dunya-ve-ahiret.jpg

Teveffa kavramı ve Mead

Meadda asıl olan beden olmayıp ilahî ruh üzerinden değerlendirilmelidir. Berzah alemini veya meadı rüyaya bu açıdan benzetebiliriz. İnsanın mutluluğu veya bedbahtlığı benliğine gereken özeni göstermekten geçiyor.

17 Şubat 2015 Salı

Teveffa Kavramı ve Mead

Cevher Caduk (ilahiyatçı-öğretmen)

Ehl-i Beyt Mektebinin temel inanç esaslarından birisi meaddır. Mead sözlükte a-v-d maddesinden türetilmiş olup ism-i zaman veya ism-i mekândır.  Dönüş yeri ve zamanı, yeniden diriliş anlamlarına gelmektedir.[1] Terimsel olarak ölümden sonra insanların dünya yaşamında amellerinin karşılığının verilmesi için diriltilmesidir.[2] Sözcük Kur'an-ı Kerim'de sadece bir yerde geçmektedir.

İnnellezî ferada aleyke'l-Kur'ane le raddüke ile mead/Sana Kur'anı farz kılan (Allah) elbette seni bir dönüş yerine ge­ri çeviricidir.” (28/el-Kasas/85) Ancak bu sözcüğün tefsirinde müfessirler görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu görüşleri iki maddede özetlemek mümkündür. Bir bölümü meaddan kastın Mekke olduğunu söylerken bir bölümü ölüm sonrası olarak tefsir etmişlerdir.[3]

Dolayısıyla terimsel anlamıyla sözcüğün Kur'an-ı Kerim'de geçip geçmediği tartışmalıdır.

Gerçi sözcüğün içerdiği anlamı taşıyan ifadeler Kitab-ı Kerim'de geçmektedir. Hatta sözcükle aynı kökten türetilen fiil formatında anlamı da içinde barındırarak geçmektedir.

Kema bedeeküm teudun/Si­zi ilkin yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz.” (7/el-Araf/29)

Kur'an-ı Kerim'de mead ile ilgili kaç ayetin olduğunu tespit etmek de oldukça güçtür. Muhammed Taki Misbah Yezdî Kur'an-ı Kerim'in üçte birlik bölümünün meadı işlediğini söyler.[4]

Kur'an-ı Kerim'de ayrıca 20 küsür yerde Allah-u Teala'ya iman ile ahirete iman bir arada zikredilmektedir. Bu sayısal çokluk diğer hiçbir konu için geçerli değildir. Hatta Kur'an-ı Kerim'de meada ayrılan bölüm tevhide dahi ayrılmış değildir. Meadı olmayan Tevhid ve Khalık anlayışı insana sorumluluk yüklemeyen bir anlayıştır. Meadı içinde barındıran bir Allah tasavvuru ve inancı hesabı ve yükümlülüğü içinde barındıran bir Allah inancıdır. Mekke müşriklerinde bu durum açıkça görülmektedir. Onların Allah-u Teala'nın varlığına inandıklarını, ancak ahireti inkâr ettiklerini ifade eden ayetler bulunmaktadır.[5] Yani müşrikler yeni bir yaşamın oluşunu bir diğer ifadeyle sorumluluğu inkar etmektedirler. Salt Allah inancı insanı sınırlandırmayabilir, ama meadı içinde barındıran bir Allah inancı insanı sınırlandırmakta ve evetler ve hayırları insana yüklemektedir.

Ahiret inancı insanın hayatını yönlendiren bir etkiye sahiptir. Bireysel ve toplumsal yaşamında gözle görülür bir etkiye sahiptir. İlişkilerini bu inanç çerçevesinde düzenlemeye özen gösterir. Zira dünya hayatında benimsediği inanç ve kanaatlerinin, ortaya koyduğu eylem ve davranışlarının Kıyamet gününde karşısına eksiksiz getirileceğine inanır.

Bir diğer açıdan ahiret ebedîlik yurdudur. Ölümün olmadığı bir diyardır. İnsan bir yere geçici bir süreliğine gidecek olsa dahi hazırlık yapar. Ahiret gibi ebedî bir yurda oldukça önem göstermesi gerekmektedir. İnsana o diyarda zarar ve yarar veren şeyleri öğrenmeli ve bu noktada hazırlıklarını yapmalıdır. Bu açıdan da ahiretin etkisi görülür.

Mead ile ilgili birçok konu bulunmaktadır. Ancak biz burada bir makalenin sınırlarını aşmamaya özen gösterecek, zihinleri kurcalayan bir soruya cevap aramaya çalışacağız.

Bu bağlamda cevaplandırılması gereken ilk soru şu: Ahirette sevap ve cezayı alacak olan bizler miyiz yoksa bizim bir mislimiz mi? Biz miyiz yoksa bizim dışımızda başka bir şey mi?

El-Cevap: Bizim dışımızda bir şey ama, bizim mislimiz.

Kur'an-ı Kerim'de de bu konu çerçevesinde değerlendirilebilecek bir ayet-i kerime mevcuttur.

Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! Allah daima üstün ve hakîmdir.” (4/en-Nisa/56)

Şöyle bir rivayet vardır:

"Ben bir defasında Caferîlerin önderi İmam Sadık'ın (a.s) yanında idim. Halife Mansur kendisini davet etmişti. O sırada zındık bir kişi olan İbn-i Ebi'l Avca İmamın yanına gelerek şöyle dedi: 'Derileri yanıp eridikçe azabı tatsınlar diye derilerini başka derilerle değiştiririz.' ayeti hakkında ne diyorsun? Farz edelim ki bu deriler günah işledi de ceza gördü. Peki öbür derilerin ne suçu var?

İmam Sadık (a.s) adama şu cevabı verdi: 'Yazıklar olsun sana! O İkinci deri birinciden başka olmakla birlikte birincinin aynısıdır.' Adam, 'Bu söylediklerini açıkla' dedi. İmam da sözlerine şöyle devam etti: 'Baksana, eğer bir adam bir tuğlayı tutup kırar da sonra onu su ile yoğurup kalıba dökerek eski biçimine döndürürse, o tuğla başka bir şey olmakla birlikte ilkinin aynısı olmaz mı?' Adam, 'Evet, anladım. Allah insanların senden faydalanmalarını nasip etsin' dedi."[6]

Diyalogda dikkat çeken husus İbn Ebi'l-Avca'nın Ğayreha (başka deriler) ifadesine dayanarak itiraz etmesidir. Bir diğer ifadeyle başka deriler kişinin dünya hayatında işlediği günahlar ve masiyetlerde herhangi bir katkısı bulunmamaktadır. Diğer derilerin günahı nedir ki, onlar da azap görüyorlar?

Ancak bizim ele alıp cevaplandırmak istediğimiz konu bunun daha ileri boyutlarını ve daha ilerisini teşkil etmektedir.

İnsan bedeni toprağa dönüşmekte, topraktan bitkiye, bitkiden ağaca, ağaçtan ürüne dönüşmekte, bu ürünü bir hayvan yemekte, biz de o hayvan eti yenilen hayvanlardan ise yiyoruz. İlk beden değişip, dönüşümlerle başka bir insanın bedeninin bir parçası olmaktadır. Bir beden hem müminin hem de kâfirin bir parçası olabilir. Kişinin ahirette bu kullandığı beden üzerinden dirileceğini göz önüne alacak olursak şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Bu beden ilk insana mı ikinci insana mı yoksa her ikisine de mi verilecektir. Yoksa hiçbirisine verilmeyecek midir?[7],

Kelam kitaplarında bu şüphe “Şüphetü'l-Âkili ve'l-me'kûl” olarak geçmektedir.

İlk beden sadece iki tanede veya üç tanede durmamaktadır. Belki binlerce bedene geçmektedir. Hangisi ödül alacak, hangisi ceza alacak! İtiraza bu yönüyle bir haklılık payı verilebilir. Çünkü tam bir kaos bulunmaktadır.

Eğer başka bir beden üzerinden dirileceğini söyleyecek olursak bu durumda da şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Dünyada hiçbir amel işlemeyen bu beden nasıl da sevaba veya cezaya konu olabiliyor.

Bir diğer soru: Biz ölümün bir son olmadığına inanmaktayız. Dahası ahiret yurduna geçişi sağlayan bir köprü olduğuna inanmaktayız. Ölümümüzle birlikte beden çürümekte hatta yok olmaktadır. Bu bedenin rolü nedir? Öldükten bir müddet sonra ondan geriye hiçbir şey kalmıyor. Geriye kalan şey nedir? Beden ise zaten yok olmuş.

Bütün bu sorular cevap beklemektedir. Cevaplar da ilmî ve doyurucu olmalıdır.

İnsanın Hakikati

Bu sorulara cevap verebilmek için insanın hakikatini anlayabilmek gerekiyor. İnsanın hakikatini tanımadan bu sorulara cevap verebilmek güçtür. Kur'an ve akıla göre insan nedir?

Ayrıca bu makalede ispat etmek istediğimiz bir husus daha var.

Bizim şöyle bir iddiamız var: İnsan şu bedendeki organlarla sınırlandırılamaz. İnsanı insan kılan ve ona değer katan bu bedenin organlarının ötesinde bir özelliği var.

İnsan acaba şu bedenin organlarıyla sınırlandırılabilir mi? İnsan el, kol, ayak, bağırsak, göz, akciğer vb iç ve dış organların toplamından mı ibarettir. Yoksa insan bunun ötesinde bir şey midir? İnsanı bu organların toplamından ibaret sayacak olursak meadı ispat etmek ve meada bir anlam yüklemek pek de mümkün görünmüyor ve hikmete de uymuyor. Diğer bir ifadeyle insanı salt bir maddî varlık olarak tasavvur edip bunun üzerinden meadı ispata gitmek oldukça güçtür.

İnsan, madde ötesi bir varlıktır.

İnsan nedir, öyleyse? İnsanı nasıl tanımlayacağız?

İnsanın madde ötesi bir varlık oluşu ne anlama geliyor? Biz bununla neyi kastediyoruz?

İnsanın algılaması ve algıladığı şeyler ikiye ayrılır.

a-Bir araç kanalıyla algıladığı şeyler. Duyu organlarıyla algılanan şeyler bu türdendir ve bu şekilde elde edilen bilgilere husulî bilgi denir.[8] Gözümüzün gördüğü, kulağımızın işittiği, burnumuzun kokladığı şeyler bu kategoriye girmektedir.

Bunların bütününde bir vasıta bulunmaktadır. Bu organlardan birisi eksik olduğu zaman idrak edilen o şeyin boyutunda da eksiklik bulunmaktadır.

Bu tür algılar bazen yanıltıcı veya hatalı da olabilmektedir. Algı kanalıyla elde ettiğimiz şey gerçeğe uygun ise bilgimiz de doğrudur; eğer vakıaya aykırı ise yanlış bilgi elde etmişiz demektir.

Örneğin, suyun içindeki bir çubuğun göze kırılmış bir halde görülmesi gibi. Çay bardağının içindeki kaşığın kırık olarak görülmesi. Güneşli bir havada yolculuk yaparken karşıdaki yolda su birikintisi varmış gibi görülmesi. Ilık bir suyun elini suya koyan bir insan tarafından soğuk veya sıcak olarak algılanması gibi.

Duyularla oluşan algıya husulî ilim de denilir. Özetle obje ile nesne arasında vasıtanın bulunmasııyla elde edilen bilgiye husulî ilim denilir.

b- Direkt olarak algıladığı şeyler. Örneğin, insanın aç olması.

Diş ağrısı. Diş ağrısı çeken kişinin bilgisi ikinci algı türüne örnek iken, dıştan birisinin ona bakan kişinin elde ettiği bilgi ise ilk algı türüne örnektir.

İkinci algı türünde bir yanılma söz konusu değildir. Bu tür bilgiye huzurî ilim denilir.[9]

Bu ikisi arasındaki en önemli fark, ilkinde yanılma olasılığı söz konusu iken ikincisinde söz konusu değildir.

Bir diğer fark ise ikinci bilgi türünde kuşku da bulunmamaktadır. İnsanın sevdikleri ve nefret ettikleri şeyler bunun örnekleridir. Açılık ve susuzluk.

Âma ve Benlik

İnsanın dış dünyayı algılaması ve bilgi elde etmesi duyu organları kanalıyladır. Ancak duyu organlarının kendisi dahi algıya ve idraka konu olurlar. Göz, el, kulak, burun, mide, kalp vb. Anadan doğma kör ve sağır bir insanı tasavvur edelim. Bu insanın bedeninin organlarını tanıyabilme kudreti bulunmamaktadır. Ancak aynı insan kendisinin var olduğunu ve hayatta olduğunu bilir. Bu şahıs kendi kendisini tanıtırken ‘ben' diye tanıtır. Bu ben diye tanıttığı şey bedenin organlarının aynısı değildir. Zira kişi bedeninin organlarını tanıma olanağından yoksun olduğu halde kendi benliğini pekala tanır ve bilir. Bu ‘ben' kelimesine dayanarak bilgiler oluşturabilir. Ben seviyorum, ben düşünüyorum, ben acıkıyorum, ben arzuluyoum vb.

İnsanın benliği ile insanın bedeni birbirinden farklıdır.

Bilimsel gelişmeler de duyu organlarının değiştiğini ve dönüştüğünü aynı kalmadığını ortaya koymaktadır. Ancak değişen ve dönüşen organlara rağmen insan bütün durumlarda kendi kendisinden ben diye bahsetmektedir. Bedenin organlarının değiştiğini gözlerimizle de görmekteyiz. Hatta bilimsel gelişmeler bedenin organlarının başka bir insana geçişi olanağını da beraberinde getirmiş, organ nakli dediğimiz husus ortaya çıkmıştır.

Gördüğümüz rüyalar da işin bir diğer boyutu. Rüyadan uyandığımızda beden yerinde durduğu halde biz rüyamda şunu gördük, deriz.

Özellikle de sadık rüya dediğimiz rüya gibi. Hz. Yusuf'un 11 yıldız, güneş ve ayı rüyasında görmesi, babasına anlatırken ben gördüm demesi gibi. Aynı surede kralın, zindan arkadaşlarının gördüğü rüyalar da burada örnek olarak zikredilebilir.

İnsan rüyasında sevinmekte, üzülmekte, öfkelenmekte, hoşnut olmakta vb. İnsanın hakikatı şu bedeninin ötesinde bir şey olmamış olsaydı insan hiç rüya görebilir miydi?

İnsanın bedeni ile özü arasındaki diğer bir fark da şudur. Beden kısımlara ayrılabilmekte ancak bu özü ben de şey kısımlara ayrılmamaktadır. Beden göz, kulak, ayak, bacak, omuz gibi kısımlara ayrılabilmekte, anncak insanın özünde bir ayrılmaya gitmek mümkün görünmemektedir.

Kur'anî Pesrpektif

Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “‘Toprağın içinde kaybolduğumuz zaman, gerçekten (o vakit) biz mi yeniden yaratılacağız?' derler. Doğrusu onlar Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler. De ki: ‘Size vekil kılınan (bu konudagörevlendirilen) ölüm meleği canınızı alacak (yeteveffaküm), sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.'”  (32/es-Secde/10-1)

Ayet-i kerime müşriklerin meada ilişkin itirazlarını ortaya koymaktadır.

Cevap cümlesine bakıldığında ilk bakışta itiraz ile cevap arasında insan bir bağ kuramamaktadır. Dahası cevap ile itiraz ayrı ayrı tellerden çalıyormuş gibi bir hava hakim. Ancak cevap cümlesi üzerinde biraz kafa yorunca gerçek ortaya çıkıyor. Cevap cümlesinde meleklerin ruhları kabzetmesi için kullanılan teveffa kelimesi üzerinde durulması gerekiyor. Teveffa kelimesi ‘birşeyi bütün sayı ve birimleriyle almak, tamamen kabzetmek halini anlatmak üzere kullanılan teveffadan gelmektedir' anlamına gelmektedir.[10]

İnnema yuveffene's-Sabirune ecrehum bi ğayri hisab (Sabredenler ecirlerini hesapsız bir şekilde tastamam alırlar)

Arapların veffeytü'd-deyne sözleri de borcumu tastamam ödedim anlamına gelmektedir.

Ölümle görevli olan melek her neyi alıyorsa o bizim her şeyimizi ifade etmektedir. Ölüm meleği bizi eksizsiz bir şekilde almaktadır. Bizim bir bölümüzü bırakıp da bir bölümümüzü alıyor değildir.

Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır (Allahu yeteveffa'l-enfüse)da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.” (39/ez-Zümer/42)

Allah-u Teala'nın uykuda ve rüyada aldığı şey bizim bütün yönümüzü ifade ediyor. Her iki halete de bakıldığında beden olduğu gibi ortada duruyor. Dolayısıyla biza anlam katan özümüzü oluşturan husus Allah-u Teala'nın asaleten, ölüm meleğinin ise vekaleten aldığı ruhtur, nefistir, candır. O ruh bedenden alınınca bedenin saygıyı ifade eden bir yönü kalmıyor.  İnsan her iki halette de ölüyor. Ancak ilkişnde Allah-u Teala geri dönmesine izin verirken ikincisinde böyle bir izin söz konusu değildir.

Ölümde de uykuda da beden olduğu gibi ortada duruyorsa ve Allah-u Teala da ben sizi alıyorum diyorsa aldığı şey nedir? Bedenin kendisi ise bedenin bir yere gitmediğini görmekteyiz. Buradan kısa bir değini kabir hayatını inkar edebnlere de yöneltilebilir. Kabir hayatı vardır, diyenler, insanın o kabirdeki yaşamını kasd etmemektedirler. O zaten bedendir ve toprakta çürüyüp gidiyor. Allah-u Teala'nın mutluluk ve azap yaşattığı şey o insandan alınan ve özünü oluşturan ruhudur. Uykuda da kabirde de bedenin bir yere gittiği yok.

O zalimlerin halini ölüm şiddeti içindeyken bir görsen! Melekler onlara ellerini uzatırlar ve ‘Ruhunuzu teslim edin. (Ehricu enfüseküm) Bugün, Allah'a karşı haksız şeyler söylediğinizden ve O'nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandıralacaksınız' derler.” (6/el-Enam/93)

Meleklerin çıkardığı bir şeyden Allah-u Teala bahsetmektedir. Çıkartılan şey nedir. Melekler bedeni mi çıkartmaktadırlar. Halbuki ölümden sonra beden olduğu gibi bizim gözümüzün önündedir.

Can, (nefis) boğaza dayandığı zaman.” (56/el-Vakıa/83)

Gerçi bu son ayetin mecaza yorumlanması olasılığı varsa da hakikî anlamın kasd edilmiş olma olasılığı da bedenden çıkan bir şeye işaret etme olasılığını da göz ardı etmemek gerekiyor.

(ve lekad khalakna) And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden (süzülüp çıkarılmış çamurdan) yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta (rahimde) nutfe (sperma) haline getirdik. Sonra nutfeyi bir alaka (embrio) yarattık, derken o alakayı bir mudga (bir çiğnem et parçası halinde) yarattık, derken o mudgayı bir takım kemik yarattık, derken o kemiklere bir et giydirdik, sonra onu diğer bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah, pek yücedir.” (23/el-Müminun/12-4)

İnsanın yaratılış evrelerini konu edinen bu ayette ilginç bir nükte söz konusu. Şöyle ki, ayetler grubu Khalaka (yarattı) fiiliyle başlıyor. Çamur, sülale, rahim, nutfe, alaka, mudğa, kemik gibi giydirilmesi gibi bütün bu evrelerin hepsi Khalaka fiiline bağlanıyor. Ya sonralık bildiren sümme edatıyla veya fa-ı takibiyye ile birbirine bağlanmış. Bir zamansallık söz konusu. Daha doğrusu insanın bu yöne zamana ve mekana bağlıdır. “Sonra onu diğer bir yaratık olarak teşekkül ettirdik” bölümü khalk/yaratma fiiline bağlanmıyor. Bu bölüm için yeni bir fiil getiriliyor ki, bu fiil inşadır. Bu bölüm için evreler söz konusu edilmiyor. Yani diğer bölümde söz konusu olan zamana ve mekana bağlılık burada göze çarpmıyor.

Allah-u Teala en güzel yaratmış olma sıfatını ise inşa fiilini kullandıktan yani insana bu boyut yüklendikten sonra kullanıyor. Bu haliyle varlığın en güzel mahluku olmuş oluyor.”

Yani Secde Sûresi'nde söz konusu edilen melekler tarafından alınan şey insanın bu yönü, yerde çürüyüp yok olan şey ise insanın zaman ve mekana bağlı olan bedenidir.

Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.” (15/el-Hicr/29)

Allah-u Teala insana ruhundan üflüyor.

Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh Rabbimin emrindendir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.'” (17/İsra/85)

Ayette geçen emr kelimesini iş diye tefsir etmek mümkündür. Ancak biz Kur'an-ı Kerim'in bu sözcüğe bazı yerlerde yeni bir terimsel anlam yüklediği kanaatindeyiz. Bu anlam Allah-u Teala'nın yarattığı varlıklardır ki bunlar zaman ve mekana bağlı değildir. Kur'an-ı Kerim emr sözcüğünü bu iki ayette bu anlamda kullanmıştır. “Bizim emrimiz, bir tek sözdür; göz kırpma gibi.” (54/el-Kamer/50) ve “Bir şeyi dilediği zaman O'nun buyruğu o şeye sadece 'ol' demek olur, o şey hemen oluverir. Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah noksanlıklardan münezzehtir.” (36/Yasin/83)

Ruh da emir kapasitesine girmektedir. Bu ruh sayesinde insan bir yönüyle zaman ve mekana bağlı olmayan bir yaşam sahibi olabiliyor.

Mead çerçevesinde incelediğimiz bu yazıda meadda asıl olanın beden olmadığını ve ilahî ruh üzerinden olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Berzah alemini veya meadı rüyaya bu açıdan benzetebiliriz. İnsanın mutluluğu veya bedbahtlığı benliğine gereken özeni göstermekten geçiyor.

 


[1] Ebu Nasr İsmail el-Cevherî, es-Sıhah, s. 823, Muhammed Muhammed Tamir, Darü'l-Hadis, Kahire, 1430.

[2] Seyyid Muhammed Said et-Tabatabaî el-Hekim, Usulu'l-Akideti, s. 419, Darül-Hilal, 1431, 4. baskı.

[3] Şeyh Ebü Ali el-Fazl İbnü'l-Hasan et-Tabersî, Mecmeü'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an, c. 6, s. 269, Tahran, 1395.

[4] Muhammed Takî Misbah el-Yezdî, Durusun fi'l-Akideti'l-İslamiyye, c. 3, s. 11, 1429, 8. Baskı, Darü'r-Resuli'l-Ekrem, Beyrut-Lübnan.

[5] Örnek olarak bkz el-Ankebut, 61-3; Lokman, 25; ez-Zümer, 38;  ez-Zuhruf, 9 ve 87.

[6] Ebü'l-Hasan Ali İbn İbrahim el-Kummî, Tefsirü'l-Qummî, c. 1, s. 141, Tashih, talik ve takdim, Seyyid Tayyib el-Musevî el-Cezairî, 3. Basım, Qum; Ebu Mansur Ahmed İbn Ali İbn Ebu Talib et-Tabersî, el-İhticac, c.2, s.104, Talik Seyyid Muhammed Bakır el-Horasan, 1966, Darü'n-Numan, Necef.

[7] Şeyh Cafer Sübhanî, el-İlahiyat ela Hedyi'l-Kitabi ve's-Sünneti ve'l-Akıl, c. 4, s. 396, Derleyen ve kaleme alan Şeyh Hasan Muhammed Mekkî el-Amılî, 3. basım, 1412.

[8] Şeyh Cafer Sübhanî, Nazariyetü'l-Marifeti el-Medhelü İla'l-İlmi ve'l-Felsefeti ve'l-İlahiyat, s. 21, 1. Basım, Kudus Matbaası, 1411.

[9] A.g.e., s. 22.

[10] Ebu Abdullah Muhammed İbn Ahmed İbn Ebubekir el-Kurtubî (h.671), el-Cami li Ahkamî'l-Kur'an, c. 17, s. 18, Tahkik Doktor Abdullah İbn Abdülmuhsin et-Türkî, Müessesetü'r-Risale, 1. Basım, 1427, Lübnan.

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar