vafat-hazrate-mohammad-1386-orginal.jpg

İmam Humeynî'ye göre İnsan-ı Kâmilin zarureti

İnsan-ı kâmil cem ve tafsil mertebelerini bir arada toplayan ve varlık düzeninin silsilesinde tahakkuk bulan bütün işlerden haberdardır. Bu yüzden Allah Teâlâ’nın Ahad hüviyeti böyle bir mazharda tecelli etmiş ve Allah Teâlâ kendi zatını onda müşahede etmiştir.

19 Nisan 2015 Pazar

İmam Humeynî'ye Göre İnsan-ı Kâ­milin Zarureti

Yüce himmet sahibi çağdaş ârif İmam Humeynî in­san-ı kâmilin zarureti hakkında felsefî ve kelamî görüş­lerin yanı sıra irfanî meşreb esasınca da çok güzel dü­şünceler öne sürmüştür ki onun derin sözlerinden bazı pasajlar nakledeceğiz. İmam, konu hakkında diyor ki:

“Kâmil insanın a‘yân-ı sâbiti, kapsamlılık mertebesiyle zuhurda ve esmaî sûretlerin ilmî neşetteki izharında en büyük ilahî halifedir. Zira ism-i azam; celâl, cemâl, zu­hur ve butûn (bâtınlar) içerdiğinden, cemî makamıyla âyânlardan hiç birine tecelli edemez. Zira bu âyânlar dardır ve de bulanıktır. O halde öyle bir ayna olmalıdır ki, kendisine yansıyan sûretlerle uyum içinde olmalıdır. Aynı zamanda onun nuru da aynaya yansıyabilmelidir ki ilahî kaza âlemi zuhur edebilsin. Dolayısıyla eğer in­sanın sâbit “a‘yân”ı olmasaydı, sâbit a‘yânlardan hiç bi­risi zuhur etmezdi ve eğer insanın ayn-ı zuhur etme­seydi, harici âyânlardan hiçbiri zuhur etmezdi ve ilahî rahmet kapıları açılmazdı. O halde insanın a‘yân-ı sâbiti vesilesiyle ilk sona erdi ve son ilk ile irtibata geçti. Bu yüzden de insan-ı kâmilin a‘yân-ı sâbiti bütün varlıklar ile kayyumî bir birliktelik içindedir.”[1]

Aynı şekilde İmam Humeynî Çehil Hadis adlı kita­bında konu hakkında daha geniş bir şekilde şöyle diyor:

“Bil ki; marifet erbabı ve kalb ashabının buyurduğu üzere ilahî isimlerden her birinin zatî bir sevgi ve Al­lah'tan başka kimsenin bilmediği gayb anahtarlarının talebi vasıtasıyla, Hz. İlmiye-i Vahidiye'de feyz-i akdes ile tecelliye tabi olan bir sûreti vardır ve o sûrete ehlullah terminolojisinde ‘a‘yân-ı sâbite' denmektedir. Bu feyz-i akdesle tecelli sayesinde evvela esmaî tecel­liler ve bu ismî tecelli sebebiyle de a‘yân-ı sâbite olan esmaî sûretler vücuda gelmektedir. Ahadiyyet ve feyz-i akdes tecellisi ile Hz. İlmiye-i Vahidiye'de zuhur eden ve aynasında tecelli eden ilk isim ilahî/kuşatıcı ism-i azamın ve ‘Allah' müsemmasının makamıdır ki, gaybî cihetinde feyz-i akdesle tecellinin ve zuhurî kemal te­cellisinde ise bir itibara göre cem-i vahidiyyet makamının ve bir itibara göre de esmaî kesretin aynısıdır.

İsm-i cam'i ve sûretinin tecellisi ise insan-ı kâmil'in ve Hakikat-i Muhammedîye'nin aynısıdır. Nitekim feyz-i akdesin aynî tecellisinin mazharı da feyz-i mu­kaddestir ve vahidiyyet makamının tecelli mazharı ise ulûhiyet makamıdır. İnsan-ı kâmilin a‘yân-ı sâbitinin te­celli mazharı ise ruh-i azamdır. Diğer esmaî, ilmî ve aynî varlıklar ise bu sayfaları aşan ve Misbâhu'l-Hidâye kitabında detaylarını zikrettiğimiz güzel bir düzen esa­sınca, bu hakikatlerin tikel ve tümel mazharlarıdır.

Buradan anlaşıldığı üzere, insan-ı kâmil, ism-i cami‘inin mazharı ve ism-i azamın tecelli aynasıdır. Ni­tekim Kitap ve sünnette de buna birçok yerde işaret edilmiştir. Örneğin Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O, Âdem'e bütün isimleri öğretti” Bu ilahî öğretim, Hz. Vahidiyyette, Âdem'in bâtın âlemine oranla, Celâl ve Cemâl'in, cem'î ve gaybî elinin yoğrulmasıyla oluş­muştur. Nitekim şahadet âleminde sûret ve zâhirinin yoğrulması da Celâl ve Cemâl'in elinin tabiat mazhari­yeti şeklinde zuhuruyla gerçekleşmiştir. Nitekim Allah Teâla şöyle buyurmuştur: “Doğrusu biz emaneti göklere ve dağlara sunduk.” İrfan ehli nezdinde ayette geçen emanet, insan dışında hiç bir varlığın layık olma­dığı mutlak velâyet makamıdır. Bu mutlak velâyet ise Kur'an'da Allah Teâla'nın şu ayette işaret buyurduğu feyz-i mukaddes'tir. 'Allah'tan başka her şey yok olacaktır.'

Kâfi'de yer alan bir hadiste ise İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: 'Biz Allah'ın vechiyiz.' Nudbe Duası'nda ise şöyle buyrulmuştur: “Evliyanın teveccüh ettiği vechullah nerededir? Yer ve gök ehli arasın­daki bağlantı sebebi nerededir?'

Camia-i Kebir Ziyareti'nde ise şöyle yer almıştır: 'Mesel'ul a'la' Bu meseliyet (örneklik) ve vechiyet (Allah'ın vechi oluş) ise şu hadiste buyrulan şeydir: 'Allah Teâla Âdem'i kendi sûreti üzere yarattı.' Yani Âdem; Allah'ın en yüce meseli (örneği), büyük ayeti, en kâmil mahzarı, sıfat ve isimlerinin tecelli ay­nası, Vechullah, Aynullah, Yedullah ve Cenbullah'tır. 'O Allah'la duyar, görür ve tutar. Allah da onunla gö­rür, duyar ve tutar.'

Bu Vechullah ise şu ayetteki nurdur: 'Allah göklerin ve yerin nurudur.'

İmam Bakır (a.s.) ise Ebu Halid-i Kabuli'ye şöyle bu­yurmuştur: 'Allah'a and olsun ki İmamlar(a.s), Allah'ın inzal buyurduğu nurlardır. Allah'a and olsun ki İmamlar (a.s) Allah'ın göklerdeki ve yerlerdeki nuru­dur.'

Kâfi'de yer alan bir hadiste de İmam Bakır (a.s.) 'Neyi soruyorlar? Üzerinde anlaşmazlığa düştükleri büyük bir olay olan tekrar dirilme haberini mi?' ayetlerinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: 'Bu ayet Emir-el Müminin (a.s.) hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali (a.s.) şöyle buyuruyordu: 'Allah'ın benden büyük bir ayeti ve benden daha büyük bir haberi yoktur.'

 Özetle Hz. Âdem'in örneklerinden biri olduğu insan-ı kâmil, Allah'ın sıfat ve isimlerinin mazharı, en büyük ayeti, örneği ve nişanesidir. Hakk Teâla misli ve benzeri olmaktan münezzehtir. Ama Allah'ı, ayet ve alamet ma­nasına gelen 'mesel'den (örneklerden) tenzih etmemek gerekir. 'En üstün örnekler O'nundur.'

Kâinatın tüm zerreleri aziz ve yüce olan o Cemil Cemal'in tecellilerinin aynası ve ayetleridir. Ama hepsi de kendi vücud kapasitesi oranında. Dolayısıyla ve ya­ratıcısının azameti sebebiyle azameti yüce ve mukaddes olan berzahiyet-i kübra ve kevn-i cami‘ makamı dışında hiçbir şey, her şeyi kuşatan ism-i azam'ın ayeti değildir. Dolayısıyla Allah Teâlâ insan-ı kâmili ve ilk Âdem'i kendi cami‘ sûreti üzere yaratmış­tır ve onu, isim ve sı­fatların aynası kılmıştır.”[2]

İmam Humeynî'nin sözlerinden de anlaşıldığı gibi insan-ı kâmilin vücudu, her şeyden önce ilahî isim ve sıfatları göstermek için zaruridir. Sadece o ism-i azamının mazharı olabilir. Zira hakiki vahdete muttasıf olan vahid hüviyette, vahdetin hükümleri kesretin hü­kümlerine tamamen galiptir. Ahadî kahhariyet esasınca da kesretin hükümleri kahire-i vahdette tümel bir şekilde fanidir. Dolayısıyla O, vahid hüviyet, zâtının bütün işrâkî mazharlara sahip, kâmil bir mazharda zâhir olmasını ve bütün gizli ve aşikâr hakikatleri kapsamasını irade ettiği zaman, bütün bâtınî ve zâhirî durumları kendisiyle bir­likte olacağı kâmil bir mazharda yani sadece insan-ı kâmilde tahakkuk bulur. Zira sadece o mutlak zatın mazharı ile isim, fiil ve sıfatların mazharını bir arada toplayabilir. Çünkü onun vücudu yaygın kemallerin iti­daline ve kapsayıcılığına sahiptir. Sadece insan-ı kâmil bir taraftan vücûdî ve vucûbî hakikatler ile ilahî isimle­rin nispetini diğer taraftan da imkânî hakikatler ve hulkî sıfatları bir arada toplayabilir.

Dolayısıyla insan-ı kâmil cem ve tafsil mertebelerini bir arada toplayan ve varlık düzeninin silsilesinde ta­hakkuk bulan bütün işlerden haberdardır. Bu yüzden Allah Teâlâ'nın Ahad hüviyeti böyle bir mazharda te­celli etmiş ve Allah Teâlâ kendi zatını onda müşahede etmiştir. Bu, varlık âleminde insan-ı kâmilin zarureti hakkında gündeme gelen yüce hakikatler ve derin sır­larla dolu bir nüktedir.

Bu konuda şöyle bir sorunun sorulması mümkündür; irfandaki “her şey her şeydedir” kaidesine binaen her varlık bütün kemal mertebelerine sahip olabilir. Bu kap­sayıcılık insan-ı kâmile has bir şey değildir. Allah Teâlâ her şeyi her şeyde müşahede edebilir. Dolayısıyla bu, varlık âleminde insan-ı kâmilin zarureti hakkında söylenen bazı hususiyetlerin hükmünü yitirmesine ne­den olur.

Marifet ehlinin buna cevabı şudur; şüphesiz “her şey her şeydedir” kaidesi ilk taayyünün sirayeti babında her varlık için geçerlidir. İlk taayyün icmali bir şekilde bütün bilkuvve kemallerinin toplayıcısıdır. Dolayısıyla o maz­harın hususiyetleri onu gerektirdiği durumlar dı­şında hiçbir mazharda tafsili bir şekilde zâhir olmaz. İn­san-ı kâmil bütün genel ahadiyyet mazharlarına sahip ol­du­ğundan bütün kemaller onda bilfiil ve tafsili bir şe­kilde zâhir olur. Bu yüzden insan-ı kâmil ilk taayyündeki ic­malî kemaller ile farklı zuhuratlardaki tafsilli kemal­leri kendisinde toplayan tek varlıktır. O, tek ereksel illet ve yaratılışın nihai hedefidir.[3]

Dolayısıyla insan-ı kâmilin vücudunun zarureti, var­lık âleminin yaratılmasındaki nihai hedef ve ereksel il­letin tahakkukunun zorunluluğundan kaynaklanır. Bü­yük ârif İbn-i Arabî Nakşi'l-Fusûs kitabında diyor ki:

“İnsan-ı kâmil, ilahî ahadiyyetten ibaret olan ümmî kita­bın özeti sûretinde bir kitaptır. Allah Teâlâ âlemin ya­ratılması ve bekası için onu nihai gaye ve maksadın kendisi karar kılmıştır. Aynı şekilde insan bedeninin ya­ratılması ve insan mizacının mutedil kılınmasındaki asıl hedef de nâtık nefsin vücudunun tahakkuk bulmasıdır.”[4]

Öte taraftan, insan-ı kâmilin vücudunun zarureti, “âlemde sadece o ahadî hüviyetin tecelligâhı olabilir” hakikatiyle ilgilidir. İmam Humeynî'nin deyimiyle o, azam halife ve insanlara ve âleme verilen feyzin vasıta­sıdır.

Ayrıca varlık âleminin korunması insan-ı kâmilin vü­cudu sayesinde tahakkuk bulur ki konu hakkındaki ha­kikatler daha önce geniş bir şekilde açıklandı. Bu haki­kat birçok rivayetle de onaylanmıştır. Eğer Allah'ın hücceti olan insan-ı kâmil bir an için bile yeryüzünde olmazsa yeryüzü yok olur. Usûl-u Kâfi kitabında nakle­dilen bir hadiste İmam Sadık (a.s.) şöyle buyuruyor:

Eğer yeryüzü İmamsız kalsaydı muhakkak fesada uğ­rardı.”

Molla Sadra bu nuranî hadis için şöyle diyor:

“Hazretin anlatmak istediği şey bu âlem içindeki şey­lerle birlikte insan-ı kâmil için yaratılmış olmasıdır. Eğer onsuz farz edilirse yok olur.”[5]   

Aynı şekilde İmam Ali (a.s.) bir hadiste şöyle buyuruyor:

Allah'ım! Biliyorum ki yeryüzü asla senin hücce­tinden boş kalmaz. Delil ve burhanlarının yok ol­maması için bu hüccet ya zâhir ve görünürdedir veya gizli ve perde arkasındadır.”[6]

Bu iki hadiste sadece yeryüzü meselesi dile getiril­miştir. Bunun nedeni de yeryüzünün birçok insanın ilgi alanına girmesi veya yeryüzünün hitaba ve muhataba uygun olmasındandır. Yoksa bu hüküm bütün varlık âlemi için geçerlidir.

Bu hakikatin beyanından sonra şöyle bir soru karşı­mıza çıkabilir; insan-ı kâmilin tahakkukundan ve taayyününden önce imkân âleminde eflak ve mevcudât vardı. Dolayısıyla âlemde böyle bir insanın olmaması durumunda, varlık âleminde ve kâinatta hiçbir eksiklik ve halel meydana gelmez.

Ârifler bu sorunun cevabında demişlerdir ki; âlemin yaratılmasındaki hedef Hakk Teâla'nın tam ve kâmil bir aynada tecelli ve zuhur etmesidir. Dolayısıyla insan-ı kâmil her ne kadar zâhirde ve hislerde olmamışsa da hakikat açısından tahakkuk bulmuştu. Zira Hakk Teâlâ'nın bütün isim ve sıfatlarının tecelligâhı olabile­cek tek kâmil mazhar, insan-ı kâmildir. Çünkü hangi semavî ve maddî varlığı göz önünde bulundurursanız bulundurun sadece Hakk Teâlâ'nın bazı isim ve sıfatla­rının mazharı olabilirler.

Dolayısıyla ilahî hikmet ve maslahat gereğince âle­min yaratılması her ne kadar insanın maddi sûretinin taayyününden ve yaratılmasından önceyse de hilkatteki hedef ve yaratmadaki teveccühün odağı insan sûretidir. Zira yaratılışın maksadı onun vücududur. Bu yüzden insan sûretinin taayyününden önce âlemin yaratılması ve eczalarının korunması onun maslahatından ve hikmetin­den kaynaklanır. İnsanın hissî taayyününden sonra varlık âleminin bekası ve korunması görevini insan-ı kâmil yüklenmiştir. Dolayısıyla insan-ı kâmilsiz bir varlık âlemi mecazen değil hakikaten ruhsuz bir beden gibidir.

Kaynak: Muhammed Emin Sadık-i Urzegani, İmam Humeyni ve Müslüman Âriflere Göre İnsan-ı Kâmil, Önsöz Yayıncılık, s. 58-64.

 


[1] İmam Humeynî, Misbâhu'l-Hidâye ilâ Hilâfet ve'l-Vilâye, s. 69.

[2] İmam Humeynî, Çehil Hadis, Hadis 38, s. 634.

[3] Nakdu'n Nusûs fî Şerh-i Nakşi'l-Fusûs, s. 60.

[4] A.g.e., s. 96.

[5] Molla Sadra, Şerh-i Usûl-u Kâfi, el-Hüccet, hadis 10, s. 462.

[6] Nehcü'l-Belâğa, Hikmet 147.

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar