af9fa352-4d0a-e311-8b10-14feb5cc13c9.jpg

Tebliğde Masumiyet

Vahyi alma, koruma ve insanlara ulaştırma noktasında bir eksiklik, yanılma ve hatanın meydana gelmesi kıyametten önce hüccetin tamamlanması gerekliliğiyle çelişmektedir. Böyle bir sorunun yaşanmaması için de İlahî Kitab’ın bütün bölümlerinin korunmuş olması gerekir.

21 Haziran 2015 Pazar

Tebliğde Masumiyet

Cevher Caduk (ilahiyatçı-öğretmen)

Peygamberlerin masumiyeti konusunun çeşitli bölümleri vardır.

a-Kulluğa aykırı davranışlardan uzak durmak: Peygamberler ister kasıtlı, isterse unutarak olsun ubudiyete aykırı düşen bütün eylemlerden münezzehtirler. Allah Teâlâ'nın emirlerini yerine getirdikleri gibi yasaklarından da kaçınırlar. Önceki makalelerde bu konunun okuyucunun zihninde bir yere oturduğunu düşünmekteyiz.[1] Hatırlanacağı üzere o makalelerde Peygamberlerin günah işlemediklerine dair teorik düzlemde kanıtlarımızı sunmuş, muhlaslık ve usve/örnek kavramları üzerinde etraflıca düşünüldüğünde ortaya çıkan sonucun kişiyi masumiyet inancına ulaştırdığını ifade etmiştik.

b-Peygamberlerin tebliğde masumiyeti: İnsanlara ulaşan vahy olgusu üç merhaleden geçmektedir. Vahy kaynak itibariyle gaybî hazineden insanlara ulaşan bir olgudur. Kur'anî ifadeyle söyleyecek olursak, aslında şu varlık âleminde görünen bütün şeyler ilahî hazineden tenzil edilmektedir. Vahy de sadece bu olgulardan birisidir.

Hiçbir şey yoktur ki hazineleri, katımızda olmasın ve biz onu ancak malûm bir miktarda indiririz.” (15/el-Hicr/22)[2]

Gaybî hazineden gelen bu ilahî varlık üç merhaleden geçmektedir:

1-Allah Teâlâ'dan sudur eden bu varlığın peygambere ulaşması

2-Peygamberin vücudunda ve varlığında istikrar bulması

3-Peygamberin dilinden çıkıp insanlara ulaştırılması.

Biz bu makalemizde peygamberlerin vahyin bu üç merhalesinde masum olup olmadığını incelemeye çalışacağız. Acaba Peygamber bilerek veya bilmeyerek vahiyde bir oynamaya, değişip-dönüştürmeye gider mi?

Masumiyetin tebliğle ilgili olan bölümü bir açıdan vahyi getiren meleğin yani Cebrail'in masumiyetiyle, diğer açıdan da peygamberlerin bunu tam olarak bellemesiyle alakalıdır. Ayrıca bu husus, bütün peygamberlerin bu üç merhalede masum olmalarını gerektirmektedir.

Bir peygamber ilk önce vahiy meleğinden ilahî öğretileri ve ilkeleri alır. Bu ilkeleri aldıktan sonra insanlara ulaştırıncaya kadar bu vahiy bir müddet onun bedeninde, kalbinde ve aklında yer eder. Daha sonra da bu ilkeleri insanlara ulaştırır.

Tebliğde masumiyet dediğimiz zaman akla gelen şu soruların cevabını vermek gerekmektedir: Acaba peygamber/ler vahyî ilkeleri doğru bir şekilde alabilmişler mi? Aldıktan sonra akıl ve kalplerinde koruyabilmişler mi? Ve son olarak da bunu değiştirmeksizin insanlara ulaştırabilmişler mi?

Her halükarda ortaya kolay bir tablo çıkmamaktadır. Çünkü böylesi bir görev muazzam bir belleme, ezber ve kavrama kabiliyetini beraberinde gerektirmektedir. Enam Sûresi gibi bir takım sûrelerin bir defada indiği görüşü de nazara alındığında, masumiyetin önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır.[3]

Bilindiği üzere, semavî öğretilerin ulaştırılması için Allah Teâlâ nebiler ve resûller görevlendirmiştir. Sıradan ve donanım noktasında yetersiz insanların bu konuda vazifelendirilmesi, gelen vahiylerin doğru bir şekilde insanlara ulaştırılamaması gibi bir sorunu da ortaya çıkarır.

Tüm bunlara rağmen, ne kadar üstün bir bir özelliğe sahip olursa olsun, “söz konusu bu peygamberler hiç mi yanılmadılar?” sorusu insanın aklına gelebilir. Dolayısıyla tebliğde masumiyet etraflıca incelenmeli ve sağlam temellere oturtulmalıdır. Bu noktada, dünyada sadece Müslümanların da olmadığını göz önüne alacak olursak, masumiyetin bu boyutunun daha da bir önem kazandığı görülür.

Masumiyetin bu boyutu Allah Teâlâ'nın seçki ameliyesinin tebliğ boyutundaki tecellisidir. Kur'an'a baktığımızda, sıradan bir insanın 114 sûreyi eksiksiz ve yanılgısız bir şekilde muhatabına aktarmasının güç, hatta imkânsız olduğunu görürüz. Eğer bu unutmamanın sadece Allah Teâlâ tarafından gerçekleştirildiğini söyleyecek olursak, farkında olmadan iradeyi devre dışı bırakan bir masumiyet olgusunu savunmuş oluruz ki, bu, işi daha çetrefilli bir hale getirir. Her halükarda, masumiyetin bu boyutuna, Allah Teâlâ'nın nebiler ve resûllere sıradan insanlardan daha fazlasını verdiğinin göstergesi olarak bakılabilir.

Şeyh Cafer Sübhanî, Bakıllanî hariç bu konuda icma bulunduğunu söyler. O, Bakıllanî'nin (h.463) tebliğin insanlara ulaştırılması noktasında peygamberlerin sehven yanılabileceğini söyler.[4] Peygamberlerin kasten hata yapmayacağı noktasında ise icma bulunduğunu söyleyebiliriz.

Kur'an'da Tebliğsel Masumiyet

Allah Teâlâ'nın yarattığı insan dediğimiz varlığın bir yaratılış gayesi var mıdır?

Bu soruya olumsuz yanıt verebilecek bir kişinin olabileceğini düşünemiyoruz. Aslında bu konu bir yönüyle tevhid-i ilahî ile ilgili bir konudur. Şöyle ki, Allah Teâlâ hekîmdir. Hekîm ise bir gaye uğrunda bir eylemi gerçekleştiren demektir. İnsanın yaratılışı amaçsız değildir. Bir amaç ve hikmete mebnî olarak yaratılmıştır.

Allah Teâlâ, eylemlerinin amaçsallığına Kitab-ı Kerim'inde şöyle vurgu yapar:

Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık.” (15/el-Hicr/85)

Biz, göğü, yeri ve bunlar arasındakileri, oyuncular (işi, eğlencesi) olarak yaratmadık.” (21/el-Enbiya/16)

Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (23/el-Müminun/115)

Peki insanın yaratılış gayesi nedir?

İnsanın yaratılış gayesi bu dünya değildir. İnsanın fena yurdu için değil beka yurdu için yaratıldığını başta, Resûlullah (s.a.a.) olmak üzere Ehl-i Beyt İmamları vurgulamışlardır.

Hz. Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır:

Sizler fena için değil beka için yaratıldınız. Bir yurttan diğer bir yurda aktarılmaktasınız.”[5]

İmam Ali (a.s) ise “Sizler dünya için değil ahiret için; fena için değil beka için yaratıldınız” buyurmaktadır.[6]

Kitab-ı Kerim'in ayetlerine bu nebevî buyruklar perspektifinden bakacak olursak şunu diyebiliriz: İnsanın yaratılışının lehv ve abes olmaması için ahiret gereklidir. Allah Teâlâ'ya dönmemiz ve O'nun huzuruna varmamız gerekiyor. Ahiret yurdunun olmaması, O'nu, amaçsız bir şekilde varlıkları yaratan bir yaratıcı konumuna getirir. İnsan özelinde meseleye bakıldığında ise eylemlerinin hikmete aykırı oluşunu gerektirir.

Kur'an-ı Kerim ahiret günü için ‘camiü'n-nas' (insanların toplanma günü) ifadesini kullanır ve bu gün hakkında kuşku olmadığını belirtir.[7]

Yukarıda, insanın eylemlerinin amaçsal olması gerektiğini ve bunun da ahireti zorunlu kıldığını, insanın o yurt için yaratıldığını belirttik.

Burada doğrudan şu soru ortaya çıkıyor: Peki insanın ahiret ortamında kendisine yarar sağlayabilecek veya zarar verecek şeyleri teşhis etme ve belirleme kudreti var mıdır? İnsan, Allah Teâlâ tarafından kendisine bağışlanan şeyleri kullanarak ahiret diyarında yararlı ve zararlı olan şeyleri teşhis edebilir mi?

Bu soru nübüvvet felsefesi ve vahyin gerekliliği ile ilgili bir sorudur. “Acaba, insan nübüvvete, vahye ve ilahî mesaja neden ihtiyaç duymaktadır?” sorusunun cevaplarından birisi de budur.

Dünyanın tâbi olduğu ilahî kanunlar ile ahiretin yasaları birbirinden farklıdır. İnsan dünyada tecrübe ve deneyimleriyle bir takım şeylerin zararlarını ve yararlarını elde edebilir. Örneğin; ateşin ve suyun hangi hususlarda yarar sağladığını veya zarar verici bir özelliğe sahip olduğunu deneylerle elde edebilir. İnsan buna benzer deneyimlerle bu dünya yaşamında kendisine yararlı veya zararlı olan şeyleri bilebilir.

Peki bu durum ahiret için de geçerli midir acaba? İnsan aynı tecrübe ve deneyimlerle kendisine ahirette yarar ve zarar sağlayan şeyleri bilebilir mi!

Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar.” (4/en-Nisa/10)

Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz.” (49/el-Hucurat/12)

İnsan yetim malını haksızlıkla yemenin veya gıybet etmenin mideye ateşle doldurmak veya ölü eti yemek olduğunu ancak vahyin yol göstericiliğinde bilebilir. Bu şeyler ne tecrübeyle ne de başka bir bilgi kanalıyla bilinebilir.

Namaz, oruç, sıla-ı rahim, cömertlik, yalan, gıybet, merhamet, zulüm, söz taşıyıcılık, sevgi vb. şeylerin ahiretteki karşılığını bilebilmek için ancak vahye, daha doğrusu bunları insana öğretecek bir şahsa ihtiyaç vardır.

Bir kişinin çıkıp, “Peygamberlerin yol göstericiliği ve bilgilendirmesi olmaksızın, bağımsız olarak bunları bilebilme kabiliyetine akıl sahip değil midir?” diye sorması muhtemeldir.

Buna verilecek cevap elbette ki, hayır olacaktır. Çünkü aklın kendisi böyle bir şahsa ihtiyaç duyduğunun farkındadır.

Eğer (herhangi bir şeyden) korkarsanız (namazlarınızı) yürüyerek yahut binmiş olarak (kılın). Güvene kavuştuğunuz zaman, siz bilmezken Allah'ın size öğrettiği şekilde O'nu anın (namaz kılın). (Kemâ allemekum mâ lem tekûnû ta'lemûn).” (2/el-Bakara/239)

Ayeti son bölümünde bir incelik söz konusudur. Orada, vahyin rehberliğinin devre dışı bırakılması halinde kesinlikle bilinemeyecek şeylerin bulunduğunu ifade etmektedir.

Fahrüddin er-Razî bu hususa şöyle işaret etmektedir: “Hak Teâlâ'nın, ‘size nasıl öğretti ise...' buyruğu Allah'ın öğretme ve bildirme suretiyle bize in'am etmiş olduğunu, bunun ilahî nimet­lerden sayılıp, eğer O'nun hidayeti olmasaydı bizim bunlara ulaşamayacağı­mızı beyan etmektedir.”[8]

Ayete bu anlamı katan husus, ayetteki ‘mâ lem tekûnû' sözcükleridir. Eğer sözcük ‘lem' yerine ‘mâ lâ tekûnune' olmuş olsaydı, insanın şimdi bilmese de tecrübe ve deneyimleriyle ilerde bilebileceği bilgileri ifade etmiş olurdu. Halbuki ayette geçen ifade, yıllar ve asırlar geçse de insanın namaz denen bir ibadet türünü bulamayacağını gösteriyor.

Benzer tonda bir ifade Hz. Resûlullah (s.a.a.) hakkında da kullanılmaktadır.

Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur. (ve enzellellâhü aleyke'l kitâbe ve'l hikmete ve allemeke mâ lem tekün ta'lemv ve kâne fadlullâhi aleyke azîmâ).” (4/en-Nisa/113)

Dinî ve uhrevî hükümler, dünyevî hükümler gibi değildir. İnsan dünyevî hükümleri deneyimler ve tecrübeleriyle bilebilir. Örneğin, trafik kuralları gibi.

Dolayısıyla akıl, insanın ahiret ortamında zarar ve yarar sağlayan şeylerin bilinebilmesi için vahye ihtiyaç duyulduğunu kabul etmektedir.

Özetle; insanın bir yaratılış gayesi vardır ve insan hedefini tayin edebilme yeteneğine sahip değildir.

Hikmet-i İlahî Bağlamında Vahy

Sünnetullahta şu hususu belirgin bir şekilde görmekteyiz: İnsanın ihtiyaç duyduğu her şey ilahî kudret tarafından yaratılmıştır. Örneğin, insan susamaktadır ve susuzluk ihtiyacını hissetmektedir. Allah Teâlâ, insanın bu ihtiyacını gidermesi için suyu yaratmıştır. İnsan acıkmaktadır, Allah Teâlâ insanın acıkma ihtiyacını gidermesi için türlü türlü yiyecekler yaratmıştır. Tüm bu ihtiyaçlara söz konuyken, Allah Teâlâ'nın ihtiyaçları gideren şeyleri yaratmaması hikmetiyle bağdaşmamaktadır. İnsanın hastalıklarının devasını yaratması da ilahî hikmet gereğidir.

Uhrevî yaşama ilişkin bilgilerin akla kapalı olmasından dolayı vahiy zorunludur. Bir diğer ifadeyle resûller ve nebilerin gönderilmesi gereklidir. Zira bu, insanın fıtrî bir ihtiyacıdır. Fıtrî ihtiyaçların da karşılanmaması ilahî hikmete aykırıdır. Akıl da kişinin sorumluluk sahasının açıklanmadan cezalandırılmasının uygun olmadığını kabul etmektedir.[9] Kişinin uhrevî yaşamında mesut olabilmesi dünyadaki inanç-eylem ve ahlakına bağlıdır. Bu sorumluluk da akılla çözülemeyeceğine göre, nebi ve resûllerin gönderilmesi zorunludur. Kur'an'a baktığımızda da bunu apaçık görmek mümkündür. Kur'an, peygamberlerin gönderilişlerinin bir amacının da ahirette insanların mazeret süreceği bir ortamın oluşmasını engellemek olduğunu belirtir ve bunu hüccet olarak nitelendirir. Peygamberler gönderilmemiş olsaydı insanların itiraz etme hakları doğacaktı.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, esbâta (torunlara), İsa'ya, Eyyûb'e, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebûr'u verdik. Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu. (Yerine göre) müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir hüccetleri (bahaneleri) olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir' (4/en-Nisa/163-5)

Bir resûl göndermeden hiç kimseye azap edici değiliz.” (17/İsra/15)

O ortamda, Allah Teâlâ ceza çekecek ve cehennem ateşine girecek olan kimseye karşı bütün kanıtları tamamlayıp öyle cehenneme gönderecektir. Allah Teâlâ'nın bütün mahlukatın mâliki olduğu halde adalete aykırı bir fiile sahip değildir. Nisa Sûresi'nden alıntıladığımız son ayetin son bölümü de konuyu izzet ve hikmete bağlamaktadır. Yani hikmet-i ilahî kanıtın ortaya konulmasını gerektirdiği gibi, O, nebi ve resûl göndermekten aciz değildir.

İmam Cafer b. Muhammed (a.s), “O hâlde üstün delil, ancak Allah'ındır." ayetiyle ilgili olarak sorulan bir soruya şöyle cevap vermiştir:

"Allah kıyamet günü kuluna şöyle sorar: 'Ey kulum, biliyor muydun?' Eğer kul, 'Evet.' cevabını verirse, ona şöyle der: 'Bildiklerinle amel etseydin ya?' Şayet kul, 'Bilmiyordum.' derse, bu sefer ona şöyle der: 'O zaman amel etmek için öğrenseydin ya?' Böylece Allah, kulu cevap veremez durumda bırakır. İşte üstün delilin Allah'ın olmasının anlamı budur."[10]

Hâdi (hidayete erdiren, hidayet eden) olan Allah Teâlâ kuluna hidayete ileten bütün kanalları açtığı halde değerlendiremeyen kul bu ilahî kınamaya maruz kalacaktır. İlahî hidayetler yokmuşçasına hareket eden kimseye kıyamet gününde reva görülen şey budur.

İlahî Kitab'ın Tahriften Korunmuşluğunun Delili

İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.” (2/El-Bakara/213)

Vahyin insanlara ulaştırılmasının gerekliliğini yukarıda açıklamıştık. Vahyi alma, koruma ve insanlara ulaştırma noktasında bir eksiklik, yanılma ve hatanın meydana gelmesi kıyametten önce hüccetin tamamlanması gerekliliğiyle çelişmektedir. Böyle bir sorunun yaşanmaması için de İlahî Kitab'ın bütün bölümlerinin korunmuş olması gerekir. Aksi takdirde yukarıda belirttiğimiz sorumluluk sahasına giren hükümlerin açıklanmaması veya eksik açıklanmış olmasından ötürü hüccetin tamamlanmamış olması sorunu ortaya çıkar. Küçük bir pürüz dahi “Hüccetü'l-Bâliğa”da sıkıntı oluşturur. Bu nedenle vahyi alıp insanlara ulaştıran şahsın bütün merhalelerde masumiyeti gerekmektedir. Bu kanıt aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'in tahriften korunmuş olduğunun da delilidir.

Vahy insanlara ulaştıktan sonra sorumluluk insanlarda kalır. İnsanlar dilerlerse bu vahyin içeriğine uygun hareket ederler, isterlerse aykırı, bundan sonrası tamamen onların tercihi ile ilgili bir durumdur. Ancak hüccet bütünüyle tamamlanmıştır. İlahî irade hüccetin tamamlanmasını gerektirmektedir. Hüccetin tamamlanması Allah'ın buyurduğu gibi, gerçekleşmesi gereken ve evrende gerçekleşen şeyler kategorisine girmektedir.

Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir.” (65/et-Talak/3)

Allah, emrini yerine getirir.” (12/Yusuf/21)

Beşerî irade bu noktada ilahî iradeye karşı çıkamaz ve onu engelleyemez. İlahî emirleri yerine getirmeme noktasında Allah Teâlâ beşere izin vermişse de hüccetin tamamlanmasının ayrı bir konumu vardır.

Vahyin korunmasının aşamalarına Kur'anî perspektiften bakarak konuya son veriyoruz:

a-Vahyin alınması: Peygamberler vahyi genelde vahy meleği Cebrail (a.s.) aracılığıyla alırlar.

(Resûlüm!) Onu Rûhu'l-emîn (Cebrail) indirdi.  Senin kalbine; uyarıcılardan olman için.” (26/eş-Şuara/193-4)

İlk vasıta için Allah Teâlâ “el-Emin” lakabını kullanıyor. Dolayısıyla vahyin bu evresinde bir hata söz konusu olamaz.

b-Cebrail'den vahyi aldıktan sonraki süreç:

Sana (Kur'an'ı) okutacağız; sen hiç unutmayacaksın.” (87/el-Ala/6)

c- Vahyin insanlara okunması ve açıklanması: Kur'an-ı Kerim bu noktada da Resûlullah'ın sapmadığını ve hatadan masum olduğunu ifade ederek şöyle buyurur.

O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (53/en-Necm/3-4)

Özetle, vahyin ulaştırılması noktasında peygamberlerin masumiyetini hem Kur'an hem de akıl onaylamaktadır.

 

 

 

 

  

 

 

 

 

 

 

 


[2] Bu ayet, aynı zamanda felsefecilerin ‘leyse fi'l-imkan ebdeü mimma kane' ( bu evrenden daha eşsizinin yaratılması olası mümkün değildir) şeklindeki inanç ve kabulleri için kanıt olarak kullanılabilir mi? Yani varlık âleminin şu an yaratılanları dışında Allah Teâlâ başka şeyleri de yaratabilir mi? Bir diğer ifadeyle yaratma kudreti olduğu halde yaratmadığını söyleyecek olursak bu, Allah Teâlâ'nın kerem ve cevad sıfatlarıyla çelişmez mi? Mutlak kemal olan Allah Teâlâ'nın kullarından bir şeyi kısmasını kemaliyle nasıl bağdaştıracağız. Yahut da Allah Teâlâ her şeyi kullarına bağışlamış da kullar kapasitesi ölçüsünce mi bunlardan yararlanmaktadırlar. Bütün bunlar varlık felsefesiyle alakalı sorular olup, inşallah bunu başka zamanda, tevhid ile ilgili makalelerde ele almaya çalışacağız.

[3] İmam Muhammed er-Razî Fahrüddin İbnü'l-Allame ed-Diyaüddin Ömer (h.604), Mefatihü'l-Ğayb, c. 12, s. 150, 1401,  Lübnan, Beyrut, Darü'l-Fikir.

[4] Şeyh Cafer Sübhanî, İsmetü'l-Enbiyai fi'l-Kur'ani'l-Kerim, s. 44, Müessesetü'l-İmami's-Sadık.

[5] Allame el-Hüccet Fahrü'l-Ümme Mevla Şeyh Muhammed Bakır el-Meclisî, Biharü'l-Envari'l-Camiat li Düreri Ahbari'l-Eimmeti'l-Ethar, c. 6, s. 249, Müessesetü'l-Vefa, Beyrut, gözden geçirilmiş ikinci baskı, h. 1403.

ما خلقتم للفناء، بل خلقتم للبقاء، وإنما تنقلون من دار إلى دار،

[6] Kadı Nasıhüddin Ebü'l-Feth Abdülvahid İbn Muhammed et-Temimî el-Amıdî (h.550), Gurarü'l-Hikem ve Dürerü'l-Kilem, s. 149,  innema maddesi, hadis no: 29, tahkik ve tedkik: Abdülhasan Duhaynî, 1. Basım, 1413, Darü'l-Hadi, Beyrut.

[7] 3/Al-i İmran/7.

[8] Mefatihü'l-Ğayb, c. 6, s. 169.

[9] Şeyh Cafer Sübhanî, el-İnsaf fî  Mesâil Dame fiha'l-Hilaf, c. 3, s. 40, 1. Basım, 1424, Müessesetü'l-İmam es-Sadık, Qum

[10] Feyz-i Kaşanî (h.1091), Tefsîrü's-Sâfi, Tashih, takdim ve talik Allame Şeyh Huseyn el-Alemî, c. 2, s. 169, Mektebetü's-Sadr, Tahran, 2. Baskı. 

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar