bir terim anlamı vardır. Bir de bizzat Kur'an-ı Kerim'de kullanılan bir anlamı vardır. Tenzîl ve tevîlin Kur'an ile ilgili iki kavram olduğu muhakkaktır ve bu sahadaki temel kavramlardandır. Tenzîl Kuran'ın Allah tarafından indirilmiş olmasıyla bağlantılı iken tevil Kur'an ayetlerinin hakikati, aslı ve özü ile bağlantılıdır. Bu sözcük Kur'an-ı Kerim'de lafız olarak altı farklı surede, on beş ayette ve on sekiz yerde, geçmektedir.[1] Kur'an-ı Kerim bu ayetlerin hiçbirisinde sözcüğü asla ve kata sonradan tefsir ilminde kullanılan anlamıyla bir sözün yorumu, açıklanması gibi bir anlamında kullanmaz.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için sözcüğün Mu‘cemlerden anlamına müracaat edilmesi gerekiyor. Biz de en meşhurlarından birkaç tanesinin görüşünü sunuyoruz.
İbn Fâris Zekeriyyâ (h. 395) Mu‘cemü mekâyisi'l-luğa'da şöyle der: Elif-vav-lam kökünün iki tane temel anlamı vardır. İlki; bir şeyin ibtida (başlangıcı) ve intiha (varacağı)sıdır… (Tevilin fiil şekli olan - Cevher Caduk) “Evvele'l-hükme ilâ ehlihi” ifadesi hükmü ehline irca‘ etmek ve döndürmek demektir… Bir sözün akıbeti ve varacağı son nokta anlamına gelen ‘Te‘vîlü'l-Kelâm' ifadesinde de bu anlam söz konusudur.[2]
El-Cevherî (h. 393) ise Sıhâh'da şöyle der: Tevil: tefsir ve bir şeyin aslına dönmesi anlamındadır… Ebu Ubeyde aynı kökten gelen ‘teevvül' kelimesi için tefsir ve merci olduğunu söylemiştir.[3]
Kuran-ı Kerim'de tevîl kelimesi, bir eylemin zamanı ve koşulları meydana geldiğinde hakiki şekliyle ortaya çıkması, hakiki manasının bilinmesi, bir şeyin aslî manasına irca edilmesi, bir şeyin hakikati, bir konuya dair şek götürmeyen doğru yön anlamında kullanır. Dolayısıyla Rasûlullah (s.a.a.) bu kelimeyi hangi konuda ve kimin için kullanmışsa o konu özelinde o şahsın ihtilafa düşülen bütün boyutlarına vakıf olduğu anlamında kullanmıştır. Bu ise ister kabul edelim ister bize ağır gelsin, ister asırlar boyu süregelen alışkanlığımızla çatışsın en üst perdeden nebevî iradeden onay almış olması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla o noktadaki İlk Üç Halife döneminde yapılan savaşların İmam Ali'nin (a.s.) savaşlarından kıyas kabul etmeyecek derecede üstün ve faziletli olduğu şeklindeki yargımızı ve kanaatimizi yeni baştan gözden geçirmemiz gerekiyor. Yahut da Hz. Peygamber'in (s.a.a.) bu tespitinin yanlış olduğunu söylememiz gerekiyor. Dileyen onu söyleyebilir. Ama kişisel kanaatim olarak belirteyim ki ilahî vahy ile nebevî buyruğun doğruluğu hakkında doğruluk açısından (doğruluk seviyesinin önemi, mertebesi ayrı konular) herhangi bir fark yoktur.
Hadisler ve hadislerin sıhhat değerlendirilmesi
İmam Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî (h. 307) Müsned'inde şöyle rivayet etmektedir:
Ebû Saîd el-Hudrî (h. 74) şöyle der: Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu işittim: “Ben nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere savaştıysam içinizden bir kimse de Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır. Ebû Bekir: ‘O ben miyim ey Allah'ın Rasûlü?' diye sorunca Rasûlullah (s.a.a.): ‘Hayır.' buyurdular. Ömer: ‘O ben miyim ey Allah'ın Rasûlü?'' diye sorunca Rasûlullah ‘Hayır, O ayakkabıyı onarandır'' buyurdular. Hz. Resûlullah (s.a.a.) onarması için ayakkabısını Ali'ye vermişti.
Hadisin isnadı sahihtir.[4]
Muhakkık Hüseyin Selîm Esed sahih notunu düştükten sonra da şu bilgileri verir: Bu hadisi Ahmed (Müsned, II, 33 ve 82) Veki ve Hüseyin b. Muhammed'den Onlar Fıtır b. Halîfe'den; O da İsmâil b. Recâ'dan bu isnadla tahriç etmiştir. Bu isnad da sahihtir.[5]
Heysemî (h. 807) ise Mecme‘ü'z-zevâid'de bu hadisi zikir ettikten sonra şöyle der: Bu hadisin isnadındaki ricaller Fıtır b. Halîfe dışında sahihin ricalıdır. Fıtır ise sikadır (güvenilirdir.)[6]
Yani, muhakkık Hüseyin Selim Esed'in de tanıklığı ile isnad zincirindeki adamlar Fıtır dışında Sahîhü'l-Buhârî'nin ricalıdır. Fıtır ise her ne kadar Sahîhü'l-Buhârî'nin adamı olmasa da güvenilir bir ravidir.
Ebû Saîd'den şöyle rivayet edilmektedir: Hz. Rasûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular:
“Ben nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere savaştıysam içinizden Kur'ân'ın tevili üzere savaşan da olacaktır. Bunun üzerine Ebû Bekir ve Ömer kalkıp: ‘Ben miyim?' dediler. Hz. Rasûlullah: ‘Hayır, o ancak ayakkabıyı onarandır. Hz. Ali o esnada ayakkabısını onarıyordu” buyurdu.
Bu hadis sahih olsa da hadisin bu isnad zinciri hasendir. Hadisin isnadındaki ricâl Fıtır hariç Sahîhü'l-Buhâri'nin ricâlidir.[7]
Tahâvî'nin (h. 321) Şerhü müşkilü'l-âsâr adlı eseridir. Rivayet şöyledir:
Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet edilmektedir:
“Bizler oturmuş Hz. Rasûlullah'ı (s.a.a.) bekliyorduk. Rasûlullah, Aişe'nin odasından çıkarak yanımıza geldi. Ayakkabısı kopmuştu, onarması için Ali'ye verdi ve sonra da oturdu. ‘Kuşkusuz ben nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere savaştıysam içinizden de Kur'ân'ın tevili üzere savaşan birisi olacaktır' buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir: ‘O ben miyim?' diye sorunca Resûlullah (s.a.a.): ‘Hayır' buyurdular. Ömer: ‘O ben miyim?' diye sorunca Resûlullah ‘Hayır, O hücrede ayakkabıyı onarandır.' buyurdular. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) onarması için ayakkabısını Hz. Ali'ye vermişti.
Recâü'z-Zebîdî dedi ki: Bir adam Kufe Mescidinin geniş avlusunda bulunan İmam Ali'ye gelerek: ‘Ey Müminlerin Emiri! Na'l Hadisinde başka bir şey var mıydı? dedi.
Hadisin isnadı sahihtir.[8]
Eserin muhakkıkı hadisin sahih olduğunu belirttiğinden sonra şu değerlendirmelerde bulunur: Yusuf b. Musa el-Kattân Buhârî'nin ricallerindendir. Onun üstündeki diğer şahıslar ise Şeyhayn'ın (Buhârî ve Müslim'in ricalindendir.) Sadece İsmâîl b. Recâ ve babası Recâ b. Ebî Rebîa Buhari'nin değil de Müslim'in ricalindendir.[9]
Hadisin nasıl üst düzey bir sıhhate sahip olduğunu görebiliyor musunuz değerli okuyucular? İsnad zincirindeki ricallerin bir bölümü hem Buhari'nin hem Müslim'in, bir bölümü sadece Buhari'nin bir bölümü ise sadece Müslim'in ricalıdır. Bu durumda hadis en alt seviyesiyle Müslim'in şartlarına göre sahihtir.
Zaten bizim bu tespitimize yakın bir tespiti çağdaş bilginlerden Allame Nâsırüddîn Albanî (m. 1999) de yapar. O bu hadisi tahriç eder ve hadisin Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu belirtir. Zehebî'nin (h. 748) Şeyhayn'ın şartlarına göre sahihtir değerlendirmesini kabul etmez, ona göre sadece Müslim'in şartlarına göre sahihtir. Yok eğer bu hadisin isnad kritiğinde Zehebî haklı ise ve Nâsırüddîn Albânî yanılıyor ise hadis en üst seviyede sıhhat derecesine sahip oluyor.
Tabi hadisin metni ise gözleri kamaştıran bir hakikate sahiptir. Rasûlullah (s.a.a.) ile İmam Ali (a.s.) yaptıkları savaşlar hususunda bir elmanın iki yarısı gibidirler. Rasûlullah (s.a.a.) Mekke müşrikleri ve diğer savaşlarında nasıl gün gibi haklıysa İmam Ali de savaşlarında mukabele sanatı gereği gün gibi haklıdır. Karşıt tarafta hakikat noktasında ne kadar kimin yer almış olmasının o kadar da önemi yok. Belki bir başka açıdan öneme sahip olabilir. Kişi hangi pozisyonda bulunursa bulunsun, amellerini hesaba çekmediği müddetçe her an yanılmaya, yanlışa düşmeye, hatta ileri boyutta hatalara düçar olabilir. Bu noktada insan hakikatin taliplisi olmalı, hakikat noktasında da Rasûlullah'ın dilinden dökülenlere dikkat edip onları mihenk taşı olarak kabul etmelidir. Nübüvvet müessesesinin hatemi ise Kur'an'ın hakiki manalarını bilenin Ali olduğunu, Onun da haklı olduğunu, Onun karşısında yer alanların ise aklen, kalben, sireten sıkıntılı olduğunu ortaya koymaktadır. Bir başka ifade ile bakış açılarınız ve ölçütlerinize göre Ali haklı değilse bakış açılarınızı oluşturan ölçüt ve kriterler nebevî olmayıp derhal düzeltilmesi gerekiyor.
Albânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha adlı eserinde bu hadisi nakletmekte ve şu değerlendirmelerde bulunmaktadır.
‘Ben nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere savaştıysam içinizden bu Kur'ân'ın tevili üzere savaşan çıkacaktır.'' Râvî der ki; (Bu makam) Kime verilecek diye boyunlarımızı uzattık. Aramızda Ebû Bekir ve Ömer de bulunmaktaydı. Rasûlullah: ‘Hayır, (yani bu görevi yerine getirecek olan - Cevher Caduk) ancak ayakkabıyı onarandır, yani Ali'dir.'
Hâkim'in ve diğerlerinin lafzı ise şöyledir: Ali başını kaldırmadı. Bunu Rasûlullah'tan daha önce işitmiş gibiydi.
Bu hadis, Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahihtir. Zehebî de onun bu yargısına muvafakat etmiştir.
Ben (Albânî;) derim ki; bu hüküm, o ikisinin vehimlerindendir. Bu hadis sadece Müslim'in şartına göre sahihtir.[10]
Aslında Fıtır b. Halîfe de Albanî'nin belirttiği gibi Buhârî'nin ricalindendir. Fakat Dârekutnî'nin Onun hakkındaki “Buhârî Onunla ihticac etmezdi'[11] şeklindeki sözü hadisin isnadına yönelik tek olumsuz durumdur.
Hadisin bir başka şekli vardır ki lafız itibariyle diğerlerinden farklıdır. Zira bu hadisin yukarıdaki varyantlarında İmam Ali'nin kiminle savaşacağı Rasûlullah (s.a.a.) tarafından söylenmezken bizzat birazdan aktaracağımız varyantında Rasulullah Ali'nin kiminle savaşacağına dair bir adres de verir. İşin ilginci hadisin bu varyantı diğer varyantlarına nazaran zaman olarak daha erken dönemlere aittir. Bu varyant hicri 235. yılında vefat eden İbn Ebî Şeybe'nin Musannefinde geçmektedir.
Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet edilmektedir:
Bizler mescitte oturuyorduk. Hz. Rasûlullah çıkıp yanımıza geldi. Sanki başlarımızın üstünde kuş varmış gibiydik. İçimizden hiç kimse konuşmuyordu. Hz. Resûlullah: ‘Nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere sizinle savaşıldıysa içinizden bir adam da Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır.' buyurdular. Bunun üzerine Ebû Bekir ayağa kalkarak: ‘O ben miyim ey Allah'ın Rasûlü' dedi. Hz. Resûlullah: ‘Hayır' buyurdu. Ömer ayağa kalkarak: ‘O ben miyim ey Allah'ın Rasûlü' dedi. Hz. Rasûlullah: ‘Hayır. O ancak hücrede ayakkabıyı onarandır.' buyurdu. Ali, elinde Rasûlullah'ın onardığı ayakkabısı olduğu halde hücreden çıkıp geldi.
Bu hadisin isnadı sahihtir.”[12]
Eserin tahkikini yapan Muhammed Avvâme hoca hadisin isnadının sahih olduğunu belirtir.[13]
Değerlendirme
Sahih olan bu hadisler İmam Ali'nin Kur'an'ın tevili üzere savaşacağını belirtmektedir. Bir başka ifadeyle Kur'an'daki hakikatlerin mücessem hakikatini temsil ederek karşı tarafla savaşacaktır. Aynı şekilde İmam Ali'nin muhalifleri söz konusu noktalara dair Kur'an'ın hükmünden şu veya bu şekilde sapmışlar demektir. Dolayısıyla ölçüt olarak Ali'nin tavrı temel alınmalı, Cemel'de sapanların sapma noktaları, Nehrevân'dakilerin sapma gerekçeleri ve Sıffîn'dekilerin dalalete düştüğü hususlar tespit edilmelidir.
Yukarıdaki rivayetlerin bir bölümünde görüldüğü üzere Rasûlullah (s.a.a.) “Ben nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere savaştıysam içinizden bu Kur'ân'ın tevili üzere savaşan çıkacaktır” sözünden sonra birinci ve ikinci Halife biz mi diye sorduklarında ihbârî gaybîde bulunan Rasûl-u Azâm onların savaşlarına ilişkin şöyle bir söz söyleyebilirdi ki zaten kendisi o esnada beyan makamında ve konu da tam Rasûlullah'ın kendisinden sonraki savaşları ile bağlantılı. “Hayır siz tevil üzere değil tenzil üzere savaşacaksınız” Beyan makamında olduğu halde bu cümleyi kurmaması İlk İki Halife döneminde gerçekleştirilen savaşların amacı hakkında bir şüphe ortaya koymaktadır. Dolayısıyla onların döneminde gerçekleştirilen savaşlar İmam Ali'nin (a.s.) savaşlarından üstün olması bir yana meşrulukları sorgulanması gereken birer askerî harekettir. Bu hadis çerçevesinde veya başka hadisler delil gösterilirse bu görüşümüzden dönmeye razıyız.
Ayrıca insanın aklına bir başka soru takılıyor. Risalet makamı, tebyin ve tibyân görevini yerine getirdiğinden kuşkumuz bulunmamaktadır. Bu rivayetler de sıhhate sahip olduğuna göre, risalet makamının mübârek dillerinden dökülen sözlerinin, O'nun Dâr-ı Bekâ'ya irtihalinden sonra men edilmesi insanı ciddî ciddî düşündürmektedir. Bu ayrıca ele alınıp cevaplandırılması gereken bir konu. Risalet makamı, kalbî ve aklî olarak olaylar hakkındaki doğrunun adresine ve veçhesine hakimdir. Onun sözlerini yasaklayıp da sembolizmin yoğun olduğu bir metinle başbaşa bırakıp, ilâhî nefhayı taşıyan kelâmdan insanları mahrum etmek oldukça düşündürücüüdür.
Bir diğer husus, bu bağlamda farklı düşünsek ve farklı metotlara dayansak da Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz ile İmam Ali'nin savaşları noktasında karşıt tarafın hükmü ve şerî durumları hakkında farklı düşünmekteyiz. Burada durum tespiti yapmak istiyoruz. Rasûlullah (s.a.a.) hayatta iken Onun yanında durarak küfre ve şirke karşı mücadele eden Talha, Zübeyr ve Aişe gibi şahısların bu fiillerinin şerî hükmünü ortaya koymaya çalışıyoruz. Tabi en azından bize görünen kadarıyla. Bu eylemimiz ve ameliyemiz bir sebbi (sövgüyü) ve tahkir ifadesini içinde barındırmıyorsa değerlendirmemiz sebb kategorisine konulmamalıdır. Bizim Ehl-i Sünnet kardeşlerimizi sevmemiz onların doğru dediklerine doğru yanlış dediklerine yanlış deme anlamına gelmiyor. Onların da aynı şekilde bize uhuvvet duygusu ile bakmaları demek Ehl-i Beyt mektebinin doğru dediğine doğru, yanlış dediklerine yanlış demeleri anlamına gelmiyor. Kalbî muhabbetle pekala farklı düşüncelerimizi rahatlıkla ortaya koyabilmeliyiz ve bu bizim kardeşliğimizi de zedelememelidir.
Kasitun, Nâkisûn ve Mârikûn rivayetleri
İmam Ali'nin Cemel, Sıffîn ve Nehrevân diye bilinen savaşlarda savaşacağını ifade eden rivayetler bir çok kanaldan gelmektedir. Bu kanallar hadis tekniği açısından müstefîz (yaygın) hatta mütevatirdir. Ancak zihin, yapısı nebevî kriterler üzerine değil de başka şeyler üzerine kodlanınca farklı arayışlar içerisine girer. Halbuki sağlıklı bir zihin yapısının cevabını bulması gereken soru şudur: Aişe, Talha, Zübeyr, Muâviye, Amr b. el-As vd. hangi etmenlerle “HAK”ın karşısında durdular? Onları bu vartaya sürükleyen şey neydi? Bu soru hâlâ da cevap beklemektedir. Bizi de enterese eden ve kaygılandırması gereken bir soru. Acaba biz de yarın Hakka karşı kılıç sallayacak mıyız? Nefsani dürtülerimize mağlup olup haktan uzaklaşacak mıyız, kaygısını gütmeliyiz.
Bu arada yeri gelmişken şunu belirtmekte yarar var. Kimi siteler bu hadis kanallarının sadece tek bir veya iki tanesini alıp -o da zayıf olanları- bu rivayetler uydurma ve zayıftır bu noktada sahih olan hiçbir şey yoktur demeye çalışıyorlar.
Herhalükarda bu rivayetlerin Ehl-i Sünnet kaynaklarında sahâbe kuşağından kimlerden geldiğini ortaya koyalım.
İmam Ali
Abdullah b. Mes‘ûd (h. 32)
Ammâr b. Yâsir (h. 37)
Ebû Saîd el-Hudrî
Ebû Eyyûb el-Ensârî (h. 49)
Câbir b. Abdullah (h. 78)
İbn Abbâs (h. 68).
Bu kadar sahâbeden rivayet edilen bir rivayet grubunun bir bölümü zayıf veya hasen olsa da toplamı müstefîz olmayı ve hatta tevatürü ifade eder.
İmam Ali'den rivayet edilenler
Ebû Ya‘la el-Mavsılî, Müsnedinde Ali b. Rebîa'dan şöyle rivayet etmektedir: Ali'nin (a.s.) şu minberinizde “Nâkisûn, Kâsitûn ve Mârikûn savaşmam Nebi'nin katî surette bana ahdü peymanıdır.”[14]
Bu hadisin isnadındaki ricallerin bütünü Rebî b. Sehl dışında sikadır. Cerh ve tadil alimleri onun zayıf olduğunu belirtseler de tazif sebebini söylemezler. Sadece Ebü Zur‘a onun münkerü'l-hadis olduğunu belirtir, diğerleri gerekçeyi söylemeksizin zayıf olduğunu söylerler. Ama İbn Hibbân ise es-Sikât'ında onu zikir eder.[15] İbn Hibbân Onu dedesi Rekîn'e nispet eder.[16]
Maalesef münkerü'l-hadisliği de öyle uçuk kaçık rivayetler anlatmış olmasından değil. İbret verici bir olay olduğunun görülmesi için münkerü'l-hadis oluşunu büyük harflerle yazalım. ALİ SEVGİSİ ve İmam Sâdık'ın ashabından olması. Bu tabloya göre şöyle söyleyeyim. Çok değerli aziz ve Ehl-i Beyt mektebine ve İran İslam İnkılabına sempati ile bakan bir çok aziz yarenimiz, dostlarımız, o ortamda olacak olursa onlar da bu kategoriye girecekler. Her neyse şahsın zayıf oluşunu ilmi bir adresten ortaya koyalım.
Rebî “Seni ancak mümin sever ve sana ancak münafık buğz eder”[17] hadisinin rivayet edenlerden ve İmam Sadık'ın ashabından olunca[18] kaçınılmaz olarak münkerü'l-hadis sayılarak tazife uğrama gerekçesini insan anlayabiliyor.
Ancak nebevî ölçüte teslim olmakta güçlük çekenlerden birisi bu hadisin sadece Mârikîn (Hariciler) ile ilgili kısmının sahih olduğunu söyleyerek hadiste herhangi bir mesned olmaksızın taksime gitmeye çalışır[19] ki bu bir başka hastalıktır.
İmam Ali'den rivayet edilen ikinci bir hadisi ve sened kritiğini sunalım. Belâzurî (h. 279) Ensâbü'l-Eşrâf adlı eserinde şöyle rivayet etmektedir: Bana Ebû Bekir el-A‘yen ve diğerleri rivayet ettiler ve dediler ki; bize Ebû Nu‘aym el-Fazl b. Dükeyn rivayet etti ve dedi ki; bize Fıtır b. Halife, Hakim b. Cübeyr'den şöyle rivayet etmektedir: İbrahim'in şöyle dediğini işittim: Alkame diyordu ki; Ali'nin (a.s.) “Nâkisûn, Kasıtin ve Mârikûn ile savaşmakla emir olundum” dediğini işittim. Ebû Nu‘aym bize dedi ki; Nâkisûn Cemel ehlidir, Kâsitûn Sıffin ehlidir, Mârikûn ise Nehrevân ehlidir.[20]
Bu hadisi Fıtır kanalından İbn Adiy el-Kâmil'inde ve İbn Asâkir de Tarihinde rivayet etmişlerdir.[21]
Bu hadisin isnadı Hâkim b. Cübeyr el-Esedî dışında sikadır. Hâkim b. Cübeyr'in zayıf oluşunun nedeni ise aşırı bir Şiî oluşudur.
Tabi Şiî damgası yiyen kimseyi biraz araştırmak gerekiyor. Zira ideolojik yaklaşımı göz ardı edemiyoruz. Her ne kadar İbn Adiy Onun tercüme-i halinde zayıftır dese de tercüme-i halinde zikir ettiği hadisler öyle aşırıya kaçan hadisler değil. Örneğin: ‘Ey Ali sen benim dünya ve ahirette kardeşimsin' hadisi ile “Her şeyin bir zirvesi vardır ve Kur'an'ın zirvesi de Bakara Suresidir.” vb yakın hadisler var ki aşırı Şiîliği neden olacak kayda değer bir şey göze çarpmıyor. Hatta Hâkim en-Nîsâbûrî (h. 405), Hakim b. Cübeyr'in bulunduğu bir kanal hakkında şöyle der: Bu hadis sahih isnad zincirine sahiptir. Buhari ve Müslim bu hadisi tahriç etmemişlerdir. Buhari ve Müslim zayıflığından ötürü Hakim b. Cübeyr'den tahriç etmezler.[22] Ebû Zür‘a (h. 264): “Mahalluhu's-sıdk (yeri sıdktır)”[23] ifadesini kullanırken Tirmizî (h. 279) onun isnad zincirinde bulunduğu çeşitli hadisler için “haza tarîkun hasenun (bu kanal hasendir)”[24] ifadesi kullanır.
Görüldüğü gibi bu kanallar sahihtir diyemesek de rahatlıkla hasendir diyebiliriz. Ama hasenlikleri de öyle yalan, hadis uydurma vb nedenler değil Ali sevgisi ve Şiâlık ki bunlar ahlakî zayıflık veya kötü hafızadan dolayı değil.
Bu hadis İmam Ali'den bir çok kanaldan rivayet edilmiştir. Biz yazının amacından sapma korkusundan bunları zikir etmek istemiyoruz. Sadece tek bir tanesini daha rivayet ederek İmam Ali'den gelen kanalları sonlandırmak istiyoruz. İbn Asâkir Târîhü Medîneti Dımaşk'ında şöyle rivayet etmektedir: “… Cafer el-Ahmer'den, O; Yûnus b. Erkam'dan; O Ebân'dan; O da Halid el-Kasrî'den şöyle rivayet etmektedir: Müminlerin Emiri Ali'nin Nehrevân savaşında ‘Rasûlullah (s.a.a.) bana Nâkisûn, Mârikûn ve Kasitun ile savaşmamı emretti' buyurduğunu işittim.[25]
Hadisin bu geliş kanalı Cafer el-Ahmer'den Hâlid el-Asrî'ye kadar Şiîdir. Ebân'dan kasıt Ebân b. Ebî ‘Ayyâştır. Ehl-i Sünnet'e göre Ebân metruktür. Şu‘be b. Haccâc onu Şiilikle itham etmiş ve onun hakkında ileri geri konuşmuştur. Ancak bu itham kesinlikle yalancılıkla itham değildir. İbn Hacer'in (h. 852) Onun hakkında kullandığı ifadeler: “Kesinlikle yalan söylemez ancak bazen yanılıp karıştırdığı olabilir. Şu var ki Şube'nin de dediği zayıflıktan daha çok sıdka yakındır.”[26]
Bu rivayetler sahâbe kuşağının büyüklerinden İbn Mes‘ûd tarafından da rivayet edilmiştir. Biz sadece iki kanalını örnek olarak sunacağız.
Taberânî (h. 360) bu hadisi Mu‘cemü'l-evsat'ta şöyle rivayet etmektedir: Bize Heysem rivayet etti ve dedi ki; bize Muhammed b. Ubeyd el-Muhâribî rivayet etti ve dedi ki; bize Velîd, Ebû Abdurrahmân el-Hârisî'den O da Müslim el-Mullâî'den O da İbrâhîm'den O da Alkame'den O da Abdullah b. Mesud'den şöyle rivayet etmektedir: Ali, Nâkisûn, Kasitûn ve Mârikûn ile savaşmakla emir olundu.[27]
Bu hadisin isnadında Müslim b. Keysân e-Mullâî el-Aver bulunmaktadır ki rical alimleri ona zayıf saymış ve hadisini de terk etmişlerdir.[28] Ancak Hâkim en-Nîsâbûrî el-Müstedrek'inde onun bulunduğu bir kanalı sahih olarak saymıştır, ondan iki hadis aktarmış, her ikisinde de ‘Bu hadisin isnadı sahih olduğu halde Buhârî ve Müslim tahriç etmemişlerdir.' [29] Müslim b. Keysan İmam Sadık'ın ashabındandır.[30]
Bu da akla Müslim b. Keysân'ın hadiste ideolojik yaklaşımın kurbanı olarak gittiği düşüncesini direkt olarak akla getiriyor.
Hadisin ikinci geliş kanalını Taberânî Mu‘cemü'l-Kebîr'inde şöyle rivayet etmektedir: Biz Muhammed b. Hişâm el-Müstemlî rivayet etti ve dedi ki; bize Abdurrahmân b. Sâlih rivayet etti ve dedi ki; bize Âiz b. Habîb rivasyet etti; bize Bükeyr b. Rebîa rivayet etti ve dedi ki; bize Yezîd b. kays, İbrâhim'den O Alkame'den O da Abdullah b. Mes‘ûd'dan rivayetine göre O şöyle der: Rasûlullah (s.a.a.) Nâkisûn, Kasitun ve Mârikûn ile savaşmayı emretti.[31]
Hadisin isnadında meçhul olan Yezîd b. Kays vardır.
Hadisin bu şekli zayıf ile sahih arasında gidip gelmektedir. Hakim en-Nişâbûrî'nin ifadelerini kanıt olarak kabul edecek olursak hadis sıhhat derecesine yükseliyor, yok diğer cerh ve tadil alimlerinin sözlerini kanıt olarak kabul edecek olursak zayıftır.
Ammâr b. Yâsir'den rivayet edilenler:
Ebû Ya‘la Müsnedinde şöyle der: Bize Salt b. Mes‘ûd el-Cahderî rivayet etti ve dedi ki; bize Ca‘fer b. Süleymân rivayet etti ve dedi ki; bize Halîl b. Mürre, Kâsım b. Süleymân'dan O babası kanalıyla dedesinden şöyle rivayet etmektedir: Ammâr b. Yâsir'in şöyle dediğini işittim: Nâkisûn, Kasitun ve Mârikin ile savaşmakla emir olundum.[32]
Hadisin isnadı zayıftır. Hadisin isnadında hakkında Ukaylî'nin “Halil b. Mürre vardır. Hadisi sahih değildir.” dediği[33] Kasım b. Süleymân bulunmaktadır. Ukaylî ed-Duafa'sında yukarıda serd ettiğimiz bu hadisi aktardıktan sonra “ولا يثبت في هذا الباب شئ/Bu konuda sabit olan bir şey yoktur” diyerek görüşünü de belirtir.[34]
Bu değerlendirme ideolojik bir değerlendirmedir ve Onun bu hadisi reddinin arka planında başka nedenler vardır dersek abartmış olmayız. Çünkü hem Kâsım b. Süleymân İmam Sadık'ın ashabındandır hem de İbn Hibbân onu es-Sikât'ında zikir eder.[35]
Heysemî Mecmeü'z-zevâid'inde Ebu Saîd Akîysâ'dan şöyle rivayet eder: Bizler Sıffîn'e gitme niyetindeyken Ammâr'ın şöyle dediğini işittim: Rasûlullah (s.a.a.) bana Nâkisûn, Kâsitûn ve Mârikûn ile savaşmamı emretti. Hadisin isnadında Ebû Saîd bulunmaktadır ki bu şahıs metruktür.[36]
Ebû Saîd ise ideolojik yaklaşıma kurban gidenlerdendir. Hakim Onun hakkında “Sika ve memun” derken[37], Zehebî de onun bu hükmüne muvafakat etmekte, İbn Hibbân da es-Sikât'ında zikir etmektedir.[38] Bu zat İmam Ali'nin ashabından olup Tabiun kuşağındandır. Her halükarda metruk değil sika bir şahsiyettir.
Bu kanalın kuvvetli bir şahidi vardır ki yukarıda İmam Ali'den müstefiz kanallarla sunduğumuz hadisler, hadisin bu kanalını sıhhat derecesine yükselmektedirler.
Ebû Sa‘îd el-Hudrî kanalından rivayet edilenler:
İbn Asâkir… Ebû Hârûn el-‘Abdî kanalıyla Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet etmektedir:
Hz. Rasûlullah (s.a.a) bize Nâkisûn, Kasitun ve Mârikûn ile savaşmamızı emretti. Biz: “Ey Allah'ın Rasulü! Sen bunlarla savaşmamızı emrettin, peki biz kimin komutasında olup onlarla savaşacağız” diye sorunca Rasûlullah (s.a.a.): “Ali b. Ebî Tâlib'in komutasında. Ammâr b. Yâsir de onun safında öldürülecektir.”[39]
Hadisin bu kanalı Ebû Hârun el-Abdî'den dolayı zayıf sayılmıştır. Ancak zayıf sayılış gerekçesi Şiî oluşu ve rivayet ettiği hadislerin içerikleridir.[40]
Ebû Eyyûb el-Ensârî kanalından gelenler
Hâkim iki kanalla ondan rivayet etmektedir:
İlki… İkab b. Salebe'den şöyle rivayet etmektedir: Bana Ebû Eyyûb el-Ensârî Ömer b. Hattâb'ın halifeliği şöyle rivayet etti: Hz. Rasûlullah (s.a.a.) Ali b. Ebî Tâlib'e (a.s.) Nâkisûn, Kâsitûn ve Mârikûn ile savaşmasını emretti.
İkinci kanal: Hakim dedi ki; bize Ebû Bekir b. Bâleveyh rivayet etti…. Esbağ b. Nebâte'den O da Ebû Eyyûb el-Ensârî'den şöyle rivayet etmektedir:
Hz. Nebi'nin (s.a.a.) Ali b. Ebî Tâlib'e (a.s.) ‘Sen Kâsitûn, Nâkisûn ve Mârikûn ile savaşacaksın' dediğini işittim. Ebû Eyyûb dedi ki; Ey Allah'ın Rasulü! Bu toplulukları karşı kimin yanında savaşacağız, diye sorunca şöyle buyurdular: Ali b. Ebî Tâlib'in yanında.[41]
İlk hadisin isnadında İtâb b. Salebe var. Bu şahıs tabiin kuşağından olduğu halde tanınmamaktadır. İkincisinde ise Muhammed b. Yûnus el-Kureşî bulunmaktadır. Bir bölümü onu sika sayarken bir bölümü ise onu itham etmişlerdir.[42] Gerçi ikinci hadiste Ali b. el-Hazûr ile İmam Ali'nin meşhur yarenlerinden Esbağ b. Nebâte bulunmaktadır ki bunlar da doğru sözlü olmalarına rağmen Şiîlikleri itibariyle zayıf sayılmışlardır. Maalesef bu tutum, artık ideolojik yaklaşımın zirvesidir.
Ebû Eyyûb'tan Kasîtun, Nâkisûn ve Mârikûn ile çatışma hadisini Taberanî ve İbn Asâkir de rivayet etmektedir.[43]
Bu alanda Câbir b. Abdullah el-Ensârî'den sadece bir rivayet bulunmaktadır.
Suyûtî (h. 911) ed-Dürrü'l-Mensûr adlı eserinde İbn Merdeveyh kanalıyla Câbir b. Abdullah'tan O da Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Ya seni alıp götüreceğiz, onlara da hak ettikleri cezayı vereceğiz” (ez-Zuhruf 39/41) ayeti Ali b. Ebî Tâlib hakkında nail olmuştur. Benden sonra ve Kâsitûn'dan intikam alacaktır.[44]
Zaten ayetin içeriğine bakıldığı, surenin Mekkî ve muhatapların kim oluşu göz önüne alındığında masadak olarak Ali'nin (a.s.) savaşları akla gelmektedir. Ayet açık bir şekilde Allah azze ve cellenin intikam almasından bahs etmektedir. Aksi takdirde ayetin bu bölümü vaîd-ı ilahînin gerçekleşmediği gibi bir durumu ortaya çıkarmaktadır. İşin ilginci bu hadiste Mârikûn zikir edilmemiş, sadece o dönem Mekke'de yaşayanların başını çektikleri Kâsitûn ve Nâkisun zikir edilmiştir. Bu rivayetin sened yönünden uydurma olduğunu varsaysak dahi içerik bütünüyle ayetle uyuşmaktadır. Suyuti bu ayetin tefsiri hakkında beş tane rivayet aktarır. Dört tanesi intikam olayının kaldığını bir tanesi ise yukarıda zikir ettiğimiz intikam olayının İmam Ali (a.s.) ile tahakkuk ettiğini belirtmektedir. Ayetin ifadesi zahir düzeyinde hatta belki nass düzeyinde bu intikam olayının tahakkuk edeceğini belirtmektedir. Beri taraftan tevhid-i efalî perspektifinden bakacak olursak İmam Ali'nin Nâkisûn ve Kâsitûn savaşlarının tekvini ve teşriî iradenin onayından geçtiğini göstermektedir.
İbn Abbâs'tan rivayet edilenlerden bir rivayet bulunmaktadır. Biz bu rivayeti aktararak bu bölümü sonlandıracağız.
Beyhakî (h. 458) el-Mehâsin ve'l-Mesâvî adlı eserinde Saîd b. Cübeyr'den şöyle rivayet etmektedir: Abdullah b. Abbâs Mekke'de Zemzem kuyusunun yanında açıklamalarda bulunuyordu, Biz de onun yanındaydık. Sözünü bitirince bir adam onun karşısında ayağa kalkarak şöyle dedi: Ey İbn Abbâs! Ben Şam ahalisinden ve Humus diyarından bir bireyim. Onlar Ali b. Ebî Tâlib'ten beri olduklarını ilan ediyor ve ona lanet ediyorlar.
İbn Abbâs: Allah dünyada da Ahirette de onlara lanet etsin ve onlar için alçaltıcı bir azap hazırlasın… Evet O benim hem dünyada hem de Ahirette kardeşimdir. En üst makamda benimle birlikte bulunacaktır. Şahid ol ey Ümm-ü Seleme! Ali Nâkisûn, Kasitun ve Marikun ile savaşacaktır.
İbn Abbâs devamla şöyle dedi: Allah için onların öldürülmesinde rıza, ümmet için salah ve dalalet ehli için hışım vardır.
Şamlı adam: Ey İbn Abbâs! Nâkisûn kimlerdir?
İbn Abbas: Medine'de Ali'ye biat edip Basra'da onunla savaşanlardır. Ali (a.s.) onlarla Basra'da savaştı. Onlar Cemel ashabıdırlar. Kâsitun ise Muâviye ve ashabıdır. Mârikun ise Nehrevân ehli ve onlarla birlikte olanlardır.
Şamlı: Ey İbn Abbâs! Sinemi nur ve hikmetle doldurdun. Benim sıkıntımı giderdin. Tanıklık ederim ki Ali benim mevlam, bütün mümin erkek ve kadınların mevlasıdır.[45]
Hadis çok uzun olduğundan sadece ilgili bölümü sunduk.
Bu hadislerin değerlendirilesi
Hadislerin görüldüğü gibi bir bölümü sahih, bir bölümü hasen, bir bölümü zayıftır. Zayıflık gerekçeleri irdelendiği zaman arka planda ideolojik yaklaşımın olduğu rahatlıkla görülmektedir. Yoksa bu şahıslar mürüvvet ve suu'l-hıfzdan dolayı zaafa uğramış değillerdir. Hele ki konu Emevîlerin atalarından sayılan Muâviye ile ilgili Sıffîn Savaşını da içeriyorsa direkt olarak saikler harekete geçecek, zayıf sayılmaları için binbir dereden su getirilecektir. Kimisi de bu tür haberlerden siyaset kokusu geliyor dolayısıyla sahih olmaları mümkün değildir, diyerek karşıt tarafta yer almaya çalışacaktır. Ancak sağlıklı bir bakış açısı risâletin misyonu içerisine ümmetin içine düşeceği fitne girdabının beyanının girdiğini rahatlıkla görecektir. İnsanın acaba hangisi haklıdır diyeceği bir ortam için Nebi'den (s.a.a.) bir açıklamanın bulunmayışı ve bulunmama düşüncesinin kendisidir asıl tuhaf olan. Risalet ve nübüvvet kurumu zaten insanların ihtilafa düşecekleri hususları açıklamak için vardır ve normal olan budur. Anormal olan ise diğer düşünce tarzıdır.
Bir diğer bakış açısı Hz. Peygamber'in siyasî içerikte bir haber veremeyeceği (zımnen vermemesi) şeklindeki bakış açısı da sağlıklı bir bakış açısı değildir. Bu bakış açısına sahip olanlar bu tür haberlerin o düşünceyi savunan kişiler tarafından uydurulduğunu söylerler. Bu bakış açısından hareketle analoji yapacak olursak fıkhî haberleri de Rasûlullah (s.a.a.) söylememelidir. Zira bu defa o hadisin delaleti o görüşe sahip olanlar tarafından aleyhte kişilere karşı uydurulmuştur. Aynı şey itikadî içerikteki rivayetler için de söz konusudur. Bu böyle uzayıp gider. Nübüvvet ve risalet yelpazeyi hayatın bütün sahalarını dolayısıyla da siyaseti de içine almaktadır. Doğru soru Rasûlullah'ın muhakkak bunlarla ilgili bir açıklaması ve beyanı vardır şeklinde olmalıdır. Bu olaylarla ilgili bir açıklamanın olmaması tuhaf olandır.
Nass karşısında ictihada uygun bir örnek
Aziz dostlar! Nebevî buyruklar, İmam Ali'nin üç grup ile savaşacağını söylemektedir. Hadisin sarih veya nass düzeyindeki ifadesi açık. Hakikaten de Ali hilafeti döneminde üç tane savaş yapmıştır. Rasûlullah'ın (s.a.a.) seçtiği üç kavramdan iki tanesi Kur'anî kavramlardır ve uyarlama yoluyla kullanılmıştır. Bir tanesini ise bizzat Rasûlullah'ın (s.a.a.) kendisi açıklayarak “okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkan” kimseler ifadesiyle dile getirmiştir. Nâkisunun kökü olan ne-ke-se fiili Tevbe ve el-Fetih surelerinde kullanılmaktadır.
“Şayet antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozarlar ve dininizi karalamaya kalkışırlarsa, siz de küfrün elebaşılarıyla vuruşun; çünkü onların yeminleri yok sayılır. (Böyle yaparsanız) belki vazgeçerler. Yeminlerini bozan, peygamberi sürüp çıkarmaya karar veren ve size karşı saldırıyı ilk başlatan topluluğa karşı savaşmaktan geri mi duracaksınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz! Oysa asıl çekinmeniz gereken Allah'tır; eğer yürekten inanıyorsanız.” (et-Tevbe 9/12-13)
“Sana yeminle bağlılık sözü verenler gerçekte bu sözü Allah'a vermiş oluyorlar, Allah'ın eli onların elleri üzerindedir. Bu sebeple kim Allah'a verdiği ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur, Allah'a verdiği sözün gereğini yerine getirene ise Allah yakında büyük ödül verecektir.” (el-Fetih 48/10)
Bu iki ayet uyarlama yöntemi ile değerlendirilecek olursa dikkat çeken bir tablo ortaya çıkmaktadır. Fetih Suresindeki ayet Rasûlullah'a yapılan biati Allah'a yapılan biat olarak zımnen tefsir etmektedir. Rasûlullah (s.a.a.) da Nâkisîn sözcüğünü kullanmakla Ali'ye yapılan biati kendisine ve dolayısıyla da Allah'a yapılan biat kategorisine koymaktadır. Bu da söz konusu olaylar çerçevesinde değerlendirildiğinde Ali'ye yapılan biatin ve dolayısıyla Ali'nin yönetim makamında bulunuşunun zımnen nebevî teyitle onaylanması ve Ali'nin yönetiminde yapacağı işlerin masumiyetini ve masuniyetini ortaya koymaktadır.
Cemel ordusuna başkanlık yapanlardan iki tanesi (Talha ve Zübeyr) herhangi bir dışsal baskı ve ikrâh olmadan İmam Ali'ye biat etmiş, sonra da bu biatlerini bozarak söz konusu bu ayetlerin ilerideki masadaklarından birisi olmuşlardır.
İmam Ali'nin kendisi ile savaştığı ikinci grup Kâsıtûn olup bizzat aynı kelime Kur'an'da olduğu gibi geçmekte ve cehennem ateşinin odunu olduğu dile getirilmektedir.
“Ama haksızlar, cehenneme odun olmuşlardır!"” (el-Cinn 72/15)
İmam Ali'nin kendisi ile savaştığı gruplardan birisi haksız ve cehenneme odun olan kimselerdir.
Mârikîn'e gelince Müslim'de geçen bir hadisi sunmakla yetineceğiz.
Bize Hemmâd b. Seriyy rivayet etti ve dedi ki: Bize Ebû'l-Ahvas, Saîd b. Mesrûk'dan; O, Abdurrahmân b. Ebî Nu'm'dan; O, Ebû Saîd el-Hudri'den naklen rivayet etti. Ebû Saîd şöyle demiş: Alî (a.s.) Yemen'deyken Rasûlullah'a (s.a.a.) toprağı üzerinde bir altın külçesi gönderdi. Rasûlüllah (s.a.a.) bunu dört kişi Akra‘ b. Hâbis el-Hanzalî, ‘Uyeyne b. Bedr el-Fezâri, ‘Alkame b. Ulâse el-‘Âmirî —Benî Kilâb'dan olmuştur.— ve sonra Benî Nebhân'dan olan Zeyd el- Hayr et-Tâî arasında taksim etti. Bunun üzerine Kureyşliler kızdılar ve: Rasûlüllah (s.a.a.) bizi bırakıp da Necid'in büyüklerine mi veriyor? dediler. Bunun üzerine Rasûlllah (s.a.a.): ‘Ben, bunu ancak onların kalplerini yatıştırmak için yaptım' buyurdu. Derken gür sakallı, elmacıkları çıkık gözleri çukur, alnı yüksek ve başı tıraşlı bir adam gelerek: ‘Allah'dan kork, ey Muhammed!' dedi. Rasûlullah (s.a.a.): ‘Ben, isyan edersem, Allah'a kim itaat eder? Bana siz emniyet etmezseniz hiç o bana yer yüzünde yaşayan insanlar için emniyet eder mi?' buyurdu. Sonra o adam dönüp gitti. Cemaatten biri -ki Hâlid b. Velîd olduğu zannedilir- Onu öldürmek için izin istedi. Rasûlullah (s.a.a.)-‘Bu adamın sülâlesinden öyle birtakım insanlar gelecek ki, Kuran'ı okuyacaklar fakat gırtlaklarını geçmeyecek, Müslümanları öldürecekler ve putlara tapanları bırakacaklar, İslâm'dan ok'un avı delip geçtiği gibi çıkacaklar. Ben, bunlara yetişmiş olsam kendilerini mutlaka Âd kavminin tepelendiği gibi' tepelerdim' buyurdular.[46]
Görüldüğü gibi Rasûlullah (s.a.a.) bu üçüncü grubun da din dışına çıkacak olan bir grup olduğunu belirterek bunların İslam'daki konum ve nasiplerini ortaya koymuştur.
Şimdi Kur'an ayetlerinin uyarlanmasından ve hadisin fehvasından bu üç grubun olumsuz niteliklere sahip olduğu, en azından başat role sahip ameller noktasında olumsuz bir konuma sahip olduğu ortada iken, böyle bir okuma yapması ve bu olumsuzluklar üzerinde durulup da Hakka karşı gelmenin sebep ve gerekçeleri üzerinde durulması gerekiyorken, Ali ve Cemel ehlinin, Ali ve Sıffîn ehlinin haklı olduğu noktalar gibi bir okumaya gitmeye çalışmak Rasûlullah'ın verdiği mesajı ıskalamak, sümen altı etmeye çalışmak demektir.
Cemel ehli özelinde belirtecek olursak ortada basit bir meselede söz verip de sözünden caymak gibi orta seviyede ahlakî bir sıkıntının olduğu düşüncesi yanlıştır. Uyarlama yöntemi ile gidecek olursak Hak makama, inanca, kanaate ve davranışa sahip olan bir şahsa biat edip hakk üzere bir nebze yer aldıktan sonra haktan cayma ve sapma söz konusudur.
Şiî kanallara göre İmam Ali'nin gözünden Cemel Ehli
Gelelim Şiî kanallara. Gerçi bütün hepsini ortaya koymak bir makalenin hacmini aşacağından biz sadece Nehcü'l-Belâğa'dan olayı aktaracağız. Bu bütüncül bir yaklaşıma aykırıdır ve yanılmaya sebep olabilir, şeklinde bir itiraz gelmesi son derece doğaldır. Ancak konu ile ilgili eldeki diğer veriler de Nehcü'l-Belâğa'da geçen Ali b. Ebû Tâlib'in (a.s.) bu buyruğu ile uyumludur.
Bir diğer husus da şudur ki Nehcü'l-Belâğa hakkında bir takım kuşkular ortaya atılmışsa da bu kuşkuların önemli bir bölümü genellikle siyaset temelli kuşkulardır.
Bu kuşkular ayrı bir çalışmayı gerektirmektedir. Fakat özetle Nehcü'l-Belâğa'ya yönelik eleştiri ve kuşkuları -hemen hemen bütünü cevaplandırılmıştır- şöyle sıralayabiliriz:
a- Sahâbe'ye tahkir.
b- İbarelerinin edebî yönden sıkıntılı oluşu.
c- İmam Ali'nin gaybı bildiği.
d- Tevhîd.
e- Seci ve itnâb gibi edebî sanatların çokça kullanılışı.
f- Nehcü'l-Belâğa'nın kaynakları ve isnaddan yoksun oluşu.
g- Şerîf er-Razî'nin rivayetleri olup isnad kullanılmaması.
Bu kuşkular içerisinde günün siyâsî olaylarına İmam'ın bakış açısını yansıtanlar çok tenkide tabi tutulmuştur. Zira sahâbenin bütününün adil olgusu anlayışı ile bu ifadeler zıtlık teşkil ettiğinden İmam'ın bu türden ifadeler kullanılamayacağı dile getirilmeye çalışılmıştır. Özellikle de Şıkşıkiyye hutbesi ile bağlantılı olanlar bu konuda en başta gelenlerdendir. Bu hutbedeki ifadeleri İmam Ali'ye yakıştıramadıklarından bu rivayeti uydurma saymaya ve bunun da Şerîf er-Radî'nin (h. 406) uydurması olduğunu söylemeye kalkışmışlardır. Bu başlı başına bir çalışmayı gerektirdiğinden şu anda bu konuya değinemeden geçiyoruz.
Kısaca Şerîf Er-Razî, Nehcü'l-Belâğa ve Nehcü'l-Belâğa hakkındaki kuşkulr çerçevesinde
Nehcü'l-Belâğa hakkında kuşku oluşturmaya çalışanlar genellikle eserdeki bir takım ifadelerden hareketle yola çıkmaya çalışmışlardır. Biz ise İmam Ali'nin bu sözlerini derleyen Şerîf er-Razî hakkında cerh ve tadil alimlerinden bazı bilginlerin açıklamalarını sunarak Şerîf er-Razî ne kadar parlak bir simaya sahip olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Ancak öncelikle şunu belirtelim. Cerh ve tadil ilminde Sünnî olsun Şiî olsun itikat temelli tazifler (zayıf saymalar) birer tuzaktır. Zira geçmişte ve günümüzde mülahaza edilen ilmî yaklaşımdan uzaktır.
Bir makalenin hacmini aşmaması için sadece iki kişi ile yetineceğiz. Bu kişilerin Ehl-i Sünnet'in bilginleri olmasına özen gösterdik. Şia'nın ve Mutezile'nin Şerif er-Razî hakkındaki düşünceleri için sadece kaynak vermekle yetineceğiz. Dileyen bu kadr-i yüce alim hakkında Şiî bilginlerin de açıklamalarına bakabilirler.[47] Aslında onların açıklamaları dahi kanıt sayılabilir. Zira hangi inanç, mezhep ve meşrepten olursa olsun, bir şahsın söz uydurabildiğinde, yalan söyleyebildiğine, hafızasının kötü olduğuna dair tanık veya tanıklıklar yoksa o şahsın -kişisel görüşü hariç- aktardığı olaylarda doğru söylediğini kabul etmek zorundayız. Zira ele alınan konu şahsın bu aktardığı olayları uydurup uydurmadığı ve hafızasının kendisini yanıltıp yanıltmadığıdır. Böyle bir durum söz konusu değilse aktarılan şeylerin yanlış olduğunun kabul edilmesi demek hayatın önemli bir bölümünün felç olması demektir. Zira gündelik hayatın önemli bir bölümü aktarıma yani kişilerin bir olay hakkındaki nakillerine dayanmaktadır.
Ehl-i Sünnet bilginleri Onun sikalığını/güvenilirliğini ve adaletini ortaya koymuşlardır.
Hanbelî bilginlerinden Abdurrahmân b. el-Cevzî Ondan şu sözlerle bahs eder: Şerîf er-Razî, Bağdat'taki Talibîlerin (Alevîlerin) seçkiniydi. Kur'an-ı Kerim'i çok kısa bir sürede ezberledi. Alim, fazıl, şair, iffet sahibi, ali himmet, son derece takva ehli bir dindardı… Son derece cömertti.[48]
Hatîb el-Bağdâdî ise şöyle der: Muhammed b. el-Hasan b. Mûsâ b. Muhammed b. Mûsâ b. İbrâhîm b. Musâ b. Cafer b. Muhammed b. Ali b. el-Hüseyin b. Ali b. Ebû Tâlib, Ebü'l-Hasan el-Alevî, Bağdat'taki Talibîlerin (Alevîlerin) nakibi. Lakabı er-Radî ze'l-hasebeyn. Ebü'l-Kâsım el-Murtazâ'nın kardeşi. Fazilet, edep ve ilim ehli. Çok kısa bir sürede Kur'an'ı hıfzetti. Kur'an'ın manaları sahasında eşi benzeri ortaya konulamayacak bir eser kaleme aldı.[49]
Şerîf er-Razî, hicretin üçüncü asrının ortalarında dünyaya gelmiş ve dördüncü asrın başlarında 406. Yılında vefat etmiştir.[50]
İki örnek sunmakla yetindik. Onun şiir kabiliyeti, fesahat ve belagatı ile takvası hususunda herhangi bir kuşku yoktur. Hatta ilk dönemler itibariyle Nehcü'l-Belâğa hakkında da kuşku olmadığını görmekteyiz. Fakat aradan iki asır geçtikten sonra yavaş yavaş kuşkular oluşmaya başladı. Elbette ilmî bir bakış açısı ile kuşku duymada herkesin hakkı vardır. Ama kuşkunun niteliğine ve mesnedine bakıp tam teşhis etmek lazım. Yapılan her eleştiri ve duyulan her kuşku doğrudur, diye bir kural yok. Eleştirinin taraflarını iyice tanıma lazım gelmektedir ki mesele doğru bir şekilde anlaşılabilsin.
İlk kuşku duyan: İbn Hallikân
Nehcü'l-Belâğa hakkında hicretin yedinci asrına gelinceye kadar bir kuşku ile karşılaşılmamaktadır. Yani arada iki asır dolayında bu eser ümmet nezdinde hüsn-ü kabul görmüştür diyebiliriz. Fakat Hicretin yedinci asrında yaşayan İbn Hallikân (h. 681) Şerîf er-Razî ve Nehcü'l-Belâğa hakkında kuşkular oluşturmaya başlamıştır. Elbette bir kişinin kuşku oluşturma, eleştiri ve tenkide tabi tutma hakkı vardır. Ama delil ve kanıt ortaya koymak şartıyla. Aynı şekilde bu kuşku ve tenkidi değerlendirecek olanlar da olabildiğince konuya objektif bakmak zorundadırlar. Şimdi görünen o ki konu hakkında yazılan çizilenler bu şüpheden sonrasına odaklanmış, şüphe ortaya koyanın ortaya attığı şüpheler hakkında ilmî değerlendirme yapamamışlardır. İbn Hallikân Nehcü'l-Belâğa ve Şerîf er-Razî hakkında şöyle der:
Ali b. Ebû Tâlib'in kelamlarından derlenen Nehcü'l-Belâğa kitabı hakkında Onun derleyicisinin Şerîf el-Murtazâ mı yoksa Şerîf er-Razî mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Nehcü'l-Belağa İmam Ali'nin kelamlarından değildir. Bu sözler onları toplayıp Ali'ye (a.s.) nispet eden kişi aynı zamanda onları uydurandır.[51]
Süleymân el-Hırâşî de “İbn Hallikân kitabın nispeti hakkında ilk kuşku oluşturan kimsedir.”[52] Diyerek onaylamıştır.
İbn Hallikân'ın değerlendirmelerine ilişkin birkaç açıklamada bulunalım. Öncelikle bu değerlendirmelerin kabulü mümkün değildir.
a- İbn Hallikân ortaya herhangi bir delil ve kanıt koymuş değildir. Eğer bazı insanlardan kasıt bilginler ise ondan önceki eserler elde ve bu eldeki eserlerin hiçbirisinde böyle bir şüpheye rastlanmamaktadır. Yok eğer bundan kasıt avam ise avam ne zamandan beri ilmî bir meselede kanıt ve merci oldu ki!
b- Esasında kendisinin güvenilir bir kimse olmadığı ortaya çıkmaktadır. Hele böyle bir meselede görüşlerinin ve açıklamalarının kabul edilebilirliği ciddî şüphelidir. Zira cerh ve tadil alimlerine müracaat ettiğimizde Hallikân isminin kendisinin verilmesinin arka planında “ata ve ecdadla övünme” gibi bir olgu ile karşılaşmaktaydı. Zira o sürekli bir şekilde bir konu açılınca “hele bunu geç sen kimsin kendinden bahs et” dedikten sonra “benim babam şöyle” “ecdadım şöyle” derdi. Bu tavır ve tutuma o derece müptelaydı ki nihayetinde kendisine İbn Hallikân denildi.[53]
Bu amaçla da bu adamın şeceresine bakıldığında Bermekîlere dayandığı görülmektedir. Bermekîlerin de Ehl-i Beyt'e düşmanlıkta ileri boyutlarda olduğu görülmektedir. Bu şahsın Ehl-i Beyt adaveti o derecedeydi ki İmam Hüseyin'in (a.s.) katili Yezîd b. Muâviye'nin (l.a.) fısku fücur içerikli şiirlerini toplamıştır.[54]
Bir cerh ve tadil alimi olan İbn Şâkir el-Ketebî ed-Dârânî ed-Dımaşkî bu şahsın başka bir hastalığını bize söylemektedir. Meliklere düşkünlük, onlara yakın olma arzusu.[55]
Maalesef bu şahsın açtığı tablo sonrasında gelenlerce önceki kaynaklara bakılıp da tespit de bulunmaksızın tekrarlanıp durmuştur. Halbuki bunun aslı astarı olmayan bir şüphe olduğu şuradan bellidir ki İbn Ebi'l-Hadîd Şerhü Nehci'l-Belâğa'nın giriş bölümünde Şerif Razi'den, kardeşinden, Nehcü'l-Belağa'dan bahs ederken hiçbir şekilde değinmez. Böyle bir şüphenin az da olsa bir gerçekliği hatta mümkünlüğü olsaydı uzun açıklamalarda bulunduğu giriş bölümünde buna değinirdi.
Nehcü'l-Belâğa'nın İmam Ali'ye ait olamayacağına dair bir takım hususlardan hareketle şüpheler ortaya atılmıştır. Bunların hepsini ele alıp incelemek ayrı bir makale konusu olduğundan bunları geçiyoruz. Bir iki tanesine olabildiğince kısa bir şekilde değinip geçmeye çalışacağız. Hiç kuşkusuz bunların en önemlileri Sahâbeye yönelik eleştirilerin olması ve İmam Ali'nin gaybî ihbarlarıdır.
Sahâbe eleştirisi en çok dile getirilendir. Nehcü'l-Belâğa'da İmam Ali'nin sahâbe yönelik olarak birtakım eleştirileri vardır. Buradan hareketle bazı kimseler bu hutbelerin İmam Ali'ye ait olmadığını dile getirmişlerdir.
Bunların en önemlilerinden Hâfız Zehebî ve Muhibbüddîn el-Hatîb'in sözlerini aktarıyoruz.
Zehebî Mîzânü'l-İ‘tidâl adlı eserinde şöyle der: “Nehcü'l-Belâğa'yı mütalaa eden bir kimse bunların Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s.) dilinden uydurulmuş olduğuna kesin kanaat getirir. Zira bu eserde iki ulu şahıs Ebû Bekir ve Ömer'e açık sövgü vardır ve o ikisinin kadru kıymetini düşüren ifadeler mevcuttur.”[56]
Muhibbüddîn el-Hatîb el-Müntekâ min minhâci's-sünne adlı eserinde şöyle der: Bu ki kardeş (Şerif Razî ve Şerîf el-Murtazâ) tatavvu olsun diye Müminlerin Emirinin hutbelerine bir takım eklemelerde bulunmuşlar ve garip şeyler ziyadeleştirmişlerdir. Ali'nin (a.s.) sahâbe kardeşlerine tarizde bulunması da bunlardandır. O (a.s.) Allah azze ve celle katında böyle bir şeyden beridir. Bu günahı işleyenlerden de Allah onu ilerde beri kılacaktır.[57]
CEVAP
Nehcü'l-Belâğa'da sahâbeye sövgü olabilecek hiçbir cümle yoktur. Zehebî'nin ya Nehcü'l-Belâğa'yı okumadığı anlaşılıyor. Yahut da sövgü sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmiyor. Es-Sebbu's-Sırâh (açık sövgü)a dair bir tane örnek gösterilemez Nehcü'l-Belâğa'da. Varsayalım ki sövgü olsun! Sövgü ile en fazla o hutbenin uydurma olduğu ortaya konulabilir bütün bir kitabın uydurma olduğuna dair delil olmaz. Dahası sebb ve tahkir kendisi de uydurma olmanın olmazsa olmaz koşulu mudur bu da tartışılır. Sövgü ve tahkirlerin olduğu ve sahih kabul edildiği nice rivayetler var. Hâkim en-Nîsâbûrî'nin el-Müstedrek'te rivayet ettiği Ömer'in Ebû Hüreyre'ye söylediği “Ey Allah'ın düşmanı! Ey İslam'ın düşmanı!”[58] şeklindeki rivayet bunlardan sadece bir tanesidir. Dahası Zehebînin kendisi bu rivayeti sahih olarak kabul ederken Nehcü'l-Belâğa geçtiği söylenen (ki hangi hutbe hangi mektup ve hangi söz belli değil) hutbe, mektup ve kelâmdan hareketle bütün bir kitabın uydurma olduğuna delil getirmeye çalışıyor. Evet Müminlerin Emiri'nin sahâbe kuşağından bazı kimselerin bir takım fiillerine razı olmadığını gösteren sözleri var. Ama bunlar da kesinlikle sövgü değil. Eleştiridir ve eleştiri de normaldir. Kur'an-ı Kerim'de farklı yorumları ve manaları olan bazı ayetleri temel alıp da Peygamber'in tahâret makamını temizleyenler sahâbe kuşağının tenkit edilmesine karşı çıkıyorlar. Hem de açık ve belirgin fiilleri ortada iken ve bunlar İslâm'ın ilkeleri ve öğretileriyle çatışıyorken.
“Tarih kitaplarında yazılı olanlar ve güvenilir kimselerin dilinden zikir edilenlerin zahiri ifadeleri sahâbe kuşağının bir bölümünün haktan saptığına, zulüm ve fasıklık seviyelerine ulaştığına delalet etmektedir. Bunun asıl etmeni ise kin, inat, hased, yaman düşmanlık, riyaset sevgisi ve şehevî şeylere eğilimdir.”[59]
Evet bu sözler bir Şiîye ait değil. Bu sözler Sadüddîn et-Taftâzânî'ye ait. Bunun gibi yığınlarca tespit var. Biz sadece bir tanesini alıntıladık.
Kaynak yönünden Nehcü'l-Belâğa
Nehcü'l-Belâğa'nın kaynaktan yoksun olduğu dile getirilir. Bunu görebildiğimiz kadarıyla ilk defa ortaya atan İbn Teymiyye'dir. O şöyle der: Bu kitapta nakil edilen hutbelerin bütünü eğer Ali'den olsaydı kuşkusuz bu musannıftan önce isnad zincirleri ile Ali'den ve diğerlerinden aktarırlardı. Nakil sahasında biraz uzmanlığı olan bir kimse bu sözlerin bir çoğunun hatta ekseriyetinin Razî'den önce bilinmediğini görür. Dolayısıyla da bunların yalan olduğu bilinir. Şayet böyle değilse bu hutbelerin hangi kitapta geçtiğini açıklasın. Ali'den bu hutbeleri kimin nakil ettiğini ortaya koysun ve isnadını serd etsin?[60]
Cevap
İbn Teymiyye ya bütün bunları bile bile kasten yapıyor veya ilim sahasında bilgisi yok. Çok rahat bir şekilde bir insan bir kitabın bir rivayet kitabı mı yoksa başka amaçla ele alınıp derlenen bir kitap mı olduğunu bilir. İlk önce kitabın hangi alanla ilgili olduğuna bakar. Biz bir nahiv, sarf, edebiyat, fıkıh kitabında isnad zinciri görebilir miyiz? Hayır! Bu kitapların amacı Rasûlullah, sahâbe ve Tabîun kuşağından aktarılan sözlerin kendileriyle ilgili olan yönünü delil olarak kullanmak içindir. Sadece tarih, hadis ve rivayet tefsirleri kitabının bir bölümünde isnad zincirlerine rastlarız ki olması gereken de budur. Eğer isnad zincirini barındırmanın kitabın içeriğindeki bilgilerin kabulünün olmazsa olmazı olarak kabul edecek olursak hiçbir isnad zinciri barındırmayan el-İstî‘âb, el-İsâbe ve el-Kâmil gibi önemli tarih ve teracim kitaplarını çöpe atmamız gerekir ki bunu da kimse söyleyemez. Bu eserler çok çok büyük olasılıkla İbn Teymiyye'nin de baş vuru kaynağıdır.
İkinci bir husus Şerîf er-Razî'nin bu eseri bir Şîa hadis kaynağı değildir. Daha doğru bir ifadeyle İmam Ali'den nakil edilen hadisleri ve sözlerini toplayayım amacıyla derlenmiş değildir. Kendisi bir edip, beliğ ve fasih olduğundan ötürü edebî bir kitap derlemeye çalışmıştır. Dolayısıyla bu kitaptaki hutbe, mektup ve sözlerin kaynaklarına vakıf olmak isteyenler aslî kaynaklara müracaat etmekle yükümlüdürler. Şerîf er-Razî ilmî dille söyleyecek olursak bir tedlis yapmış değildir. O sadece İmam Ali'nin sözlerinin belagat, fesahat ve eşsizliğini göstermek amacıyla sözlerini iki kapak altında derlemiştir. Nitekim az sayıda eser kaleme almış olmakla birlikte bu eserler birisi dışında (el-Hasâis) hepsi edebî alanla ilgilidir.
Anlam vermekte gerçekten güçlük çekiyorum. Şeyhülislam olarak tanınan bu şahıs az biraz Şerif er-Razî'den önceki eserlere müracaat etseydi Nehcü'l-Belâğa'da geçen bu hutbelerin o eserlerde de nakil edildiğini rahatlıkla görürdü. Nitekim ilerleyen sayfalarda ele alacağımız bir hutbenin önceki eserlerde nasıl nakil edildiğini de göreceğiz.
Bir diğer husus Şerif er-Razi'nin kendisi de önsözde bu eseri derlemedeki amacını açık bir şekilde belirtmiştir. Amacının İmam Ali'nin fasih ve beliğ ibarelerini nakletmek olduğunu ifade etmiştir. Bu açıklamaya rağmen hala yok isnad zincirini sunsun şeklinde bir beklentiye girmek kötü niyetlilik değilse eğer ilimden yoksun olmak demektir.
Fakat biz bu hutbelerin Şerîf er-Razî'den önce kitaplarda mevcut olduğunu gösteren iki nakilde bulunacağız.
Câhız (h. 255) şöyle der: Bunlar Rasûlullah'ın (s.a.a.) mahfuz, müdevven, muhalled ve meşhur hutbeleridir. Bunlar Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Ali'nin hutbeleridir.[61]
Mes‘ûdî (h. 345), ise Murûcu'z-Zeheb'de şöyle der: İnsanların ondan diğer makamlarla birlikte 400 küsür hutbe ezberlemişlerdir. Seksen hutbeyi açık bir şekilde irad etmişlerdir. İnsanlar bu hutbeleri söz ve amel olarak tedavülde kullanmışlardır.[62]
El-Câhız ve Mesûdî Şerîf er-Razî'den önce yaşamış olan kimselerdir. Bu noktada ise Şiî kaynaklara gelince son derece açık olup onlar da bu hutbeleri hadis mecmualarında derleyip toparlamışlardır.
Her halükarda özetle Nehcü'l-Belâğa'da geçen ve ele aldığımız konuya ışık tutan hutbeyi kaynakları ile birlikte sunmaya çalışacağız.
Cemel Ehli'nin konu edinilişi ve imamın onlar hakkında kullandığı ifadeler
İmam Ali (a.s.) Cemel ehli hakkında savaştan sonra Basra'da verdiği cuma hutbesinin bir bölümünde konumuza ışık tutacak tarzda şöyle demiştir:
'Bir kadının (Aişe'nin) ordusu oldunuz, bir hayvana (Aişe'nin devesine) uydunuz. (Devesi) Bağırdı, koştunuz; öldürüldüğünde de kaçtınız. Ahlakınız kötülük, ahdiniz ayrılık, dininiz nifak, suyunuz tuzludur. Sizinle yaşayan günahının cezasına duçardır. Sizden ayrılan Rabbin rahmetine ermiştir. Mescidiniz sanki denizde yüzen bir gemi gibi… Allah da azap olarak üstten yağmur yağdırmada, alttan dalgalar denizi coşturmada ve içindeki herkes boğulmaktadır." …[63]
Görüldüğü gibi İmam Ali (a.s.) Cemel ordusunu teşkil eden Basra ahalisine yönelik olarak ahlakınız kötülük, ahdiniz ayrılık, dininiz nifak ifadelerini kullanmaktadır.
Hutbenin nakil edildiği başka kaynaklar
Bu hutbe sadece Nehcü'l-Belâğa'da geçmemektedir. Nehcü'l-Belâğa'dan önceki tarihi kaynaklarda geçmektedir. Bu hutbe Dineverî'nin Ahbârü't-Tıvâlında[64], Mesûdî'nin Murûcu'z-Zehebinde,[65] İbn Kuteybe'nin Uyûnu'l-Ahbârında,[66] İbn Abdurabbih'in İkdü'l-Ferîd'inde,[67] Hârezmî'nin el-Menâkıb'ında[68] Hamevî'nin Mucemü'l-Buldân'ında[69], İbn Ebi'l-Hadîd'in, Şerhü Nehci'l-Belâğa'sında[70] ufak tefek farklılıklar ile geçmektedir. Bu hutbenin geçtiği Şiî kaynakları ise hiç zikre gerek duymadık.
Bu kadar kaynak bize bu hutbenin aslının olduğunu ve ilgili bölümlerinin hutbede nakil edildiğini, ancak İmam Ali'nin bu sözlerinden rahatsızlık duyanların ilgili bölümü zikir etmediklerini ortaya koymaktadır.
Nifak Dini
Bu kelimenin ağır geldiğinin farkındayım. İster Mesûdî'nin naklettiği şekilde Zeyğ ve şikâk olarak rivayet edelim, ister diğer kaynakların zikir ettikleri şekilde nifak diyelim bu tespitin doğruluğunu/yanlışlığını ortaya koymak zorundayız. Ali'nin tespiti kendisini bağlar diyebilirsiniz. Bu noktada delillerini de ortaya koymalısınız. Biz ise İmam Ali karşıtı, Ona düşmanlık, adavet ve kin üzerine kurulu bir din anlayış ve algılayışının ve yaşamsal eylemlerinin nifak, şikâk ve zeyğ olduğu görüşündeyiz. Yeri gelmişken mahkûm ettiğimiz bu din anlayışı Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin din anlayışı değildir. Zira onlar İmam Ali'ye (a.s.) karşı içten, samimi bir şekilde muhabbet beslerler. Dolayısıyla onların din anlayışı Ali'ye düşmanlık üzerine kurulu olmadığından bu suçlamaya maruz değildir. Ama İmam Ali'nin kendisi ile savaşan, Ona karşı kılıç kullanan, söz verdiği halde sözünü bozan bu güruhun din anlayışının nifak, şikak ve zeyğ olduğu da ortadadır.
Bağlamı dikkate alarak İmam Ali'nin onların inançlarının ve itikatlarının değil de yaşamlarının nifaka uygun düştüğünü ve bunu dile getirdiğini söylemek mümkündür. Hatta bu itikat temelli nifak kavramının kast edilmiş olmasından daha baskın görünmektedir. Cemel Ehli'nin ve Basra ahalisinin yaşam şekli, davranış ve tutumları amelî boyutu ile nifak temelli bir yaşam şeklidir. Gerçi yaşamın, davranışların ve tutumların kalbin yansıması olduğu da uzak bir olasılık değildir. Her halükarda İmam'ın gözünden söz konusu şahıslar çok kötü bir pozisyonda yer almaktadır.
Ali'yi sevmek iman ona buğz etmek nifaktır
Hz. Rasûlullah'tan (s.a.a.) aktarılan çeşitli sahih hadislerde bu dile getirilmiştir.
Bu hadisleri sıralayalım.
Sahîh-ü Müslim.
Adiy b. Sâbit'ten, o da Zirr b. Hubeyş'ten, o da Ali'den rivayet ettiğine göre O şöyle demiştir:
Daneyi yaran ve insanı yaratan Allah'a yemin ederim ki, beni müminden başkasının sevmemesi ve münafıktan başkasının bana buğzetmemesi ümmî olan Peygamber'in (s.a.a.) bana kati bir ahd-u peymanıdır[71]
Sahîh-ü İbn Hibbân.
Adiy b. Sâbit'ten, o da Zirr b. Hubeyş'ten, o da Ali'den rivayet ettiğine göre O şöyle demiştir: Daneyi yaran ve insanı yaratan Allah'a yemin ederim ki, beni müminden başkasının sevmemesi ve münafıktan başkasının bana buğzetmemesi ümmî olan Peygamber'in (s.a.a.) bana kat-i bir ahd-u peymanıdır.[72]
Üçüncü kaynak İmam Ahmed b. Hanbel'in müsnedi.
İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'idir. Rivayet şöyledir:
Ali dedi ki: Vallahi Resûlullah (s.a.a.) bana kesin bir şekilde ahid verdi ki bana ancak münafık buğzeder, beni ancak mümin sever.[73]
Bu hadisin dipnotunda şu ifadeler geçmektedir:
Bu hadis Şeyhayn'ın şartlarına göre sahihtir… Bu hadisi İbn Ebî Şeybe, Müslim, İbn Mâce, Tirmizî, İbn Ebî Âsım, Abdullah b. Ahmed (Zevâidü'l-Fazâil'de), Bezzâr, Nesâî (Hasâisu Ali), Ebû Ya'lâ, İbn Hibbân, İbn Mende (el-İman'da), Ebû Nuaym (el-Hilye'de), Hatîb (Tarîhü Bağdâd'da), el-Beğâvî (Şerhü Sünnet'te) çeşitli kanallarla Ameş'ten tahric etmişlerdir. Yine bu hadisi Ebû Nuaym Hassân b. Hassân kanalıyla tahric etmiştir.[74]
Hâfız en-Nesâî ise Hasâisü Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Tâlib adlı eserinde ‘Mümin ile Münafık arasındaki fark' diye bir bab başlığı atar.
Üçü de sahih olan şu hadisleri rivayet eder.
Ali (a.s.) şöyle buyurmaktadır: Beni ancak mümin sever, bana ancak münafık buğzeder.
Hadisin isnadı sahihtir.
İkinci rivayet:
Beni ancak müminin sevmesi ve bana ancak münafığın buğzetmesi…
Hadisin isnadı sahihtir.
Üçüncü rivayet:
Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır: Ey Ali seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder.
Bu hadisin isnadı sahihtir.[75]
Bu hadisleri başka kaynaklar da rivayet etmişlerse de bu kadarı bizim için kafidir. Son olarak hadisin nasıl bir sıhhate sahip olduğunun görülmesi için iki tanığın ifadelerini aktaracağım.
Dikkatleri eserin muhakkıkının dipnotta Hatîb el-Bağdâdî'den aktardığı şu ibaresine çekmek istiyorum:
Bu hadis sahihtir ve müttefakun aleyhtir. Bu hadisi büyük bir grup muhaddis rivayet etmiştir.[76]
Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ adlı eserinde şöyle der:
Tayr (kızartılmış kuş) hadisinin geliş kanallarını bir ciltte topladım. ‘‘Ben kimin mevlâsı isem…'' hadisinin geliş kanallarını da bir ciltte topladım. Bu hadis bir öncekinden daha sahihtir. Müslim'in Hz. Ali'den naklettiği ‘‘Beni müminden başkasının sevmemesi ve münafıktan başkasının bana buğzetmemesi ümmî olan Peygamber'in (s.a.a.) bana katî bir ahdu peymanıdır'' hadisini de bir ciltte topladım. Bu hadis diğer ikisinden daha sahihtir.[77]
Ensâr'ın iki seçkin siması da nifakı tespit ve münafıkları tanıma noktasında ölçütün Ali b. Ebû Tâlib olduğunu şöyle ikrar etmektedirler.
İmam Ahmed dedi ki: … Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet edilmiştir: Bizler Ensar'ın münafıklarını Ali'ye buğzetmelerinden tanırdık.[78]
Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilmiştir: Biz Ensar topluluğu münafıklarımızı ancak Ali'ye buğzetmelerinden tanırdık.[79]
Cemel Ordusunu harekete geçirenlerin temel özellikleri
Burada cevap bekleyen bir takım sorular var: Basralıları İmam Ali'ye karşı harekete geçiren temel saik nedir? Basralılar mı Müminlerin Annesi Aişe, Talha ve Zübeyr'i harekete geçirdiler? Yoksa Müminlerin Annesi Aişe, Talha ve Zübeyr mi Basralıları Ali karşıtı bir pozisyona sürükledi? Yoksa her iki taraf da bu konuda hem fikir miydi? Dahası bir aldatılma olgusundan bahs edilecekse cürmün büyüğünü kime yüklemek gerekiyor? Hakikatte bir içtihat çatışması mıydı yoksa nefsânî dürtüler mi baskındı?
Bu olay bir başka açıdan da çok önemli? Zira Hz. Rasûl-u Azam'ın mübârek huzurlarında kılıç sallayan Zübeyr, Talhâ gibi şahsiyetler hangi evrelerden geçtiler de İmam Ali gibi sevgisi iman, buğzu nifak olan ve nebevî onaydan geçmiş bir şahsiyetin karşısında dikilebildiler. Bu insan kalbinin sabit olmadığının davranışlarına göre siret ve tutumlarının olumlu veya olumsuz yönde değişebildiğinin açık bir göstergesi.
Bu açıdan da olay irdelenmeli, gerekli dersler çıkartılmalıdır. Böyle bir savaşı başlatanların güttüğü amaç ve amaçlar irdelenmelidir. Tamah, hırs, dünyevî eğilim ve dürtüler, seçkin kişilerin ve şahsiyetlerin nüfuzlarından yararlanma veya şahsiyetlerin kendi özel konumlarından hareketle bir takım menfaatler elde etmeye çalışmaları ve halkı peşlerinden yanlış yollara sürüklemeleri, servet biriktirme ve biriktirilen servetin haklı/haksız olduğuna bakılmaksızın kaybetmeme dürtüleri Cemel Savaşı'nın ve hakikatin aydınlık yüzü Ali b. Ebû Tâlib'in karşısında kılıç çekebilmenin temel olgularıdır.
Kim olursa olsun sürekli tavır ve tutumlarını gözden geçirmeli, yarınından korkmalıdır. Her an siret ve tutumunun olumsuz yansımaları için hak ve hakikate karşı kılıç sallayabileceğini göz önüne almalı, sürekli oto kontrollerde bulunmalıdır.
Aişe, Talha VE Zübeyr'in özellikleri
Ne diyeceğimi nasıl yazacağımı bilemiyorum. Bir tarafta Kur'an-ı Kerim'in nassıyla Ümmü'l-Müminîn lakabını taşıyan Aişe, beri taraftan İslamî Vahdet arzusu. Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz bizi bağışlasınlar. Sizin kafanızdaki zihin dünyanızdaki Aişe, Talha ve Zübeyr'e elbette ki saygı duymaktayız. Fakat aziz dostlarımız ve kardeşlerimiz bizi bağışlasınlar, kendilerini cidden sevmekteyiz. Fakat hakikate olan sevgimiz kardeşlerimize duyduğumuz sevgimizden daha fazladır. Hakikatin de hatırı alidir. Maalesef kardeşlerimizin zihin dünyalarındaki tasavvur ettikleri Aişe, Zübeyr ve Talha'nın hakikati yansıtmadığına da inanmaktayız. Onlardan da beklentimiz bizim bu eleştirilerimizi anlamaları, bu noktada (kanaatimizin doğru olduğuna kanaat getirmeleri halinde) bize hak vermeleridir. Söz konusu bu şahıslar bir veya birkaç nefsânî hastalığa müptela olmuşlar ve bu hastalıkların nedeniyle ortaya bu fiiller çıkmışsa o durumda siz ey aziz dostlarımız ne diyeceksiniz.
Aişe
Ümmü'l-Müminin Aişe'den başlayalım. İki Müslüman birey birbirinden haz etmeyebilir. Ama bu kin ve adavet noktasına gelip dayanmışsa ve bunu nefsinden çıkarmak için bir çaba göstermemişse ve ömür boyu bu duygularının etkisi altında kalarak fiiller ortaya koymuşsa zorunlu olarak bu şahıs hastalıklı bir bireydir dememiz gerekiyor. Bir diğer husus bedenî algılar fizikî ve maddî bir güzellikten etkilenir ve bu güzellik karşısında harekete geçer. Gülden haz almayan bir kimsenin fizikî noktada sorunlu olduğundan bahs edebiliriz. Aynı durum aklî ve kalbî güzellikler için de söz konusudur. Aklî ve kalbî zarafet ve inceliklerin zirvesi olan Hz. Muhammed'den (s.a.a.) haz alamayan, kalbi ve vicdanı sevgi ve muhabbetle dolmayan bir kimse aklen ve kalben sıkıntılıdır. Zira O (s.a.a.) ilahî esma ve sıfatların en güzel tecellisidir. Aynı şekilde Ali'den (a.s.) etkilenmeyen, ona karşı düşmanlık ve rahatsızlık duyan bir birey aklen ve kalben rahatsızdır. Zira insânî kemalleri ve erdemleri kendi bünyesinde toplamış bir şahıstan hoşlanmamak o erdem ve kemalleri erdem ve kemal olarak kabul etmemek demektir ki söz konusu şahıs aklî bir takım muhakemeleri yanlış yapmış ve kalbi günahların bir bölümüne müptela olmuş demektir.
Aişe'nin Ali'ye (a.s.) karşı duyduğu olumsuz duygu neredeyse ömrünün her döneminde baskın durumdadır. Bunun en güzel örneklerinden birisi ismini anmak istememesidir.
Bu olay o derece kesindir ki bir çok kaynak sıhhatini belirterek rivayet etmişlerdir.
Biz sadece ümmet arasında muttafakun aleyh olarak bilinen Buhârî ve Müslim'in birlikte rivayet ettiği hadisleri aktaracağız ki bu noktada bize bir eleştiri gelmesin.
Buhârî, Kitâbü'l-Vudû'da şu hadisi rivayet eder:
Âişe şöyle demiştir: Peygamber'in (s.a.a.) hastalığı- ağırlaştı da ağrısı şiddetlendiği zaman, benim evimde bakılmak hususunda zevcelerinden izin istedi. Onlar kendisine izin verdiler. Müteakiben Peygamber iki adam arasında, Abbâs ile başka bir zât arasında olduğu hâlde, ayakları yerde sürünerek çıktı. Âişe'den rivayet eden Abdullah şöyle dedi: Ben Âişe'nin sözünü Abdullah ibn Abbâs'a haber verdiğimde o: Diğer adam kimdir biliyor musun? dedi. Ben: Hayır (bilmiyorum), dedim. Abdullah; O Alî'dir, dedi.[80]
Bize İbrâhîm b. Mûsâ rivayet etti ve dedi ki: bize Hişâm b. Yûsuf, Ma‘mer'den; O, ez-Zuhrî'de bize şöyle haber verdi: Bana Ubeydullah b. Abdullah (b. Mes‘ûd cevher caduk) haber verip şöyle dedi: Âişe şöyle dedi: Peygamber (S) ağırlaşip da ağrısı şiddetlendiği zaman, benim evimde bakılmak üzere kadınlarından izin istedi. Onlar da kendisine izin verdiler. Ondan sonra Peygamber bir tarafında Abbâs, diğer tarafında bir zât olduğu hâlde, ayakları yerde sürünerek çıktı. Ubeydullah ibn Abdillah şöyle dedi: Âişe'nin bu dediğini İbn Abbâs'a zikrettim. O bana: Âişe'nin ismini söylemediği kimsenin kim olduğunu bilir misin? dedi. Ben: Hayır,dedim. O Alî ibn Ebî Tâlib'dir, diye haber verdi.[81]
Bir de bu hadisi Sahîh-ü Müslim'den aktararak bu bölümü kapatalım. Yalnız hadis uzun olduğundan ve Müslim bu hadisi birkaç kanaldan aktardığından sadece bir kanalı aktararak geçeceğiz. Dileyen hadisin tamamına ve bab başlığı altındaki hadisin diğer varyantlarına da bakabilir.
“(...) Bana Abdülmelik b. Şu‘ayb b. Leys rivayet etti ve dedi ki: Bana babam dedemden rivayet etti ve dedi ki: bana ‘Ukayl b. Hâlid rivayet etti ve dedi ki: İbn Şihâb şunu söyledi:
Bana Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b Mes‘ûd haber verdi ki, Peygamber'in (s.a.a.) zevcesi Aişe şöyle demiş: Rasûlullah'ın (s.a.a.) (hastalığı ağırlaşıp elemi şiddetlenince benim evimde bakılmak için zevcelerinden izin istedi. Onlar da kendisine izin verdiler. Sonra Rasûlullah (s.a.a.) iki kişi arasında (yani) Abbâs b. Abdülmuttalib ile başka birinin arasında, ayakları yerde sürünerek çıktı...
Ubeydullah demiş ki; Âişe'nin söylediklerini Abdullah'a haber verdim. Abdullah b. Abbâs bana: ‘Âişe'nin ismini söylemediği diğer zât'ın kim olduğunu bilir misin? dedi. Ben: ‘Hayır' dedim. İbn Abbâs: ‘O Ali'ydi' dedi.”[82]
Bu olayın ne zaman gerçekleştiğini bilemiyoruz. Ama aradan yıllar geçtiği halde bir türlü dinmeyen kin sıkıntılı bir tavır ve tutumun sebebidir.
Bir insanın ölümüne sevinmek, şükür secdesine kapanmak duyulan olumsuz duyguların en açık tezahürlerindendir. Peki ya bu vefat eden kimse akıl ve kalbin kendisine müştak olduğu ALİ gibi bir kimse ise buna sevinen birisi hakkında ne denilebileceğini bilemiyorum.
Bu konuda da iki veya üç kaynak vermekle yetineceğim. Ancak hemen belirteyim ki bu şükür secdesi olayı bir çok kaynakta geçiyor. İkincil veya üçüncül dereceden kaynakları aktaracak olsak hemen dile dolanıp zayıf rivayetler temel alınmış denilmemesi için biz tarihçilerin piri Taberî (h. 310) ve İbnü'l-Esîr'den (h. 630) aktarmakla yetineceğiz.
Ali'nin (a.s.) öldürüldüğü haberi Aişe'ye ulaşınca şu beyti dillendirdi:
“O bayan asasını attı ve huzur içinde ikamet etti. Tıpkı yolcunun evine dönünce gözünün aydınlandığı gibi.”
Aişe “Onu kim öldürdü?” diye sorunca kendisine “Murâd Kabilesinden bir adam” denilerek cevap verildi. Bu defa da şu beyti söyledi:
“O uzaklarda olsa da onun ölümünü ağzı toprakla dolu olmayan bir genç haber verdi.”
Bunun üzerine Zeyneb bint. Ebû Seleme: “Bu sözleri Ali (a.s.) için mi söylüyorsun?” diye sorunca Aişe: “Ben unutuyorum. Unuttuğumda bana hatırlatın.” Dedi.[83]
İmam Ali Aişe hakkında şöyle buyurmaktadır: Vallahi dört kişiyle de sınandım ki Hz. Peygamber dışında kimse bunlarla sınanmış değildir. İnsanların en cesuruyla sınanmaktayım ki bu ez-Zübeyr b. el-Avvâmdır. İnsanların en hilekarıyla sınanmaktayım ki bu Talha b. Ubeydullâhdur. İnsanların kendisine en çok itaat ettiği kimseyle sınanmaktayım ki bu Âişe bnt Ebî Bekirdir. Bana karşı insanlara türlü türlü dinarlar ile lütufta bulunanıyla sınanmaktayım ki bu da Ya'la b. Münye'dir.[84]
İmam'ın Aişe, Talha, Zübeyr ve Münye hakkındaki bu sözleri o derece meşhurdur ki ufak tefek farklılıklarla bir çok tarihi kaynakta nakil edilmiştir.[85]
Maalesef aklî muhakemeleriyle övülen Aişe'nn pek de öyle olmadığını Osmân'ın katli esnasındaki tavrıyla rahatlıkla müşahede edebilmekteyiz.
Tarihi veriler Osmân döneminde Halife ile kendisi arasında niza‘ çıktığını ve bu nizanın öyle ufak tefek bir niza‘ olmadığını ortaya koymaktadır.
Şu ifadeler Aişe'ye aittir: “Ey Osmân! Yanındaki emaneti yedin. Reayanı sıkıntıya soktun. Ehl-i Beyt'inden olan kötü insanları halkın başına musallat ettin. Allah gökten sana su ulaştırmasın ve yerin bereketinden seni mahrum koysun. Şunu iyi bil ki, eğer beş vakit namazın olmasaydı yüzleri kapalı ve silahlı bir grup sana doğru gelir, erkek deve nasıl boğazlanıyorsa seni de öyle boğazlarlardı.”[86]
Dahası Osmân'ın öldürülmesine teşvik eden de Odur: “Âişe olanca gücüyle ve son derece ciddi şekilde Osmân'ın öldürülmesi için insanları kışkırtıyor ve şöyle diyordu: “Bu, Allah Rasulünün (s) gömleğidir. Henüz eskimemiştir. Ancak Onun sünneti eskimiştir. Şu Nasel'i (bunağı) öldürün. Allah bu bunağı öldürsün.”[87]ki
Taberî, İbnü'l-Esîr, İbn Kuteybe (h. 276) ve İbn A‘sem (h. 320) gibi tarihçilerin nakline göre Osmân'a “Na‘sel/bunak” lakabını takan ve kafir olduğunu söyleyen de Odur.[88]
Örnek olarak sadece İbn Esîr'de geçen pasajın ilgili bölümün aktarıyoruz.
“فانصرفت إلى مكة وهي تقول : قتل والله عثمان مظلوما ، والله لأطلبن بدمه ! فقال لها : ولم ؟ والله إن أول من أمال حرفه لأنت ، ولقد كنت تقولين : اقتلوا نعثلا فقد كفر”
Aişe “Vallahi Osmân mazlum olarak öldürüldü. Vallahi ben Onun kanını talep edeceğim.” diyerek Mekke'ye doğru harekete geçti. Bunun üzerine Ubeyd b. Ebî Seleme Ona “neden ki? İlk defa Osman'ın yanlış uygulamalara giriştiğini ve yoldan inhiraf ettiğini söyleyen ‘Şu yaşlı bunağı öldürünüz. Kuşkusuz O kafir oldu.' Sözlerini söyleyen sen değil miydin?'
O derece duygularının esirinde kalmış bir kadındı ki Osmân'a karşı onları kışkırtan Aişe, Taberî, İbnü'l-Esîr, Zehebî, Belâzurî, İbn Asem, İbn Kuteybe, Ebû Hanife ed-Dineverî (h. 282) ve Ya‘kûbî (h. 292) gibi tarihçilerin ortak nakline göre Onun öldürülüş haberini alıp da Ali'nin (a.s.) hilafet makamına geçtiğini öğrenince 360 derece çark ederek “Halife mazlumen öldürüldü” diyecektir.[89]
Aziz kardeşlerimizden zihin dünyalarındaki Ayşe'yi böyle bir Ayşe ile karşılaştırmalarını, doğru olanı tespit etmelerini ve şayet anlatılan Ayşe bu Ayşe ise söz konusu tenkit ve eleştirilerimizi hak edip etmediğini ve Cemel Savaşı'ndaki rolünü değerlendirmelerini istirham ediyoruz.
Ümmü'l-Müminin kavramı çerçevesinde kısa bir açıklama
Aziz dostlar! İslam Dininin sözlüklere bazı anlamlar yükleyip ona terimsel bir anlam kazandırdığı izahtan varestedir. İslam Dininin Yüce Kitabı Hz. Rasûlullah'ın eşleri için Ahzâb Suresinde “ve ezvâcuhu ümmehâtuhum/ anneleri onların anneleridir” (el-Ahzâb, 33/6) diyerek Müminlerin Anneleri diye yeni bir kavramsal anlam oluşturmuştur. Bu kavramsal anlamın sınırlarının ortaya konulması gerekmektedir. Söz konusu kavramın ifade ettiği boyut sadece nikah yönüyle ilgilidir. Dolayısıyla Hz. Rasûlullah'tan (s.a.a.) sonra Onun eşleriyle evlenmek müminler için kişinin kendi annesi ile evlenmesi kabilindendir ve haram bir fiili ifade etmektedir. Dahası aynı surenin 28-34. ayetine kadar olan pasaj okunduğunda Kur'an-ı Kerim'in onlara takrî‘ üslubu dediğimiz üslupla hitap etmekte olduğu rahatlıkla görülmektedir. Bu ayetler pasajı surenin başında geçen “ve ezvâcuhu ümmehâtuhum/ anneleri onların anneleridir” ifadesi ile birlikte değerlendirilebilir mi? En iyi olasılıkla değerlendirilmediğini varsaysak dahi kavramın ifade ettiği anlam çok dar bir çerçeveye iner. Yok eğer söz konusu ayetler grubunun ilgili kavramla bağlantılı olduğunu düşünecek olursak bu durumda mana şöyle şekilleniyor: Ümmü'l-Müminin kavramı öyle sıradan bir kavram değildir. Bu kavrama layık olabilmeniz için bu ayetlerde geçen dünyayı, dünya süsünü, açık bir hayasızlık işlememeyi, Allah'a ve Rasulüne bütün benliği ile yönelmeyi ve salih amellerde bulunmayı, kalbinde riyaset ve başka sevdalar bulunanlara prim vermemeyi, evinde oturmayı, hikmetten nasipdar olmayı gerektirmektedir. Bunlardan bir veya bir kaçı yoksa söz konusu Rasûlullah'ın eş(ler)i bu makamdan yoksun olur(lar) demektir.
Ümmü Ebîha
Bu bağlamda diğer bir kavrama dikkat çekmek istiyoruz. Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) dünya kadınlarının hanım efendisi Hz. Fâtıma için kullandığı “Ümm-ü Ebîhâ/babasının annesi” kavramı var. Rasûlullah (s.a.a.) bu kavramı Hz. Fâtıma (a.s.) annemiz için kayıtsız ve şartsız kullanmıştır. Dolayısıyla Hz. Fâtıma (a.s.) Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) annesi olmaktadır. Fakat birileri bu ifadenin bir babanın kızına şefkati türünden ve naziklik ve kibarlık babından kullandığını söyleyebilir. Ancak buna dair bir karine ortaya koymalıdır. Peki, ya Allah'ın elçisi bunu bir hakikat ve gerçeklik olarak ifade etmişse -ki mutlak olarak kullanıldığı rahatlıkla görülmektedir- karşımıza muazzam bir makam çıkıyor. Risalet ve nübüvvet makamına sahip Muhammed b. Abdullah'ın ümmü makamı. Bu durumda "ümm" kavramına yönelmek gerekiyor. Zira "ümm" burada “hakiki mana” olan anne makamında kullanılmayacağına göre zorunlu olarak sözlükteki istimali (kullanımsal) anlamlara yönelmek gerekiyor. Biz sadece bir anlamı ile yetinelim. Yoksa verilecek anlam çok fazladır. Evladın bütün nitelikleri annede mevcuttur. En temel anlamı ile Muhammed b. Abdullah'ın (s.a.a.) nübüvvet ve risalet makamı ile Fâtıma b. Muhammed (a.s.) tavır ve tutumlarında risalet ve nübüvvet ilişkisi vardır. Bu risaletin temel dayanaklarını Fâtıma'nın (a.s.) hayatının her safhasındaki tavır ve tutumunda arayınız. Biliniz ki O ne şekilde davrandıysa risaletin mesajı o şekildedir. Hz. Fâtıma'ya (a.s.) bu çerçevede yaklaşılması icap etmektedir. Şimdilik bu konu çerçevesinde sadece bu kadarıyla yetinelim. Yoksa "ümm" kelimesinin bütün anlamlarının ele alınıp irdelenmesi gerekecek ve bu da bir makalenin hacmini oldukça aşacaktır.
Talha B. Ubeydullah: Servet ve riyaset
Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz nezdinde cennetle müjdelenen on kişiden birisidir. Ebu Bekir ve Ömer döneminde saygın bir konuma sahipti. Öyle ki Ömer onu altı kişilik şuraya seçmişti. Talha b. Ubeydullah ne tür bir kavram seçeceğimi ve ne ifade kullanacağımı bilemiyorum. Ama serveti dudak uçuklatacak cinstendi. Tarihî kaynaklar Onun büyük toprak sahiplerinden olduğunu, Sevâd'tan (Irak) elde ettiği gelirin 400-500 bin dinar, Serât bölgesinden ise elde ettiği gelirin 10.000 dinara ulaştığını belirtmektedir.[90]
Bu zatın geriye bıraktığı servet Hâkim en-Nisâbûrî ile İbn Sa'd'ın nakillerine göre 30.000.000 dirhemi bulmaktaydı.[91]
Aziz kardeşlerimizin bir bölümü servet yığmanın normal olmadığını ve dolayısıyla bu davranışın yanlış hatta nefret edilmesi gereken bir davranış olduğunu belirtir ve o kanaate sahiptirler. Ancak saltanat ve riyaset sevdalıları dün bunu normal gördükleri gibi bugün de bunu bir sorun olarak görememekte, hatta zihin dünyalarında riyaset makamına gelenlerin böyle devasa servetlere sahip olmalarını doğal hakları olarak görmektedirler.
Fakat biz Ehl-i Beyt mektebi müntesipleri bunu kesinlikle normal bir davranış olarak görmemekteyiz. Geçmişin Ehl-i Beyt mektebinin salikleri ile günümüzün Ehl-i Beyt mektebinin ve insaniyet okulunun yüz akı olan Merhum İmam Humeynî, Seyyid Ali Hamâneî, Seyyid Ali Sistânî ve Seyyid Hasan Nasrullah birer numunedir.
Talha'da gözlemlenen bir diğer eksiklik ve manevî hastalık riyaset sevdasıdır. Osmân'ın akrabalarını valiliklere ve amilliklere ataması, Talha gibilerini bu makamlardan uzak tutması Halife ile aralarının bozulmasına neden olmuştu.[92] O'nun Basra, Kufe ve diğer şehirlere mektuplar gönderip Osmân'ın aleyhinde kışkırttığı hatta Osmân'ın öldürülmesinde başrol oynayan kimselerden olduğu bilinmektedir.[93] Zaten bizzat Osmân'ın katline iştirakle itham edildiğinden hilafet makamına aday olduğunu belirtemedi. İmam Ali'nin (a.s.) Beytülmal hususundaki tutumu neticesinde de Osmân dönemindeki mali imtiyazlarından mahrum kalınca muhalefetini ilan etti ve İmam Ali'ye savaş ilan etti.
Zübeyr B. El-Avvâm: Evlat uğruna Haktan sapma
Masum Zevât dışında hepimizin birtakım zaaflarının olduğu izahtan varestedir. Dolayısıyla birey olarak
a- hem zaaflarımızın farkında olmamız
b- hem de zaafların etkisinde kalarak yanlış kararlar almamamız
c- mümkünse bu zaafların tedavisi ile uğraşmamız gerekiyor.
İnsan olumlu veya olumsuz yönde değişken bir yapıya sahiptir. İmam Ali'nin (a.s.) Zübeyr'in ölümünden sonra naşının başına gelip ağladığı meşhurdur. Ancak Rasûlullah döneminde İslam Dini için büyük cefalar çekmiş, O'nun vefatından sonra imametin hak ettiği birey ve şahsiyete geçmesi için çabalar göstermiş olan bu zat ne hazindir ki oğlu Abdullah'ın tahrikleri ve kışkırtması sonucu İmam Ali'ye karşı kılıç kullanmıştır. Tabi mal ve servetin de etkisi de büyüktü.
Biz Mes‘ûdî'nin Mürûcu'z-Zeheb'inden ve İbn Sa‘d'ın Tabakât'ından konu le ilgili pasajları getirip sonlandırmak istiyoruz.
Zübeyr, Basrâ'da evini inşa etti ki bu ev hala da (hicrî 332) maruftur… Bunun yanı sıra o, Mısır, Kufe ve İskenderiye'de de evler inşa etti. Vefatından sonra Zübeyr b. Avvâm'ın malı 50.000 dinara ulaşmaktaydı. O, geriye 1000 at, bin köle ve cariye ile belirttiğimiz şehirlerde araziler bıraktı.[94]
İbn Sa‘d (h. 230), Tabakât'ta şöyle der: Zübeyr'in dört eşi vardı. Geriye bıraktığı mirasın sekizde biri bu dört karısı arasında paylaştırıldı. Her bir kadına 1.100.000 düştü. Onun malının toplamı 35.200.000'e ulaşmıştı.[95]
Gerçi bu pasajı Zehebî de Siyer-ü Alami'n-Nübelâ'da nakil etse de arada bir takım detay sayılacak farklılıklar vardır.[96] Biz mütekaddiinden olması dolayısıyla sadece İbn Sa‘d'ın metnini sunmakla yetindik.
Gerçi bu kimselerin yanında Ya‘la b. Münye, İbn Zübeyr, Mervân b. Hakem, Abdullah b. Amir'in de rollerini zikir etmek gerekmektedir. Ancak bir makalenin hacmini çok çok aşacağından biz bu kadarı ile yetindik. Beri taraftan Muâviye b. Ebî Süfyân'ın meşhur desise ve entrikaları da böyle bir savaşın vuku bulmasında başat rol oynamaktaydı.
Bir nükte
Bu hutbenin doğru olduğuna dair hutbede bir karine vardır.
İmam Ali (a.s.) hutbede: ‘Mescidiniz büyük bir denizin dalgaları arasında yüzen bir kuş gibidir.' Buyurarak bir ihbârî gaybî de bulunmuştur ki Basra hakikaten tarihte biri Kâdir-Billâh ve Kâim-Biemrillâh döneminde iki defa suya gark olmuş ve mescid dışında her taraf su altında kalmıştır. İlkinin Halifeliği hicrî 381, ikincisinin halifeliği 422.
Dolayısıyla bu hutbe henüz Şerif er-Razî'nin eseri derlemesinden önce kaynaklara geçmiştir.
Son bir husus neredeyse Hz. Rasûlullah'ın vefatından sonra ortadan kalkmış olan “nifak” kavramını işlevsel hale getirilişini de ortaya koyması açısından önemlidir. Öyleyse nifak kavramının tanımı bir defa daha gözden geçirilmeli, sınırları belirlenmeli ve taksimatı yapılmalıdır.
Ehl-i Sünnet kaynaklarında geçen bir hadisin değerlendirilmesi
İbn Ebû Şeybe (h. 235) Musannef'inde ve Beyhakî de Sünenü'l-Kübrâ'sında şöyle rivayet etmektedirler:
Bize Yezîd b. Hârûn, Şerîk'ten; O, Ebü'l-Anbes'ten; O Ebü'l-Bahterî'den rivayetine göre O şöyle dedi: Ali'ye Cemel ehli hakkında “Onlar müşrik midirler?” diye soruldu. Ali (a.s.): “Şirkten kaçtılar” diye karşılık verdi. “Peki münafık mıdırlar?” diye sorulunca da “Münafıklar çok az zikir ederler” buyurdular. “Peki, onlar öyleyse nedirler?” diye sorulunca da “bize karşı taşkınlıkta bulunan kardeşlerimizdirler” buyurdu.[97]
Musannef'in muhakkıkı Muhammed Avvâme hoca bu hadise ilişkin şu notu düşer: Eser Şerîk'ten dolayı zayıftır. Zira Şerîk'in hafıza yönünden sıkıntısı vardır. Ayrıca Ebü'l-Bahterî ile İmam Ali (a.s.) arasında kopukluk söz konusudur. Bu yönüyle de rivayet mürseldir.[98]
Hakikaten de rivayetin isnad zincirine bakıp da biraz incelenince rivayetin pek muteber olmadığı gözden kaçmamaktadır.
İsnâd zinciri: Yezîd b. Hârûn el-Vâsıtî- Şerîk b. Abdullah en-Nehaî- Ebü'l-Anbes ve Ebü'l-Bahterî'dir.
Yezid sika, Şerîk kendisinde hafızasında gevşeklik bulunmakta, Ebü'l-Anbes de neredeyse tadil derecelerinin en alt seviyelerinden birisini oluşturan saduk. Ebü'l-Bahterî sikadır. Ancak O'nun İmam Ali'den bu rivayeti mürseldir. Yani İmam Ali'yi görmüş değildir. Sika kişilerin Mürselleri kimi zaman kabul görebilse de Ebü'l-Bahterî'nin Mürsel rivayetleri problemli olarak görüldüğü bilinmektedir.
Bu zat hakkında cerh ve tadil kitaplarına bakılabilir.[99]
Hadisin bir hakikati olabilir. Fakat bu hakikat ele aldığımız ve İmam'ın dilinden dökülen Basra hutbesiyle çelişmektedir. Fakat Ehl-i Beyt kaynaklı kimi rivayetlerde de “ihvânunâ” kelimesi geçmekteyse de bu kardeşlik iman kardeşliğinden öte, aynı soya ve sopa bağlı kardeşliktir. Nitekim Kur'an-ı Kerim, Hz. Sâlih, Hz. Şuayb, Hz. Hud (a.s.)[100] gibi nebileri de gönderildikleri kavimleri için ‘kardeşleri' olarak tanıtmaktadır. Dolayısıyla diğerlerini sahih saysak dahi hadis bu yönüyle biraz sıkıntılıdır. Dolayısıyla hadisin kardeşlikle ilgili bölümünün sahih olduğu kanaatindeyiz. Nitekim bunu destekleyen Beyhakî'de geçen bir rivayet söz konusudur.
Beyhaki'nin bir başka rivayetine göre aynı sorular Ali'ye (a.s.) Nehrevân ehli hakkında sorulunca şöyle buyurdular: “Onlar kardeşlerimizdir. Bize karşı taşkınlıkta bulununca kendileri ile savaştık. (Bu taşkınlıklarından) geri dönünce de onların (bu geri dönüşlerini de) kendilerinden kabul ettik.”[101]
Bu hadisin isnad zinciri ve isnad zincirindeki ravilerin durumu Muhammed b. Yakub el-Esamm sika- Ahmed b. Abdücebbâr el-Utâridî leyyin (gevşeklik var)- Hafs b. Gıyâs, sika olmakla birlikte hafıza sıkıntısı var. Abdülmelik b. Sıl‘, saduk ve leyyin. Abduhayr b. Yezîd sika.
Bu da yukarıda geçtiği gibi hadis adaleti yerinde hafızadan sıkıntı çeken kimseler tarafından rivayet edilmiştir.
Özetle bu hadis;
a- Hangi grup hakkında sorulduğunun tespiti yönünden muzdarip.
b- İsnad zinciri açısından da zayıftır.
Son söz
İmam Ali'nin dilinden Cemel Ehli hakkındaki söz onların mümin olmalarından daha çok, birtakım olumsuz değerlendirmeleri yansıtmaktadır. Yapılan bu önemsiz çalışmada bu sonuca ulaştık. Yanlışlar ve hatalar günahkar nefsimizdendir. Yanlışlarımız ve hatalarımız varsa Rab Teâlâ'dan bizi doğrultmasını, kardeşlerimizin de bize düşünceleriyle yol göstermesini arzulamaktayız. Doğruya ulaşmış ise Rab Teâlâ'dan doğruya ulaştığımız noktalarda bize sebat vermesini talep etmekteyiz.
-------------------------------------------------------------------
KAYNAKÇA
Ahmed b. Ali b. Müsennâ et-Temîmî (h. 307), Müsnedü Ebû Ya‘lâ el-Mavsılî, Tahkik: Hüseyin Selim Esed, 2. Baskı, Dârü'l-Memûn li't-Türâs, 1989, Beyrut.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Tahkik: Şuayb el-Arnavût, Muhammed Nuaym Akarkûsî ve Nuaym Zi'bîk, Müessetü'r-Risâle, Beyrut.
Fadâilü's-sahâbe, Vasiyullah b. Muhammed Abbâs, Câmietü Ümmü'l-Kurâ, 1. Baskı, Suudi Arabistan, 1403
Albânî, Ebû Abdurrahmân Muhammed Nâsırüddîn, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, Mektebetü'l-Me‘arif, Riyad, 1415.
Belâzurî (h. 279), Ensâbü'l-eşrâf, Thk: Şeyh Muhammed Bakır Mahmudî, Müessesetü'l-alemî, 1. Baskı, Beyrut-1394.
Beyhakî (h. 458), Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn b. Alî el-Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ
Taşbaskı için bkz: Sünenü'l-Kübrâ, 8/172, Dârü'l-Fikir
Bezzâr (h. 292), Ebû Bekir Ahmed b. Amr b. Abdülhâlik el-‘Atekî, el-Bahrü'z-zehhâr el-maruf Müsned-ü Bezzâr, Tahkik: Mahfuzurrahman Zeynullah, Müessesetü ‘Ulumi'l-Kur'an ve Mektebeü Ulum ve'l-Hikem, 1. Baskı, 1409.
Câhız (h. 255), Ebû Osmân Amr b. Bahr b. Mahbûb el-Câhiz el-Kinânî, el-Beyân ve't-Tebyîn, Mektebetü'l-Hanci, 7. Baskı, Kahire, 1997
El-Cevherî, İsmâ‘îl b. Hammâd, Tâcü'l-luğa ve sıhâhü'l-‘arabiyye Sıhâh, thk: Ahmed Abdülğafûr Attâr, dördüncü baskı, Dârü'l-Alem li'l-Melâyîn, Beyrut, 1987/1407
Dîneverî (h. 282), Ebû Hanîfe, Ahbârü't-tıvâl, Abdülmünim Amir, 1. baskı 1960. Eserin Türkçe çevirisi için bkz: Ahbârü't-tıvâl, 215, Çevirmen Zekeriya Akman- Hüseyin Siyabend Aytemür, Ankara Okulu Yayınları, İslam Klasikleri Serisi:7, Ankara, 2017.
Ebü'l-Hüseyin Ahmed b. Fâris b. Zekeriyyâ (h. 395), Mu‘cemü Mekâyisi'l-Luğa, Thk ve zapt: Abdüsselam Muhammed Harun, Mektebü'l-İ‘lâmi'l-İslâmî, 1404 Qum.
Hâkim en-Nîsâbûrî (h. 405), Ebû Abdillâh Muhammed b. Abdillâh b. Muhammed el-Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ‘ala's-sahîhayn, Thk: Mustafa Abdülkadir Ata, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2. Baskı, Beyrut, 1422.
Hamevî (h. 626), Ebû Abdillâh Şihâbüddîn Yâkūt b. Abdillâh el-Hamevî el-Bağdâdî er-Rûmî, Mu‘cemü'l-buldân, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-arabi, 1979.
Hârezmî (h. 568), el-Muvaffak b. Ahmed b. Muhammed el-Mekkî, el-Menâkıb, Thk: Şeyh Mahmud Mâlikî, Müessesetü'n-Neşri'l-İslâmî, 2. Baskı, Kum, 1411
Hatîb el-Bağdâdî (h. 463), Ebû Bekir b. Ahmed b. Ali, Târîhu Bağdâd ev Medîneti's-Selâm, thk: Mustafa Abdülkadir Ata, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1. Baskı, 1417, Beyrut.
Heysemî (h. 807), Nûreddin Ali b. Ebî Bekir, Mecme‘ü'z-zevâid ve menbe‘ül-fevâid Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1408-Beyrut.
Mecmeü'z-Zevâid, Thk: Hüseyin Selim Esed ed-Daranî, Dârü'l-Minhâc, 1. Baskı, 1436, Cidde
İbn Abdülberr (h. 463), Ebû Ömer Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdillâh b. Muhammed b. Abdilberr en-Nemerî, el-İstî‘âb fî ma‘rifeti ashâb, tashih ve tahriç: Adil Mürşid, Darü'l-Alam, 1. Baskı, Ürdün, 1423.
İbn Abdurabbih (h. 328), Ebû Ömer Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Abdirabbih b. Habîb el-Kurtubî el-Endelüsî, el-İkdü'l-ferîd. Dârü'ş-şerefiyye, Mısır, 1316.
İbn Adiy (365), el-Kâmil fi'd-Duafâ, Thk: Doktor Süheyl Zekkâr, Dârü'l-Fikir, 3. Baskı, 1989.
İbn Asâkir (h. 571), Hafız Ebü'l-Kasım Ali b. Hasan b. Hibetullah b. Abdullah, Târîhu Medîneti Dımaşk, Tahkik: Ali Şiri, Darü'l-Fikir, Beyrut, 1415.
İbn A‘sem (h. 320 veya 314), Ebû Muhammed Ahmed b. A‘sem el-Kûfî el-Ahbârî, el-Fütûh, Thk: Ali Şîrî, Dârü'l-Adva, 1. Baskı, Beyrut. 1411.
Türkçe çeviri için bkz: İbn A‘sem, Fütûh, çeviri: Mehmet Cevher Caduk, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2020
İbn Ebî Şeybe (h. 235), Ebûbekir Abdullah b. Muhammed, el-Absî el-Kûfî, el-Musannef, Tahkik: Muhammed Avvâme, Müessesetü Ulûmi'l-Kur'an, 1. Baskı, 2006, Beyrut.
İbn Ebü'l-Hadîd (h. 656), Ebû Hâmid İzzüddîn Abdülhamîd b. Hibetillâh b. Muhammed el-Medâinî, Şerhü Nehci'l-Belâğa, Thk: Muhammed Ebü'l-Fazl İbrahim, Darü İhyai'l-Kütübi'l-Arabiyya, 1. Baskı, 1378
İbnü'l-Esir (h. 630), İzzüddîn Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed el-Cezerî, Üsdü'l-ğâbe fi ma‘rifeti's-sahâbe, Dârü İbn Hazm, 1. Baskı, Beyrut, 2012
El-Kâmil fi't-târîh, Ebü'l-Fidâ Abdullah el-Kâdî, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrut, 1407
İbn Hacer Askalânî (h. 852), Ahmed b. Ali b. Hacer, Lisânü'l-mizân, Edit: Abdülfettâh Ebu Gudde, 1. Baskı, 1423, Beyrut.
Tehzîbü't-tehzîb, Dârü'l-Fikir, 1. Baskı, 1404.
İbn Hallikân (h. 681), Ebü'l-Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Hallikân el-Bermekî el-İrbilî, Vefiyyâtü'l-a‘yân ve enbâü ebnâi'z-zemân, Dârü Sadır, Beyrut.
İbn Hibbân (h. 354), Muhammed b. Hibbân b. Ahmed Ebû Hâtem et-Temîmî el-Büstî, es-Sikât, Dârü'l-Meârifi'l-osmaniyye, 1. Baskı, Haydarabad, 1393.
İbn İmâd (h. 1089) Ebü'l-Felâh Abdülhay b. Ahmed b. Muhammed es-Sâlihî el-Hanbelî, Şezerâtü'z-zeheb fî ahbâri men zeheb, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabi, Beyrut.
İbn Kesîr (h. 774), Ebü'l-Fidâ' İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn Ömer b. Kesîr ed-Dımaşkî, el-Bidâyetü ve'n-nihâye, thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Merkezü'l-buhûs ve'd-dirâsât el-‘arabiyye ve'l-islâmiyye, 1. Baskı, 1418.
İbn Kuteybe ed-Dineverî (h. 276), Ebû Muhammed Abdullâh b. Müslim b. Kuteybe, ‘Uyûnul-ahbâr, el-Müessesetü'l-Mısriyye, 1383.
İbn Kuteybe (h. 275), Ebû Muhammed Abdullāh b. Müslim b. Kuteybe ed-Dîneverî, el-İmâme ve's-siyâse el-mâ‘rûf bi târîhi'l-hulefâ, thk: Ali Şîrî, Dârü'l-Adva, 1. Baskı, Beyrut, 1410
İbn Sa‘d (h. 230), Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa‘d b. Menî‘ el-Kâtib el-Hâşimî el-Basrî el-Bağdâdî, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Dârü Sadır, Beyrut.
Et-Tabakâtü'l-kübrâ, thk: Muhammed Abdülkadir Ata, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1410
İbn Teymiyye (h. 728), Ebü'l-Abbâs Takıyyüddîn Ahmed b. Abdilhalîm b. Mecdiddîn Abdisselâm el-Harrânî, Minhâcü's-sünneti'n-nebeviyye, Dârü'l-Hadis, 1. Baskı, Kahire, 2004.
İbnü'l-Cevzî (h. 597), Ebü'l-Ferec Abdurrahmân b. Ali, el-Muntazam fî Târîhi'l-Mülûki ve'l-Ümem, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1. Baskı. 1992-Beyrut.
el-Ketebî (h. 764) İbn Şâkir Muhammed b. Şâkir b. Ahmed b. Abdurrahmân ed-Dârânî ed-Dımaşkî, Fevâtü'l-vefiyyat, Dârü Sadır, 1. Baskı, Beyrut, 1974.
Mahmud Muhammed el-Lamih, Teşrîhü şerhi nehci'l-belâğa li İbn Ebî'l-Hadid, Tahkik: Süleyman Salih el-Hıraşî, Dârü'l-Âli'r-rıyadiyye es-suudiyye, 1. Baskı, 2009.
Mes‘ûdî (h. 345), Ebü'l-Hasen Alî b. el-Hüseyn b. Alî el-Mes‘ûdî el-Hüzelî, Mürûcu'z-zeheb ve me‘âdinü'l-cevher, el-Mektebetü'l-Asriyye, 1. baskı, Beyrut, 1420
Mızzî (h. 742), Ebü'l-Haccâc Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdirrahmân b. Yûsuf, Tehzîbü'l-kemâl fi esmâi'r-ricâl, thk, zabt ve talik: Beşşâr Avvâd Maruf, 4. Baskı, 1406.
Muhibbüddîn el-Hatîb (h. 1969), Muhibbüddîn b. Ebi'l-Feth Muhammed b. Abdilkâdir, el-Müntekâ min minhâci's-sünne
Nesâî (h. 303), Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb b. Alî en-Nesâî Hasâisü Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Tâlib, Tahkik: ed-Dânî b. Minber Âl Zehvî, el-Mektebetü'l-Asriyye, Sayda-Beyrut
Şerîf er-Razî (h. 406), Nehcü'l-Belâğa, Subhî Salih, beşinci baskı, Dârü'l-Üsve, Tahran, 1425.
Suyûtî (h. 911), Ebü'l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr b. Muhammed el-Hudayrî es-Süyûtî eş-Şâfiî, ed-Dürrü'l-mensûr fi't-tefsîri bi'l-me'sûr, thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Merkezü Hecer 1. Baskı, Kahire- 1424
Taberânî (h. 360), Müsnidü'd-dünyâ Süleymân b. Ahmed b. Eyyûb, Mu‘cemü'l-kebîr, thk ve tahriç: Hamdî Abdülmecid es-Selefî, Mektebetü İbn Teymiyye, Kahire.
Mu‘cemü'l-Evsât, Thk: Tarık b. İvezullah b. Muhammed, Dârü'l-Haremeyn, 1416, Kahire.
Taberî (h. 310) Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr, Câmi‘ü'l-ümem ve'l-mülûk, Thk: Muhammed Ebü'l-Fazl İbrahim, Darü'l-Mearif, 2. Baskı, Mısır,
Türkçe Çevirisi içinb bkz: Tarihü't-Taberi, 5/168, Ankara Okulu Yayınları, Çeviri: Cemalettin Saylık, Ankara 2021
Taftâzânî (h. 792), Mes‘ûd b. Fahriddîn Ömer b. Burhâniddîn Abdillâh el-Herevî el-Horâsânî et-Teftâzânî, Şerhü'l-makâsıd min ‘ilmi'l-kelâm, Alemü'l-Kütüb, 2. Baskı, 1998, Beyrut.
Tahâvî (h. 321), Ebû Cafer Ahmed, Şerhü müşkili'l-âsâr, Tahkik: Şuayb Arnâvût, Müessesetü'r-Risâle, 1. Baskı, 1994- Beyrut.
Tirmizî (h. 279), Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre (Yezîd) b. Mûsâ b. ed-Dehhâk, Sünen, Thk: Râid b. Sabri b. Ebû Alafe, Dârü'l-Hadare, 2. Baskı, 1436, Riyad.
Tûsî (h. 460), Ebû Ca‘fer Muhammed b. Hasan, Ricâl, s. 203, thk: Cevâd Feyyûmî İsfahânî, Müesssesetü'n-Neşri'l-İslâmî, Kum-1415
Ukaylî (h. 322), Ebû Ca‘fer Muhammed b. Amr b. Musa b. Hammâd, ed-Du‘afâü'l-kebîr, Thk ve tevsik: Doktor Abdülmuti Emin Kalacî, Menşurâtü Muhammed Ali Baydûn, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2. Baskı, Beyrut, 1418.
Ümmü Şuayb el-Vâdıîye, es-Sahîhü'l-müsned min fadâilü ehli'l-beyti'n-Nübüvvet, Takdim: Ebû Abdurrahmân Mukbil b. Hâdi el-Vâdıî.
Yâ‘kûbî (h. 292), Ebü'l-Abbâs Ahmed b. Ebî Ya‘kûb İshâk b. Ca‘fer b. Vehb b. Vâzıh el-Ya‘kûbî, Târîh, Müessesetü'n-neşr ve'l-ferhengi ehl-i beyt, Kum, tarihsiz.
Zehebî (h. 748), Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osmân ez-Zehebî et-Türkmânî el-Fârikî ed-Dımaşkî, Mîzânü'l-i‘tidâl fî nakdi'r-ricâl, Thk: Ali Muhammed el-Becâvî, Dârü'l-Marife, 1. Baskı, Beyrut, 1382.
Siyerü a‘lami'n-nübelâ, Thk: Şuayb Arnavut, Beşşâr Avvâd Maruf, Müessesetü'r-Risâle, 1402.
Târîhü'l-İslâm, Ömer Abdüsselâm Tedmüri, 1. Baskı, 1407
[1] Tevil kelimesinin geçtiği ayetler için bkz: Yûsuf 6, 21, 36, 37, 44, 45, 100, 101; Kehf 78-82; Nisa 59; İsra 35, Âl-ı İmrân 7 (iki defa); Araf 53; Yunus 39; Yusuf,
[2] İbn Fâris, Mu‘cemü Mekâyisi'l-Luğa, 1/158-162, Thk ve zapt: Abdüsselam Muhammed Harun, Mektebü'l-İ‘lâmi'l-İslâmî, 1404 Qum.
[3] el-Cevherî, İsmâ‘îl b. Hammâd, Tâcü'l-luğa ve sıhâhü'l-‘arabiyye Sıhâh, 4/1627, thk: Ahmed Abdülğafûr Attâr, dördüncü baskı, Dârü'l-Alem li'l-Melâyîn, Beyrut, 1987/1407
[4] Ahmed b. Ali b. Müsennâ et-Temîmî (h. 307), Müsnedü Ebû Ya'lâ el-Mevsılî, 2/341-342, Hadis No: 1086, Müsned-ü Ebî Saîd el-Hudrî bölümü, Tahkik: Hüseyin Selim Esed, 2. Baskı, Dârü'l-Memûn li't-Türâs, 1989, Beyrut
[5] Ebû Ya‘la, Müsned, 2/342.
[6] Ebû Ya‘la, Müsned, 2/342; Heysemî, Nûreddin Ali b. Ebî Bekir, Mecme‘ü'z-zevâid ve menbe‘ül-fevâid 9/134, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1408
[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 17/390, Hadis No: 11289, Tahkik (bu cildin tahkiki): Şuayb el-Arnavût, Muhammed Nuaym Akarkûsî ve Nuaym Zi'bîk, Müessetü'r-Risâle, Beyrut, Tarihsiz.
[8] Tahâvî, Ebû Cafer Ahmed, Şerhü Müşkilü'l-Âsâr, 10/237, hds no: 4058, Tahkik: Şuayb Arnâvût, Müessesetü'r-Risâle.
[9] Tahâvî, Şerhü Müşkilü'l-Âsâr, 10/237.
[10] Muhammed Nâsırüddîn Albânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, 5/639-640, Hadis No: 2487.
[11] Albânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, 5/640,
[12] İbn Ebî Şeybe (h. 235), Ebûbekir Abdullah b. Muhammed, el-Absî el-Kûfî, el-Musannef, 17/105, Hadis No: 32745, tahkik: Muhammed Avvâme, Müessesetü Ulûmi'l-Kur'an, 1. Baskı, 2006, Beyrut.
[13] İbn Ebî Şeybe (h. 235), el-Musannef, 17/105.
[14] Müsnedü Ebî Yala, 1/397, hds no: 519; Bezzâr, Ebû Bekir Ahmed b. Amr b. Abdülhâlik el-‘Atekî, Müsned, 3/26, hds no: 774, thk: Mahfuzurrahman Zeynullah, Müessesetü ‘Ulumi'l-Kur'an ve Mektebeü Ulum ve'l-Hikem, 1. Baskı, 1409; Ukaylî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Amr b. Musa b. Hammâd, ed-Du‘afâü'l-Kebîr, 2/51, 482, Thk ve tevsik: Doktor Abdülmuti Emin Kalacî, Menşurâtü Muhammed Ali Baydûn, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut; İbn Asâkir, Hafız Ebü'l-Kasım Ali b. Hasan b. Hibetullah b. Abdullah, Târîhu Medîneti Dımaşk, 42/468, Tahkik: Ali Şiri, Dârü'l-Fikir, Beyrut, 1415; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-ğâbe fi ma‘rifeti's-sahâbe, s. 883, harfü'l-ayn, madde no: 3790, Dârü İbn Hazm, 1. Baskı, 2012, Beyrut.
[15] Heysemî, Mecmeü'z-Zevâid, 15/179, hds no: 12086, Kitabü'l-Fiten, Babu Fima kâne beynehum Yevme Sıffîn, Thk: Hüseyin Selim Esed ed-Daranî, Dârü'l-Minhâc, 1. Baskı, 1436, Cidde
[16] İbn Hibbân, es-Sikât, 6/296, Mimmen İbtedee ismuhu Ala'r-Raî, Dârü'l-Meârifi'l-osmaniyye, 1. Baskı, 1393
[17] Askalânî, Ahmed b. Ali b. Hacer, Lisânü'l-Mizân, 3/449-450, 3121 nolu tercüme-i hal, Edit: Abdülgfettâh Ebu Gudde, 1. Baskı, 1423, Beyrut.
[18] Tûsî, Ebu Cafer Muhammed b. Hasan, Rical, s. 203, 25999 nolu tercüme-i hal, thk: Cevâd Feyyûmî İsfahânî, Müesssesetü'n-Neşri'l-İslâmî, Kum- 1415
[19] Lisânü'l-Mizân, 3/449-450
[20] Belâzurî, Ensâbü'l-eşrâf, 2/137-138, Thk: Şeyh Muhammed Bakır Mahmudî, Müessesetü'l-alemî, 1. Baskı, Beyrut-1394
[21] İbn Adiy (365), el-Kâmil fi'd-Duafâ, 2/219 madde no: 402 Hakim b. Cubeyr el-Esedî; Thk: Doktor Süheyl Zekkâr, Dârü'l-Fikir, 3. Baskı, 1989; İbn Asâkir, Tarîhü Medîneti Dımaşk, 42/469, Thk: Ali Şiri, 1. Baskı, 1417- Beyrut.
[22] Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ‘ala's-sahîhayn, 1/740, hds no: 2058, Kitâbü Fedâili'l-Kur'an, Ahbâru fi fadli sûreti'l-bakara.
[23] Mecmeü'z-Zevâid, c, 7, s. 508, hds no: 5188, Kitâbü's-Sıyam, Babu Sıyami'l-Aşura
[24] Tirmizî, Sünen, Kitâbü's-salat, Bâbu ma cae fi't-ta‘cîli fi'z-zuhr, hds no: 155 (Tirmizî: Hadisu Aişe hadisun hasenun); Kitâbü'l-menâkıb, hds no: 3804, bab no: 85 “Haza hadisun hasenun garibun (Bu hadis hasen gariptir.)” Ancak gariplik gerekçesi Hâkim b. Cübeyr değil de Zeyd b. Ebî Evfa'dır.
[25] İbn Asâkir, Târîhu Medineti Dımaşk, 42/469.
[26] İbn Hacer, Tehzîbü't-tehzib, 1/85-86, 175 nolu madde Ebî Davud (Eban)'ın tercüme-i hali.
[27] Taberânî, Ebü'l-Kâsım Müsnidü'd-dünyâ Süleymân b. Ahmed b. Eyyûb, Mu‘cemü'l-evsat, 9/165, hds no: 9434 (İsmi Heysem olanlar); Taberânî, Mu‘cemü'l-Kebîr, 10/112, hds no: 10054.
[28] El-Mizzî, Ebü'l-Haccâc Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdirrahmân b. Yûsuf, Tehzîbü'l-kemâl fi esmâi'r-ricâl, 27/530- 535, 5939 nolu tercüme-i hal, thk, zabt ve talik: Beşşâr Avvâd Maruf, 4. Baskı, 1406
[29] Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek ‘ala's-Sahîhayn, Kitâbü'l-et‘ıme, 4/132, hds no: 7128; Kitâbü'l-libâs, 4/217, hds no: 7420
Hâkim her iki hadis için de şu notu düşmüştür: Bu hadis sahih bir isnad zincirine sahiptir. Ancak Buhârî ve Müslim bu hadisi tahriç etmemişlerdir.
[30] Tûsî, er-Rical, s. 232, 3153 no'lu tercüme-i hal.
[31] Mu‘cemü'l-kebîr, 10/112, hds no: 10053
[32] Ebû Ya‘la, Müsned, 3/194-195, hds no: 1623
[33] Ukaylî, ed-Du‘afâü'l-kebîr, c. 3/480, 1537 nolu tercüme-i hal Thk: Abdülmuti Emîn Kalacî, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye 1418-Beyrut
[35] İbn Hibbân, Sikât, 7/336, Bâbü'l-Kafi; et-Tûsî, Ricâl, s. 273, 3943 nolu tercüme-i hal
[36] Heysemî, Mecmeü'z-zevâid, 15/179, hds no: 12089, Kitabü'l-Fiten, Babu Fima kâne beynehum Yevme Sıffîn,
[37] Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ‘ala's-sahîhayn, 3/134, Kitâbü ma‘rifeti's-sahâbe, Fadâilü Ali b. Ebî Tâlib, hds no: 4628
[38] İbn Hibbân, es-Sikât, 5/219
[39] Tarîhu Medîneti Dımaşk, 42/471
[40] Değerlendirmeler için bkz: ‘Ukaylî, ed-Du‘afâ, 3/313, 1327 nolu tercüme-i hal.
[41] Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek ‘ala's-Sahîhayn, 3/150, Hds no: 4674 ve 4675
[43] Taberânî, Mucemü'l-kebîr, 4/172, hds no 4049 (Mihnef b. Süleym'in Ebû Eyyûb'tan rivayet ettikleri; İbn Asâkîr, Târîhu Medîneti Dımaşk, 14/53 (Tercümetü Ebî Eyyûb el-Ensârî)
[44] Suyûtî, ed-Dürrü'l-mensûr fi tefsiri bi'l-me'sûr, 13/210.
[45] Beyhakî, el-Mehâsin ve'l-Mesâvî, s. 19 (Mehâsinü Ali, b. Ebî Tâlib- https://al-maktaba.org/book/564/19#p1)
[46] Müslim, Kitâbü'z-zekât, Bâbü zikri'l-Havârici ve sıfatihim, hds no: 1064
[47] Şiî cerh ve tadil bilginlerinin açıklamaları için bkz: İbn ‘Anbe, Umdetü't-Tâlib, s. 207; Muhsin Emîn el-Amılî, c. 9, s. 218.
Mutezile için bkz: İbn Ebi'l-Hadîd, Şerhü Nehci'l-Belâğa, c. 1, s. 40
[48] İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam fî Târîhi'l-Mülûki ve'l-Ümem, 15/115, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1. Baskı. 1992- Beyrut.
[49] Hatîb el-Bağdâdî, Tarîhü Bağdâd, 2/243, 715 nolu tercüme-i hal.
[50] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihaye, 15/566, hicretin 406. Yılının olayları.
[51] İbn Hallikân, Vefiyyâtü'l-a‘yân ve enbâü ebnâi'z-zemân, 3/313
[52] Mahmud Muhammed el-Lâmih, Teşrîhü Şerhi Nehci'l-Belâğa, 8.
[53] İbn İmâd el-Hanbelî, Şezerâtü'z-zeheb fî ahbâri men zeheb, 8/422
[54] İbn Hallikân, Vefiyyâtü'l-a‘yân, 4/354
[55] İbn Şâkir Muhammed b. Şâkir b. Ahmed b. Abdurrahmân el-Ketebî ed-Dârânî ed-Dımaşkî, Fevâtü'l-vefiyyat, 1/112-113.
[56] Zehebî, Mîzânü'l-i‘tidâl fî nakdi'r-ricâl,, 3/124
[57] Muhibbüddîn el-Hatîb, Hâşiyetü'l-müntekâ min minhâci's-sünne, 22.
[58] Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek ‘ala's-Sahîhayn, 2/378, hds no: 3327
[59] Sadüddîn et-Taftâzânî, Şerhü'l-makâsıd min ‘ilmi'l-kelâm, 5/310
[60] İbn Teymiyye, Minhâcü's-sünneti'n-nebeviyye. 8/55.
[62] Murûcu'z-Zeheb, 2/326.
[63] Nehcü'l-Belâğa, hutbe no: 13, 28-29, zapt. Subhî Salih, beşinci baskı, Dârü'l-Üsve, 1425- Tahran.
[64] Dineverî, Ahbârü't-Tıvâl, 143. Dineverî'de “Dininiz nifak” cümlesi geçmemekte diğer cümleler geçmektedir.
[65] Mesûdî, Murûcu'Zeheb, 2/287. Buradaki ibare “Dînüküm zeyğun ve şikâk” şeklindedidir
[66] İbn Kuteybe, ‘Uyûnu'l-Ahbâr, 1/217
[67] İbn Abdurabbih, el-İkdü'l-Ferîd, 4/328. Ancak İbn Abdürabbih! Hutbenin baş bölümünü nakil ettikten sonra ilgili bölümü tümde atar. “Ahlakınız alçak, ahdiniz ayrılık, dininiz nifak…”
[68] Hârezmî, el-Menâkıb, s. 189.
[69] Hamevî, Mu‘cemü'l-Buldân, 1/436.
[70] İbn Ebi'l-Hadîd, Şerhu Nehci'l-Belâğa, 1/251
[71] Sahîhü Müslim, Kitâbü'l-imân, Bâbu beyâni naksi'l-imân, Bab No: 33, 60, Hadis No: 78.
[72] Sahîhü İbn Hibbân, 15/367, Hadis no: 6294.
[73] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/71.
[74] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/71
[75] Nesâî, Hasâisü Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Tâlib, s. 86, Tahkik: ed-Dânî b. Minber Âl Zehvî, el-Mektebetü'l-Asriyye, Sayda-Beyrut Hadis No: 100, 101, 102.
[76] İmam Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel, Fadâilü's-Sahâbe, 2/196, Hadis No: 948.
[77] Zehebî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed, Siyeru ‘alâmi'n-nübelâ, 17/169, Müessesetü'r-Risâle.
[78] Ümmü Şuayb el-Vâdıîye, es-Sahîhü'l-Müsned min Fadâilü Ehli'l-Beyti'n-Nübüvvet, s. 4 ve s. 63, Takdim: Ebû Abdurrahmân Mukbil b. Hâdi el-Vâdıî.
[79] Ahmed b. Hanbel, Fadâilü's-sahâbe, s. 579. Hds no: 979.
Muhakkık eserin dipnotunda hadisin sahih olduğunu belirtir.
[80] Buhârî, Kitâbü'l-vudû', Teknede, Çanakta, Ağaçtan Ve Taştan Yapilmiş Kablar Içinde Yikanmak Ve Abdest Almak Babı, hds no: 98
[81] Buhârî, Kitâbü'l-ezân, Hastanın Cemaatte Hazır Olması Hususundaki Sınır(ın Beyanı) Babı, hds no: 665
[82] Sahih-ü Müslim, Kitâbü's-salât, Bâbü istihlâfi'l-imâm, hds no: 418/92.
[83] Taberî, Câmi‘ü'l-ümem ve'l-mülûk, 5/150; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-târîh, 3/259
[84] İbn A'sem, Futûh, 2/463
[85] Zehebî, Târîhü'l-İslâm, 3/499; Zehebî, Siyer-ü ‘alami'n-nübelâ, 1/59; el-İstiab, 2/318; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe, 3/87 cadak
[86] İbn Asem, Fütuh, 2/421
[87] İbn Asem, Fütuh, 2/421.
[88] Taberî, Tarîh, 4/459; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-târih, 3/99; İbn Asem, el-Fütuh, 2/437; İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, 1/72.
[89] Taberî, Tarihü'l-ümem ve'l-mülûk, 4/458-459; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-târîh, 3/99; Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf, 6/212-213; Dineverî, Ahbârü't-Tıvâl, 144; Zehebî, Târihü'l-İslâm, 3/483; İbn A‘sem, el-Fütûh, 2/452; İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, 1/71; Yakûbî, Tarih, 2/180.
[90] İbn Sa‘d, Tabakât, 3/221; Zehebî, Siyer-ü Alami'n-Nübelâ, 1/32; Mesûdî, Mürûcu'z-Zeheb, 2/262; İbn Abdülberr, el-İstî‘âb fî ma‘rifeti ashâb, 360, madde no: 1255; İbn Asâkir, Tarîh-ü Medîneti Dımeşk, 25/102; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve'n-Nihâye, 10/477
[91] Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek ‘ala's-Sahîhayn, 3/417, hds no: 5587; İbn Sa'd, Tabakât, 3/222; Tehzîbü'l-kemâl, 13/423; İbn Asâkir, Târîhü medîneti Dımaşk, 25/120.
[92] İbn Abdürabbih, el-İkdü'l-Ferîd, 3/303; İbn Asâkir, Târîhü Medîne Dımaşk, 4/1169
[93] İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, 1/53; Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf, 6/196; Târîh-ü Medîne Dımaşk, 4/1198
[94] Mesûdî, Mürûcu'z-Zeheb, 2/262.
[95] İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, 3/109.
[96] Zehebî, Siyer-ü a‘lâmi'n-nübelâ, 1/67.
[97] İbn Ebû Şeybe, Musannef, 21/368-369 hds no: 38918; Beyhakî, Sünenü'l-kübrâ, 8/300, hds no: 16713
[98] İbn Ebû Şeybe, Musannef, 21/368-369 hds no: 38918. İlgili hadisin dipnotu.
[99] Bâcî, Cerh ve't-ta‘dîl, 4/193; İbn Sa‘d, Tabakât, 6/296, madde no: 2340 (Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye baskısı); İbn Hacer, Tehzîb, 4/65
[100] Bkz: el-A‘râf 8/65; 73; 85; Hûd 11/50; 61; 84; en-Neml, 27/45; el-Ankebût, 29/36.
[101] Beyhakî, (taşbaskı) Sünenü'l-kübrâ, 8/174; Beyhâkî 8/302 hds no:16722