caro-12-125b.jpg

Leyla ile Mecnun adlandırması üzerine bazı mülahazalar

Mecnûn, ma’şûku tarafından kuşatılmış, O’nun varlık deryası içerisinde içerisinde gark olmuştur; bizce mesele bundan ibarettir ve klasik Leyla ile Mecnun hikâyesi örnekleri de bu ilahî aşkı fehme takrîp için simgeleştirmişlerdir.

5 Mart 2015 Perşembe

Leyla ile Mecnun adlandırması üzerine bazı mülahazalar

Hasan Hüseyin Güneş

Baba Aziz filminde Prens ceylanın peşine düştükten sonra vahadaki gölette ruhunun seyrine dalmıştır. Prensin hizmetkârı onun kendi suretinin temaşasına daldığını savunur. Prensi bu halde gören hizmetkârı aklı temsil etmektedir. Ona göre prens kendi suretinin seyrine koyulmuştur. Oysa diğer taraftan vahadaki derviş ise prensin kendi ruhunu izlediğine inanmıştır. Derviş, hizmetkârın aksine görünen üzerine bir yorum yapmaktansa görünenin ötesine bir sezgisel kavrayış metodu geliştirmiştir.

Prensin sudaki ruhunun derinliğini müşahedesi aslında enfüste(içsel) yaptığı yolculuğu da çağrıştırmaktadır. Tabii bu içsel yolculuğun âfâk(ufuklar)a tekabül eden simetrik bir karşılığı da bulunmalıdır. Geleneksel kültürün hâkim olduğu dönemlerde İslam dünyasında yazılan eserlerde referans verme söz konusu olmamıştır. Mesela Layla ile Mecnun adlı hikâye birçok şair tarafından kaleme alınmışsa da bu hikâyenin ilk örnekleri hakkında herhangi bir bilgi verilmemiş, sanki ilk defa kaleme alınıyormuşçasına inşa edilmiştir; Leyla ile Mecnun hikâyesi her kaleme alındığında yeni bir kişisel ifadeyle oluşturulmuştur. Aslında doğu edebiyatındaki bu müşterekliğin kabullenilişi, hikâyelerin zamansallık ve toplumsallık uzamlarını kendilerince yeniden üretmelerini sağlamıştır.

Leyla ve Mecnun adlandırması üzerinde durmak gerekmektedir. Leyla'nın aslı Arapçadır ve Leylî şeklinde bir telaffuzu bulunmaktadır. Bu da geceye aitliği simgelemektedir. Cinlenmiş anlamına gelen Mecnun ismiyse karakterin asıl adı değildir. Cinlenmiş anlamına gelmektedir. Leyla karakteri enfüsteki seyre tekabül ederken, Mecnun karakteri ise âfâktaki seyre tekabül etmektedir. Bunun yanında hikâyede Leyla'nın da âfâkî yolcuklarına rastlanmaktadır. Mesela Mecnun'un başını Leyla'nın dizine koyup, başını Leyla'ya okşattığı vb. minyatürlerden bu âfâkî yolcuklar görülebilmektedir.

Leyla ve Mecnun adlandırmalarına geri dönecek olursak; burada İslamî rumuzlarla yazılmış bu hikâyenin yine bu bağlamda kurucu metinden, yani Kur'ânî referansla anlaşılabileceğini iddia etmekteyiz. Nitekim her iki kelime Kur'ân'da sadece bir yerde, Hz. İbrahim (a.s)'ın kavmine tebliğini tasvir eden hikâyede geçmektedir. Buna göre Hz. İbrahim (a.s) kavminin Allah'tan başka taptıkları yıldız, ay ve güneşin ilah olmadıklarını ispat için müşriklerin diliyle onların delillerini çürütmeye çalışmıştır. Bu kıssada

فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لا أُحِبُّ الآفِلِينَ

“Felammâ cenne aleyhi'l-leyl” (Gece üstünü örtüp bürüdüğünde) ifadesi geçmektedir.[1] Burada Leyl yine gece anlamına gelmektedir; cenn ise kapsama manasındadır. Bu anlamı merkeze aldığımızda Mecnun -delirmiş, cinlenmiş anlamında değil- kapsanmış, kuşatılmış kişi tanımlamasına konumlandırılabilir. Hâliyle İbrahim (a.s.)'ı kuşatmış olan gece (Leyl) gibi Mecnun da Leyla tarafından kuşatılmış, ihata edilmiştir. Buna binâen de Mecnun'un geceden başka bir şey göremez hale gelmesi de bu anlamı pekiştirmektedir. Her gördüğüne Leyla demesi bu nedenledir.

Hafız'ın divanının ilk gazelinde de bu bağlamda bir gece rumuzu kullanılmıştır.

الآ يا ايها الساقى ادر كأسا و ناولها          كه عشق آسان نمود اول ولى افتاد مشكلها

                           به بوي نافهء كاخر صابا زان طره بكشايد    زطاب جعد مشكينش جه خون افتاد در دلها

İlk beyitte Hafız-ı Şirazî “Ey saki devamlı kadehi doldurup sun ki aşk başta kolay göründü” demektedir. İkinci beyitte “Ceylanın göbeğindeki tüydeki kokuyu saba rüzgarı getirip sevgilin kakülünü açtı; ve onun saç örgüsünün ışığından kalplere ne ateşler düştü” demektedir. Burada konumuzla ilgili olarak altı çizilmesi gereken hususlardan biri saba rüzgârıdır. Zira bu rüzgâr gecenin yani Leyl'in bitip güneşin ışımasıyla esmeye başlayan yeldir. Bu yel, sevgilinin kâkülünü açmakta, ona hareket kazandırmaktadır. Sevgilinin siyah zülfünün aydınlığı kalpleri kanlandırmaktadır. Şairin burada sabanın peşin sıra siyah zülfün ışığını zikretmesi kesinlikle rastlantısal değildir. Bu zülf siyah da olsa aydınlığa, nura sahiptir. Gecenin, yani Leyla'nın bu aydınlığıyla kuşatılan Mecnun ancak bu ihata edilmişlikle enfüsî aydınlığa erişebilmektedir. Mecnun, Leyla'nın karanlığına daldıkça derunî yolculukta daha da mesafe kat edebilmektedir. Zira Kur'ân, dış dünyayı başlarındaki gözleriyle simsiyah bir perdeden başka bir şekilde algılayamayan zâhirî körlüğü değil, kalbî körlüğü yermektedir. Bu anlamı “(Başlardaki) gözler değil göğüslerdeki (kalp) gözleri kör olur” ayeti pekiştirmektedir.[2] Mecnun bu kalp körlüğünü öylesine aşmıştır ki, Leyla'nın karanlığı onun deruni yolculuğuna ışık tutmaktadır. Hafız'ın beyti de bu minvalde değerlendirilmelidir.

Dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de gerek Hâfız'ın bu beytinde ve gerekse klasik divan edebiyatında sevgilinin zülfünün simgeleştirilmesidir. Zülüf siyahtır ve saç tellerinin birbirine dolanmış hali olması nedeniyle de tek bir saç gibi görünmektedir; ancak aslında birçok saçtan müteşekkildir. Zülfün siyahîliğinin, saç tellerinin her birinin mevcudiyetinin fark edilmesine engel olduğu gibi, Mecnûn da Leyla tarafından kuşatılmış bir durumda olduğundan kesrette vahdeti ve vahdette kesret hâletlerine bürünmüştür. Karanlığın tüm evreni kuşattığı düşünüldüğünde, buradaki siyahîliğin ve Leylîliğin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılabilecektir.

Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, Leyla ile Mecnun hikâyesinde, Mecnun'un bizlere öğretildiği şekliyle cinlenmiş, çarpılmış, aşkından aklını kaybetmiş anlamına gelmediğini söylememiz yerinde olacaktır. Mecnûn, ma'şûku tarafından kuşatılmış, O'nun varlık deryası içerisinde içerisinde gark olmuştur; bizce mesele bundan ibarettir ve klasik Leyla ile Mecnun hikâyesi örnekleri de bu ilahî aşkı fehme takrîp için simgeleştirmişlerdir.

Gerek Nizamî Gencevî'nin kaleme aldığı ve gerekse Fuzûlî'nin yazdığı her iki örneğinde bu çerçevede değerlendirilmesi daha sağlıklı yorumların yapılmasına zemin hazırlayacaktır. Her iki eserde de pornografik unsurların bulunmayışı bu anlamda altı çizilmesi gereken hususlardır. Özellikle Abbasî dönemi şehevî ve hayvanî arzuların aşk hikâyelerinin yer aldığı diğer bir kurgusal metin olan Bin Bir Gece Masalları ile bu minvalde yapılacak bir mukayese burada işaret etmeye çalıştığımız hususun net olarak anlaşılmasına yardımcı olacaktır. İki tür arasında çok ama çok bariz ahlakî bir mesafe bulunmaktadır ki, Nizamî Gencevî'nin eserinin başına Na‘t-ı Resûl ile başlaması bu farkın önemli göstergelerinden biridir.

Mecnûn'un cinlenmiş vb. anlamalara gelmesi, Kur'ânî bütünlük içerisinde düşünüldüğünde menfî bir anlama gelmektedir. Zira Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber'e (s.a.a.) iftira ettikleri hususlardan biri, O'nun mecnun, yani cinlenmiş ve vahiy diye getirdiği sözlerin aslında cin kelamından müteşekkil olduğuydu. Bu nedenle Allah kendilerine “Arkadaşınız (Muhammed) bir deli değildir[3] cevap vermiştir. Bir başka ayette ise “Sen, Rabbinin nimeti sayesinde asla cinlenmiş değilsin[4] şeklinde bir peygamber savunusu yapılmıştır.

Son olarak aşk/ عشق kelimesinin Mecnûniyetin kuşatılmışlık anlamıyla bağıntısına değinerek yazımızı bitirelim. Aşk kelimesi Arapça sarmaşık anlamına gelmektedir. Özellikle de ağacı sarıp sarmalayan ağaç için kullanılan bu isim, zihnimizde hemen bir kuşatan kuşatılan ilişkisini çağrıştırmaktadır. Burada ma‘şûk/ معشوق kuşatılan kişidir. Tam da burada bir anlam karmaşası meydana gelmektedir. Hikâyede ma‘şûk Leylâ idi; buna göre onun kuşatılması gerekmektedir. Oysa âşk'ın Mecnûn olması kuşatanın Leyla olmamasını gerektirmektedir. Burada bizlere çıkış yolunu Râğıb el-İsfahanî sunmaktadır. Kendisi Müfredâtu'l-Kur'ân adlı meşhur ve önemli eserinde hub/ حبّ kelimesinde çok önemli bir nükteyi arz etmektedir. Buna göre; hub, tohum anlamına gelmektedir. İnsanlar âşık olmayı kendi kalbine sevgi tohumu ekerek gerçekleştirmeye çalışmaktadır, demektedir Râgıb. Bu halde, Mecnûn Leyla'nın aşk tohumunu kendi kalbine eker; -burada tohumun sarmaşığa nasıl dönüştüğünü lütfen gözden kaçırmayın-. Leyla'nın aşk tohumu büyüyüp sarmaşığa dönüştüğünde Mecnun, Leyla'nın aşkıyla kuşatılmış olur. Dolayısıyla âşık, yani kuşatan Leyla ve ma‘şûk da Mecnûn olmaktadır. Ancak “gerçek bir âşık” der Ragıb, “aşk tohumunu kendi kalbine değil, sevgilinin kalbine ekebilendir.” Tam da bu bağlamda âşık ve ma‘şûkun ittihadı söz konusu olmaktadır ki, bunu tasvir edebilmek bu satırların sâhibinin tasavvurunun çok ama çok üstündedir.

 

[1] En‘âm: 76. ayetin tamamının meâli şu şekildedir: “(İbrahim) gece üstünü örtüp bürüdüğünde (gökte) bir yıldız gördü, “İşte bu benim Rabbim” dedi. Yıldız batınca, “Batanları sevmem” dedi.”

[2] Ayetin tamamının meâli şu şekildedir: “Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki böylece onların kendisiyle düşünecek kalpleri ve kendisiyle işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü şüphesiz gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” Hac: 46.

[3] Tekvîr: 22.

[4] Kalem: 2.

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar