zaynab__s___alaihi_salaam_by_montazerart-d510p4c.jpg

Edriknî Yâ Binte Kevser

Zeyneb’e sevgi duyup öykünmek de yok mudur içimizde? Olduğumuz yerde yanıp yanıp kavrularak, kendi Kerbela’mızın orta yerinde şu çığlık kopmaz mı içimizde: “Beni bul ey Kevser’in kızı, beni bul Ali’den akan pak ırmak!”

24 Şubat 2015 Salı

Edriknî Yâ Binte Kevser*

“Feryâd-ı âh-ı şehidân-ı Kerbelâdır Zeynep 
Sıddîk-ı Sadakât-u aşk-ı muallâdır Zeynep” 

U. Onaran 

 


Kadın ve erkek diye yapılan iki cins adlandırmasının dışında Kur'an'da bir de “rical” sözcüğü/kavramı vardır. Rical; cinsiyetinin, benliğinin, tutkularının, iyi ya da kötü beklenti ve umutlarının üstüne çıkarak “kemal” sürecinde olan kişidir. O, bir olgunlaşma evresinden sonra yalnızca görünürde erkek ya da kadındır ama, gerçekte bu ikisini aşan bütüncül bir olgunluk erkine sahiptir. Tarihi yapanların hangi medeniyet ve kültür zemininde bulunurlarsa bulunsunlar “rical” niteliğine sahip kişiler olduğu ortadadır. “Üst insan” “mükemmel insan” vs. övgüler, aslında “Tanrı ahlakı ile ahlaklanmış” kişilere övgüdür ve onları arayış/özleyiştir. Çünkü, benliğinden ve çevresel koşullardan kaynaklanan güçsüz kılıcı, boyun eğdirici ve küçültücü etkilerle parçalanan insan, soyut olarak Tanrı, somut olarak da Tanrı'nın yakınlığıyla güçlü kıldığı istikrar ve denge adası insanlara yönelir, sever ve umut bağlar. İşte bu ‘bağlanma'yı başarabilenler, dünyada ve ahirette, bağlandıkları ipin uzandığı sonsuzlukta yollarını kaybetmeyip varılacak olana varanlardır. 

Hz. Muhammed'in ve sevgili eşi Hz. Hatice'nin torunu, Peygamber'in yoldaşı ve gözbebeği Hz. Ali ve “O benim ruhumdur” dediği gözünün nuru Cennet kadınlarının efendisi Hz. Fatıma'nın kızı, Rasul'ün buseleri ile büyüyen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'in kardeşi, ‘iki kanat'la cennete varan ve büyük Peygamber'in “Cafer'in gelişine mi sevineyim, Hayber'in Fethine mi? Bilemedim.” iltifatına mazhar olan, Hz. Ali'nin kardeşi Cafer-i Tayyar'ın gelini olan Hz. Zeynep, bu saydığımız niteliklere sahip bir kişiliktir. Hz. Zeynep, bu kutlu soya mensub olmanın getirdiği kutlu sınavı hakkıyla vermiş, Annesi Hz. Fatıma ve Annesinin Annesi Hz. Hatice gibi ‘rical'den olanların yanında yerini almıştır. 

Kavramların ve konumların karmakarışık edildiği, büyük sorumluluklar gerektiren makamların ehil olmayan insanlar tarafından tutulduğu bir zaman dilimi. Peygamberin getirdiği taptaze öğreti, yolundan saptırılmak tehlikesiyle karşı karşıya. Başka seçenekleri kalmadığı için ‘Müslüman oldum' diyen, ama içlerindeki kini her gün büyütüp intikam düşleri kuranlar, şimdi, maskelerinin ardında kılıçlarını kuşanıyorlar.  Düşman belirsiz. Ve kimse, belirsiz bir düşmanla savaşmaya yanaşmıyor. Tamamen belli olan ‘dost'ların yanında yöresinde ise çok ama çok az yiğit var. Doğru perdesinin ardında gizlenen ama aslında kocaman bir yalan olanlar, varoluşun tek sebebi ve tek hakikatinin emanetlerine, mirasçılarına akıl almadık oyunlar ve sebeplerle saldırdılar. 

Yıl Hicri 61. 
Aylardan Muharrem... 
Günlerden Cuma… Aşura. 
Bir Yer: Kerbela 
Bir Kadın: Zeynep 

Fırat'ın kenarında susuz, gönülleri yangın yeri, gözleri yaşlı Peygamber torunları. “Onları sevin ve itaat edin” denilen Ehl-i Beyt. Hz. Zeynep'in, Dedesinin gülen yüzünü, Annesinin ötelere açılan gözlerini, Babasının gül ömrünü gören gözleri şimdi, Rasul'ün evlatlarının Kerbela çölüne birer birer düşüşünü görüyordu. Önce Hz. Hüseyn'in büyük oğlu Ali Ekber… Sonra kardeşleri, sonra oğulları, sonra yeğenleri… tek… tek… “Tek bir Müslüman yok mu içinizde?” diye feryad etse de karşısındaki orduda bunu duyabilecek bir kulak sahibi yoktu ne yazık…  Hz. Hüseyn'le omuz omuza kıyam eden herkesin kıyımını görüyordu… Bir yandan kucağında ağlayan çocukları teskin ediyor, bir yandan da bu acı sahnenin beklenen sonunu düşünüyor, susuz diliyle beraber içi kavruluyordu Hz. Zeynep'in. 

Burada şehid olmak yazılı değildi onun kaderinde. İki oğlu da dayılarıyla beraber şehid olmuştu. Ama Hz. Zeynep'in feryadı sadece bu olanlara değil, Dedesinin büyük mirasının böyle hain ve sinsice yağmalanmasına ve bu beyinlere kazınacak olan olaydan sonra meydana gelecek sıkıntılı durumlaraydı. Bilinmez, ama belki de çok istemiştir O da orada kardeşiyle ve oğullarıyla can vermeyi… Bütün bu taşınmaz acıları yaşayan ve dahasını da yaşayacağını bilen bu aziz kadın, en son Hz. Hüseyn şehid edilip mübarek başını mızrağa takılı gördüğünde; “Peygamber ailesinin bu son kurbanını da kabul buyur Allah'ım!” diyebilecek kadar metanetli ve kendi üzerine düşen görevin bilincindeydi. O Kevser'in kızıydı…ve kurbanın ne olduğunu iyi biliyordu. Kardeşininkinin tamamlayıcısı olacak olan Hz. Zeynep'in Kıyamı, asıl şimdi başlıyordu. İçi paramparça ve kalanların başında, tek başına… Hz. Hüseyn'in hayatta kalan ama çok hasta olan tek oğlu İmam Zeynel Abidin'in etrafında pervane, kulağını yırtarak küpesi çekilip alınan Hüseyn'in kızı Sekine'nin üzerinde gölgelik, kafiledeki diğer kadınlar ve çocukların ise biricik dayanağıydı artık. Çadırları yakılmış, ellerinde ne varsa alınmış, örtüleri yırtılmıştı… 

Kerbela'da, Ehl-i Beyt'i kılıçtan geçirenler, kendi ölülerinin cenaze namazını kılıyordu orada. Hz. Zeynep, kumların içinde paramparça yatan, atlara çiğnetilen, rüzgarın usulca okşadığı, azaları eksik şehitlere baktı. Sonra da namazı kılınanlara… ve bütün çölü titretip göklere yükselen bir ah çekti Zeynep; 

Ah ey Muhammedim, gökyüzünün padişahı rahmet etsin sana; bu, senin Hüseyn'indir. Kanlara bulanmış, azası paramparça doğranmış. Ey ceddim Muhammedim! Bu, Ali oğlu Hüseyn'dir ki, göğsü ve yanakları senin buse aldığın yerlerdi. Biz, senin kızlarınız, esir olduk; şikayetimiz Allah'a, Muhammed Mustafa'ya, Ali Murtaza'ya, Fatıma Zehra'ya, şehitler ulusu Hamza'ya. Ah ey Muhammed, bu çırılçıplak, bu ezilmiş, bu parçalanmış ceset senin Hüseyn'indir, seher yeli ona vurmada; azgınların oğulları tarafından öldürülmüş; ah ey Eba Abdullah, ah senin hüznün, ah senin mihnetin; atam Rasulullah, Hüseyn bugün öldü… Ey Muhammed'in sahabesi! Bunlar, bu esirler gibi sürüklenip götürülenler, Mustafa'nın soyudur. Ah ey Muhammed, kızların tutsak, zürriyetin ölmüş. Bu, başı enseden kesilmiş ceset, bu imamesi, abası soyulmuş ceset, senin Hüseyn'indir.” 

Kan gölüne dönen Kerbela'dan yola çıkan kervan, bir hüzün kervanıydı. Hz. Zeynep, meydana gül yaprakları gibi saçılmış şehidlere yaşlı gözlerle bir daha baktı, bir daha, bir daha… Gittikçe uzaklaşıyorlardı oradan ve neye yaklaştıklarını bilmeden… Belirsiz bir sona doğru götürülüyordu kalanlar. Bitmez sanılan yolculuğun ilk durağı Kûfe oldu. Hz. Hüseyn'i ısrarla, ne sözler ne yeminler vererek çağıran, sonra da sözünden dönüp çağırdıkları İmam'ı şehid eden Kûfeliler, sanki bunları yapan onlar değilmiş gibi, iplerle bağlanmış, esir gibi sürüklenerek şehre getirilen Peygamber torunlarını görünce, feryadlar edip başlarına toprak saçıyorlardı. Hz. Zeynep ne onları görmek ne de duymak istiyordu. Sussa olmaz, söylese, sözü kılıçtan beter… Susmadı. Hz. Zeynep, eliyle durdurup önüne geçemediği felaketi, diliyle, gönlüyle, haliyle anlatacak ve bu Hüseynî kıyam, Zeynebî kıyamla devam edecekti. Hz. Hüseyn'in şehid olarak ayrıldığı bu zulüm meydanında, Hz. Zeynep, emanetlerle bir başına kalmış ve  sınavı, en az kardeşi kadar ağır olmuştu. Hz. Zeynep, Babasından miras olan söz ustalığı ile başladı konuşmaya. Sesi duyanlar ve Babasını tanıyanlar, dönüp tekrar bakıyordu sesin geldiği yöne. Bu ses ve bu belâgat onlara tanıdık gelmişti. Sanki Hz. Ali'nin dili, Zeynep'in ağzındaydı. 

Ey Kûfeliler! Siz yalancılar, siz hainler, siz ey günahkarlar, dövünün artık. Asla dindirmesin Allah göz yaşlarınızı ve kalbiniz ebediyen acıyla sızlasın, kederle için için yansın. Ey düzen ve gadir ehli, biz o Ehl-i Beyt'iz ki Allah bizi sizinle, sizi de bizimle sınadı. Tanrı, bilgisini bize verdi, anlayışını bize tevdi etti. Biz onun bilgi torbasıyız, hikmet kabı. Yeryüzünde tanrı kullarına Tanrı hüccetiyiz. Yücelikleriyle yüceltti bizi. Biliyor musunuz nasıl bir yemindir bu bozduğunuz ve kimin kanıdır bu akıttığınız? Allah'ın hangi ayetlerini çiğnediniz? Gerçekten, öylesine iğrenç öylesine menfur bir şey ki bu yaptığınız; gökyüzü yerlere kapaklanabilir, yeryüzü yarık yarık yarılabilir ve dağlar kül olup dağılabilir! Bizi yalanladınız, bize kafir oldunuz,bizimle savaşı helal saydınız,bizi esir ettiniz. Bu mukadderdi, oldu, siz de mukadder lanete ve azaba hazır olun!” 

Hz. Zeynep, babasıyla beraber senelerce içinde yaşadıkları Kûfe sokaklarını yaşlı gözlerini gizleyerek izliyordu. O zamanlar, Hz. Ali'nin nuruyla ışıldayan bu şehir şimdi fitne ve fesad merkeziydi. Fitne ve fesat hükümdarının uygulayıcısı İbn-i Ziyad (nam-ı diğer Mercane'nin oğlu), saraya getirilen Ehl-i Beyt'i kendi gözünce perişan görüp bundan pek keyif aldı. Sanki döktükleri kan yetmezmiş gibi Hz. Hüseyn'in geride kalan tek oğluna, emanetin verildiği İmam Zeynel Abidin'in canına gözünü dikti. Hz. Zeynep, dişi bir arslan gibi öne atladı ve emanete sımsıkı sarılarak haykırdı; 

Ey Mercane'nin oğlu! Çek ellerini üzerimizden artık! Kanımızı içmeye doymadın mı hala? İçimizden başka kimi bıraktın? O'nu öldürmek istersen, önce beni öldürmen gerek!” 

İmam Zeynel Abidin, halasının ardından sözü aldı ve dedi ki:

Bizi ölümle mi tehdit ediyorsun? Hâlâ anlamadın mı? Bizim kerametimiz, Şehadetimizdir.” 

Kûfe'den Şam'a uzanan yolda, bir sürü noktada konaklayan kervan, geçtiği her yeri kasıp kavurdu. Herkes, kesik başların ve elleri kolları bağlanmış götürülen ay parçası hanımların, çocukların kim olduğunu soruyor, olanları öğrenince kimisi sinip deliğine giriyor, kimisi karalar bağlayıp feryad ediyor ve Ehl-i Beyt'in hakkını soruyordu kervanın başındakilere. ‘Keşke' diyorlardı ‘Keşke biz de İmam Hüseyn'le olsaydık, onunla beraber şu zalimlerle vuruşsaydık…' Onun yanında olamamanın mahcubiyetiyle harekete geçen, sesini yükselten, Ehl-i Beyt'e izzet, ikramda bulunan kim olursa, kendine ‘Müslüman' diyen zalimler, onları da şehid ettiler. 

Bu yolculuk esnasında vuku bulduğu söylenen, dilden dile anlatılan öyle çok menkıbe var ki, söylence ile gerçek birbirine karışmış. Yalın haliyle destan olan bu olayın, söylencesini gerçekten, gerçeğini söylencesinden ayırmak gelmiyor insanın içinden. Anlatılır ki; duraklardan birinde, konaklamak için bir manastır seçilir. Manastırın papazı, gece bastırınca, mübarek başı koydukları odadan saçılan ışıkları görüp, oraya gider. Bazı olağan üstü sahnelere şahit olur odada ve dayanamayıp, mübarek başı olduğu yerden çıkarır, yaklaşıp kimin başı olduğunu anlamak için dikkatlice baktığında, Efendimizin buselerini taşıyan gül dudaklar şu sözlerle kendisini tanıtır: 

“Ben mazlumum. Ben kederliyim. Ben maktülüm. Ben garibim. Ben Mustafa'nın torunu ve Murtaza'nın oğluyum.” 

Papaz, bu şahit olduklarını manastırdaki diğer insanlara anlatır ve kalabalık bir grup, iman ederler, Müslüman olurlar. 

Bu ve bunun gibi bir çok yerde, bir çok insanın gönüllerini yakarak, aşk tohumları saçarak Şam'a vardı Ehl-i Beyt. Şam, senelerce Ümeyye oğullarının hüküm sürdüğü bir yer olduğundan, burada, Hz. Ali'ye ya da Onun evlatlarına gönülden bağlı olan birilerinin bulunmasına pek ihtimal yoktu. Kervanın gelişini sanki bir düğün varmış gibi, şenlikle karşılıyordu fitnenin evveli ve ahiri olan şehrin halkı. Hz. Zeynep, bütün yorgunluğuna ve üzgünlüğüne rağmen, yine dimdik duruyordu, durduğu yerde. Onun soyunun bu asil duruşuna aşina olan biri yaklaştı Zeynep'e ve sordu: “Kimsiniz siz?” Hz. Zeynep: “Ali'nin  kızı Zeynep'im” deyince, adam gözyaşlarına boğuldu. Hz. Zeynep, durumu görünce dedi ki; “Madem ki Rasul'e ve evlatlarına muhabbetin var, senden bir şey isteyeceğim; Şurada kesik başları taşıyanlara söyle de bizden uzaklaşsınlar. Üzerimizden örtülerimizi aldılar, halk başlara bakarken, bizleri görmesin.” 

Böylesi bir acı ve ızdırabın içinde, hükme riayetten, yapılması gerekeni yapmaktan bir an bile vazgeçmemek, Zeynepçe bir yüreklilikti. 

Yezid'in sarayındaki heyecanlı bekleyiş sona ermişti. Yezid, önüne konan Hz. Hüseyn'in kanlı başına ve hanımların çocukların perişan haline bakıp, hiç utanıp sıkılmadan halini ve içini itiraf eden şu sözleri söyledi: “ Keşke Bedir'deki ulularım bugünü görselerdi, sevinirler de ‘elin çolak olması ey Yezid' derlerdi. Kavmin ulularını öldürdük, Bedr'in öcünü aldık. Bu gün, o güne bedel.” 

Hz. Zeynep, mübarek başı görüp, bu sözleri duyunca ağlaşan kadınların ve çocukların arasından çıkıp haykırarak konuşmaya başladı:

Ey yezid! Hani sen, baban ve deden; Allah'ın ve benim kardeşimin,babamın ve dedemin dinine dönmüştünüz? 

Ey yezid! Seni bu makam ve koltuğa oturtarak Müslümanların boynuna bindirdiler. Yakında anlayacaklardır ki, zâlimlerin arasından ne kadar kötü bir zâlimi seçmişlerdir. Ey Muâviye'nin oğlu! Sanır mısın ki bize üst oldun, esirler gibi bizi şehirden şehre dolaştırdın da biz, Allah karşısında aşağılandık, sen de yüceldin? Yakında göreceksin ki asıl bedbaht, kimsesiz kimdir ve kim kötü bir âkibete sâhiptir. Ben seni muhâtap alacak kadar insan görmüyorum. Şu anda söylediklerim serzeniş ve kınamadan ibârettir. Sen elini bizim kanımıza bulaştırıp kahraman erkeklerimizin pak bedenlerini yerde bıraktın. Şimdi bizim esâretimizi ganimet saydınız. Fazla geçmeden bu kötü işi yapanlar bunun bedelini ödeyeceklerdir. Allah kendi kullarına zulüm ve eziyet etmez. Biz, ona şikâyetimizi bildiriyor ve ona sığınıyoruz. Sen de elinden geldiği kadar bizimle düşmanlık yap, hîle ve hokkabazlığa başvur. Ancak Allâh'a yemin ederim ki, bizim adımızı silemeyeceksin ve bizim vahiy nûrumuzu söndüremeyeceksin. Vay sana ey Yezid, eğer yaptığını bir bilseydin yaptıklarını bir idrak etseydin, dağlara kaçardın, kumlara döşenirdin, helak olmayı dilerdin.  Şunu bil ki senin bu adi, bu iğrenç, bu pis hareketlerin, sizin ruhunuza işlemiş olan inançsızlığınızın ta Bedir Savaşından beridir kalbinizde alev alev yanan intikam hırsının dışa vurmasından başka bir şey değildir. Ey Yezid! Bilki senin aklın çok zayıf, görüşlerin ise tutarsızdır. Fazla geçmeden ömrün tamam olacaktır. Etrafındakiler dağılacak ve o zaman Allah'ın meleği, ‘Allah'ın laneti zâlimlerin üzerine olsun.' diye seslenecektir. Allah'a hamd ediyorum ki,  evvelimizi saâdet ve mağfiretle, ve sonumuzu da şehâdet ve rahmetle tamamladı. Onun huzurundan şehitlerimize bol sevap ve mükâfat temenni ediyorum. Ümit ediyorum ki bizi onlara layık ve gurur verici temsilciler eylesin. Zira o şefkatli ve bağışlayıcıdır. Allah bize yeter ve O, ne güzel bir vekildir." 

Issız bir sessizlik çöktü birden orta yere. Büyük bir yangındı bu konuşma sanki ve şimdi yaktıklarının külleri havada uçuşuyordu. 

Kerbela'nın bir son olmadığı, aksine tam o noktada yeni bir şeylerin başladığı bu konuşmayla daha net anlaşılıyordu artık. 

Kerbela'da yazılan destan uzayıp gidecek, her zaman ve her yerde yankılanıp duracak, sesi hiç ama hiç dinmeyecekti. Hz. Zeynep, İmam Zeynel Abidin ve diğer akrabalarıyla beraber tekrar yola koyulmuş ve Medine'ye geri dönmüşlerdi. Hz. Zeynep'in çilesi burada da bitmemiş, çok sevdiği ve asla ayrılmak istemediği Medine'yi de terk etmek zorunda bırakılmıştı. Kerbela'yla başlayan yolculuğu bir türlü son bulmamış, oradan oraya sürgün edilmişti. Ama gittiği her yerde, eliyle uzanamadığına diliyle, diliyle uzanamadığına gönlüyle anlattı hakikati. Bundan sonra gelecek nesillere, bu kadar kanın niçin döküldüğünü, bu eşi görülmemiş ızdırabın nasıl ve hangi dayanakla göğüslendiğini anlatmalı, üstlendiği ‘habercilik' görevini yerine getirerek Kerbela'da yanan ateşle aydınlatmalıydı gelecek zamanları. Vakit tamam oluncaya kadar. Hz, Zeynep'in kabrinin nerede olduğuna dair çeşitli rivayetler olsa da çoğunluğun kabulü, Şam'da, bugün hâlâ ziyarete açık olan kabir yerinin doğru olduğu yönündedir. Fakat bunun dışında, doğrulanan bir başka görüş, kabrin Mısır'da olduğudur. Kimi Velilere birden çok yerde makam ve türbe izafe ediliyor, ama belki de doğrusu, Onların gönüllerde medfun olduğudur. Kabrin Şam'da olduğu doğruysa; yaşamı boyunca kardeşinin yanından ayrılmayan Hz. Zeynep, Hz. Hüseyn'i, vefatından sonra da yalnız bırakmamış, Şam'da yine kardeşinin yanında yerini almıştır ve çağrısını oradan sürdürmekte demektir. Doğru değilse de zaten ve ‘hakikaten' böyledir. Hz. Zeynep, soğukkanlılığın, inancın, bilinç yapıcılığın ve metanetin gereğini yapmıştır. O ortamda salt ağlamalarla, feryadla değil kavgayı sürdürerek ve aile onurunu savunarak dik durmuştur. Geriden gelenlere örnekliktir bu. Ne ki, her yer Kerbela bugün, ama, her kadın Zeynep değil. Beklenemez de her kadının Zeynep olması, ama Zeyneb'e sevgi duyup öykünmek de yok mudur içimizde? Olduğumuz yerde yanıp yanıp kavrularak, kendi Kerbela'mızın orta yerinde şu çığlık kopmaz mı içimizde; 

“Beni bul ey Kevser'in kızı, beni bul Ali'den akan pak ırmak!” 

* Beni Bul Ey Kevser'in Kızı! 

 

Aliye Akan

Kaynak: Bir Nokta, Aylık edebiyat Dergisi, S: 72, Ocak 2008, s. 33-36.

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar