020820151030459858307.jpg

'Gayb-Vahy' ilişkisi

"...varlığın gaybî boyutuyla hem hal olan bu kutlu insanların vahyi alma, algılama ve tebliğ noktasında masum oldukları gibi çok ileri bir akli donanıma da sahiptirler. Bu şahısların dünyevî işlerden bihaber olduğunu düşünmek veya sıradan insanların düzeltmelerine maruz kaldıklarını tasavvur etmek Kuranî bakış açısıyla çatışmaktadır..."

28 Ağustos 2015 Cuma
Gayb-Vahy ilişkisi 
    Cevher Caduk (ilahiyatçı-öğretmen)

Önceki makalemizin son bölümlerinde vahyin korunmuşluğunun delillerini Kur'an'dan sunmuş, üç merhalede de muhafaza altına alındığını da belirtmiştik. İlahî irade vahyi dejenereden, tahhriften ve tağyirden korumayı murad etmiş ve bu da gerçekleşmiştir.

Bu üç merhale şunlardır:

Vahyin peygamber tarafından alınması, belleğinde korunması ve insanlara ulaştırılması. Vahyin ilk merhalesi daha çok vahy meleği Cebrail'in masumiyetiyle ilintilidir. Meleklerin masumiyeti noktasında herhangi bir sıkıntı bulunmamaktadır. Kur'an zaten onların emredilen şeyi yaptıklarını ve verilen emre karşı gelmediklerini belirtmektedir.[1] İkinci merhale bütünüyle peygamberlerin kendileriyle alakalıdır. İlk merhalede problem bulunmamaktadır.

Bu makalede vahyin Peygamberlerin belleğinde ve kalbinde korunmasına değineceğiz. Zira bu konu da kendi içinde bir öneme sahiptir. Şöyle ki insan bazen düşüncesini kelimelere dökerken yanılmakta ve diliyle düşünceleri arasında uyumsuzluk görülmektedir. Günlük hayatta başımıza bu tür durumlar ara ara gelmektedir. Bu tür bir sıkıntıyla karşılaşmayan yoktur sanırım. Peki peygamberlerin bu noktadaki konumu nedir? Masum mudurlar? Masum iseler masumiyetlerinin delili nelerdir?

 

Tevhidi bakış açısı ve vahy 

Peygamberlerin bu noktada masum olduğunu bildiren Kur'an-ı Kerim'de açık bir ayet bulunmaktadır.

‘O bütün gaybı bilir. Fakat gaybını hiç kimseye açmaz. Ancak seçtiği elçiye açar. Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar. Bilsin diye ki, onlar Rablerinin elçiliklerini yerine getirmişlerdir. Allah onlarda bulunan her şeyi kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır ' (72/el-Cin26-8)

Bu ayetler Allah-u Teala'nın peygamberlerin elçiliklerini yerine getirip getirmediği noktasında gözetleyiciler saldıklarını ve bu gözetleyici elçilerin peygamberlerin görevlerini yerine getirdiklerine şahid olduklarını belirtmektedir. Fakat ilginç bir şekilde bu görevi yerine getirme gayb ile bağlantılandırılmıştır.

Kur'anî bakış açısı ele alınan ayetlerin Kur'an bütünlüğü içinde ele alınmasını ve her bir ayetin kapsamının belirlenmesini gerektirmektedir. Sadece bir ayete bakıp da konuyla ilgili diğer ayetleri görmezden gelmek kişiyi yanılgıya götürür. Kur'an-ı Kerim'de eşyanın ya tümel olarak ya da olgular halinde sadece Allah-u Teala'ya ait olduğunu bildiren yığınlarca ayet vardır. Beri taraftan aynı olguların Allah-u Teala tarafından kullara da bağışlandığını bildiren ayetler de vardır. Bu iki grup ayetten sadece bir bölümüne tutunmak insanın sağlıklı bir sonuca ulaşmasına engeldir. Kur'an-ı Kerim'de de çelişki olmadığına göre bunlar arasında bir çözüme gidilmelidir. Bu çözüm de şudur: Varlık aleminin bütünü Allah-u Teala'ya aittir. O, müstakil olarak bunlara sahiptir. Ancak aynı Allah-u Teala kemali gereği bu sahibi olduğu şeyleri varlığa da vermektedir. Bunda istisna edilebilecek bir şey yoktur. Böyle bir istisnaya gitmek Onu cimri ve vermekten çekinen bir yaratıcı konumuna düşürecektir. O bütün varoluşsal kemalleri ve özellikleri varlıklara verir. Her varlık da kabiliyeti ve kapasitesi ölçüsünce bu feyizden yararlanır ve bunlara sahip olurlar. Ancak bu sahiplik Allah-u Teala'da olduğu gibi müstakil değil, görecelidir ve bi-iznihidir. Bu husus, Kur'an'ın ilgili ayetlerinin anlaşılması noktasında bir anahtar görevini görmektedir.

Bu bakış açısı çerçevesinde hem az önce zikr ettiğimiz ayete hem de Kur'an-ı Kerimdeki diğer ayetlere bakalım.

Evrendeki varlıkların duyu organlarıyla algılanıp algılanmamasına göre ikiye ayırıyoruz. Kur'an duyu organları tarafından algılananlara şehadet veya derken böyle olmayan varlıklara gayb demektedir. Resullerin ve nebilerin kalplerine inen vahy dediğimiz hususun gayb olduğu açıktır. Zira biz bu gaybî olguyu bilfiil gözlerimizle veya duyu organlarımızdan birisiyle göremiyor ve algılayamıyoruz. Peygamberlerin vahy kanalıyla bize haber verdikleri cennet, cehennem, mizan, ruh, Cebrail, Mikail vb olgular gaybî olgulardır. Kur'an-ı Kerim'de bu ayette olduğu gibi gaybın bütünüyle Allah-u Teala'ya ait olduğunu bildiren başka ayetler de söz konusudur.[2]

Kur'an-ı Kerim kuvvetin de gücün de sadece Allah-u Teala'ya ait olduğunu bildirir.

‘İnnallahe hüve'r-rezzaku zü'l-kuvveti'l-metin/Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır' (51/ez-Zariyat/58)

Bu ayette belirtilen şeylerin Allah-u Teala'ya özgülük ifade etmediği şeklinde bir itiraz gelebilirse de hemen belirtelim haber cümlesinin başına gelen ‘hüve' zamiri hasr/özgülük ifade ettiği bilinen bir husustur. Bu ayete göre insanın kuvvet ve güç sahibi olmadığını mı söyleyeceğiz şimdi.

Yaratma da Allah-u Teala'ya özgüdür.

‘Allahu Haliku külli şeyin(O, her şeyin yaratıcısıdır.' (6/el-Enam/102)[3]

Ruhları kabz etme de Allah-u Teala'ya aittir.

‘Allah-u Yeteveffa'l-enfüse hine mevtiha…/Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır.' (39/ez-Zümer/42)

Bu genel bir kuraldır. Varlıksal olarak zikr edilen şeylerin bütününün Allah-u Teala'ya ait olduğunun vurgulandığını sıklıkla Kur'an-ı Kerim'de görürüz.

Dahası hepimiz hayat sahibi olduğumuz halde Kurân-ı Kerim hayatın ve işleri idare etmenin dahi Allah-u Teala'ya ait olduğunu söyler.

‘Allahu La ilahe illa hüve'l-hayyu'l-kayyum/O, hayydir, kayyûmdur.' (2/el-Bakara/255) ve (3/Al-i İmran/2)

Tedbir ve işi düzenlemenin de O'na ait olduğunu söyler

‘Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir.' (32/es-Secde/5)

Hüküm de sadece Allah-u Teala'ya aittir.

‘ini'l-hükmü illa lillah/Hüküm sadece Allah'a aittir.' (12/Yusuf/40 ve 67) ve (el—Enam/67)

Hükmün sadece Allah-u Teala'ya ait olduğunu üç yerde bildiren Allah-u Teala kendisine hüküm verilen beşerlerden de bahs eder.

‘Hiçbir insanın, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir.' (3/Al-i İmran/79)

‘İşte onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir.' (6/el-Enam/89)[4]

Velayet de sadece Allah-u Teala'ya özgüdür.

‘Hünalike'l-velayetü lillah/İşte burada velayet, Hak olan Allah'a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel âkıbeti veren yine O'dur.' (18/el-Kehf/44)

Hamd Allah-u Teala'ya özgüdür.

‘el-Hamdü lillahi rabbi'l-alemin' (1/el-Fatiha/2)

İzzet de bütünüyle Allah-u Teala'ya aittir.

‘Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir' (4/en-Nisa/139)[5]

Şimdi de bütün bu Allah-u Teala'ya özgü olan şeylerin kullara verilip verilmediğine ve kullara nispet edilip edilmediğine bir bakalım.

Kuvvetin Allah-u Teala'ya ait olduğundan bahs etmiştik.

‘Onlar sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlâtça daha çok idiler.' (9/et-Tevbe/69)

‘Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet..' (8/el-Enfal/60)

‘O elçi kuvvet sahibi, Arş'ın sahibi (Allah'ın) katında çok itibarlıdır.' (80/et-Tekvir/20)

Yaratma olgusunu da Allah-u Teala insanlara nispet eder. Hz. İsa'nın Allah'ın izniyle yaratma kudretine sahip olduğu iki yerde dile getirilir.

‘Enni ehluku leküm mine't-tini ke heyeti't-tayri/Size çamurdan bir kuş sureti yaratır, ona üflerim ve Allah'ın izni ile o kuş oluverir.' (3/Al-i İmran/49) benzer bir ifade Maide Suresinin 110 ayetinde de geçer.

‘Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.' (23/el-Müminun/14)

Ruhları kabz etme yukarıda geçen ayetlerde Allah-u Teala'ya nispet edilirken bir yerde ölüm meleğine bir başka yerde ise meleklere nispet edilir.

‘kul yeteveffaküm melekü'l-mevti…./Size vekil kılınan (bu konuda görevlendirilen) ölüm meleği canınızı alacak'

‘teveffethu rusuluna ve hüm la yuferritun/Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar.' (6/el-Enam/61)

Hayat sahibi olma meselesine gelince açıktır. Şu varlık sahasında hepimiz hayat sahibiyiz.

İşleri tedbir etmeye gelince Allah-u Teala meleklerin işleri tedbir ettiğini söyler.

‘fe'l-müdebbiratü emran/Derken iş düzenleyenlere' (79/en-Naziat/5)

Velayeti yukarıda sadece Allah-u Teala'ya özgü kılarken şu ayette velayeti minimum üç kişiye nispet etmektedir; 

‘Sizin veliniz ancak Allah'tır ve Peygamberidir ve inananlar, namaz kılanlar ve rükû ederken zekât verenlerdir.' (5/el-Maide/55)

Hamda gelince Kur'an Hz. Resulullah'ın makamı mahmudda olduğunu ve bütün varlıklar tarafından övüldüğünü/övüleceğini söyler.

‘Gecenin bir kısmında uyanıp namaz kıl, bu namaz, sana mahsustur ve farz namazlardan fazla bir namazdır. Umulur ki Rabbin, seni Makam-ı Mahmûd'a sâhip kılar.' (17/İsra/79)

Varlık sahasında bunun dışında kalan hiçbir olgu yoktur. Şefaat de buna dahildir, gayb da. Allah-u Teala'nın bunu sadece kendisine özgü kıldığına inanmak vermekten kaçınan bir Allah'a inanmak demektir.

Kur'an-ı Kerim kimi ayetlerde gaybın sadece Allah-u Teala'ya ait olduğunu belirtir ve gaybın sadece O'nun tarafından bilinebileceğini vurgular. Ancak bu Ondan başkasının gaybı bilmeyeceği anlamına veya Allah-u Teala'nın gaybı kimseye bildirmeyeceği anlamına gelmemektedir. Cin Suresinin ilgili ayetinde Allah-u Teala'nın bazı razı olduğu kullara gaybı bildirebileceğine dikkat çeker.

Allame Kurtubî ilk önce İbn Cübeyr'in burada kasd edilen melektir şeklindeki görüşünü aktarır ve bu görüşün uzak bir olasılık olduğunu belirttikten sonra kendi görüşünü sunarak şöyle der: Daha uygunu anlamın şöyle olmasıdır: O, beğenip, seçtiği yani peygamberlik için seçtiği kimselerden başkalarını gaybından haber­dar etmez. Ancak bu gibi kimselere gaybından dilediği şeyleri bildirir ki, bu onun peygamberliğine delil teşkil etsin.[6]

Ayet-i kerime Allah-u Teala'nın razı olduğu resullere bir takım gaybı bildireceğini belirtiyor. Önceki makalelerde muhlas kavramına değinmiştik. Bütün benliklerini Allah-u Teala'ya özgü kılan ve O'nun da muhlaslık makamını yükselttiği kimselerden kuşkusuz Allah-u Teala razıdır. Muhlas kavramının kapsamına bazı insanların girdiklerini de ortaya koymuştuk. Allah-u Teala'nın ıstıfa, ictiba ve ihtiyar ameliyesiyle seçtiği kullar haklarında razı olduğu kimseler kavramını kullandığı grubun en özelini oluşturmaktadır. Dahası onlar razı olunan kimselerin en özelini oluşturmaktadır. Ancak bizler peygamberler de gaybı bilir dediğimiz buradaki farkı gözden kaçırmamak gerekir. Şöyle ki Allah-u Teala gaybı bağımsız olarak bilirken, peygamberlerin gaybı bilmesi Allah-u Teala'nın bildirmesiyle mümkündür, yani bağımsız değildir.

Aslında bu bütün şeylerde geçerlidir. Kulun sahip olduğu bütün şeyler Allah'ın kendisine bağışlaması nedeniyledir. Zaten kul cüzî bir şey de olsa bir şeye bağımsız olarak sahip olacağını düşündüğü esnada şirke düşmüş olur. 

Örneğin servet sahibi bir babanın oğluna istediği şekilde kullanım izni vermesi ve oğlun günlük hayatta bu mal benimdir veya bizimdir demesi gibi. Çocuk babasını temel alarak mal ve mülk üzerindeki tasarrufunu dile getirecek olursa ben hiçbir şeye sahip değilim der. Ama diğer insanları göz önüne alarak konuşacak olursa ben şunların şunların sahibiyim der. Kitab-ı Kerim'de peygamberlerden kitabı bilmediğini, hidayete erişmediğini ve hiçbir şeye sahip olmadığını bildiren ayetler Allah-u Teala'ya bakmaktadır ki zaten masum zatlardan bu bağlamda bir takım sözler aktarılmıştır. Bundan dolayı İlahî Hitabın ve sünnet-i nebeviyyenin anlaşılması noktasında hitabın yönü ve bağlamı belirlenip öyle anlamlandırılmaya gidilmelidir.

İmam Hüseyin'in (a.s.) Arefe Duasındaki şu ifadeler bu bağlamda değerlendirilmelidir.

İlahi! Ben zenginliğimde fakirim (sana muhtacım); o halde fakirliğimde nasıl fakir (muhtaç) olmayayım? İlahi! Ben bilgimde cahilim, o halde cahilliğimde nasıl cahil olmayayım?[7]

Bu tür hadislere karşılık İmamların geçmiş ve geleceği bildiğine dair yığınlarca hadis bulunmaktadır. Biz burada bunlardan sadece birkaç tanesine işaret edeceğiz.

İmam Rıza (a.s.) şöyle buyurmaktadır: Allah'ın elçisi Allah nezdinde kendisinden razı olunan bir kuldur. Bizler de Allah-u Teala'nın gaybından dilediğine muttali kıldığı bu resulün varisleriyiz. Bizler geçmişte olan ve Kıyamet gününe kadar olacak olan şeyleri biliriz.[8]

İmam Sadık (a.s.) şöyle buyurmaktadır: Vallahi, Allah-u Teala öncekilerin ve sonrakilerin ilmini bize bağışladı.[9]

İmam Ali (a.s.) ise şöyle buyurmaktadır: Allah'a hamd ve senalar olsun. Ey insanlar, fitnenin gözünü ben kör ettim, dalgalar halinde yayılan karanlığına, azgınlaşan kudurganlığına (benden başka) kimse dalamazdı. O halde beni kaybetmeden önce bana sorun. Nefsim (kudret) elinde olana andolsun, bugünden kıyamete kadar olacakları ve yüz kişiye hidayet edecek ve yüz kişiyi de sap­tıracak grubu; çağıranları, öncülük edenleri, sevk edenleri, yüklerini nereden alıp indirdikleri, onlardan kimin katledi­leceği, kimin eceliyle öleceği ile birlikte bildiririm.[10]

Yine O başka bir hutbeside şöyle buyurmaktadır: Vallahi dilersem, her birinizin nereden geldiğini, nereye gittiğini ve tüm işlerinin nereye varacağını sizlere haber veririm. Ama benim yüzümden Resulullah'ı (s.a.a) inkar etmenizden korkarım. Bunu ancak güvenir özel kişilere açıklarım. Elçisini halkın içinden seçip hak ile gönderene andolsun ki, ben sadece doğruyu söylüyorum. Allah Resulü bütün bunları bana bildirdi. Helak olacakların nasıl helak olacaklarını, kurtulacakların nasıl kurtuluşa ereceğini ve bu işin (hilafetin) sonucunu bana haber verdi. Başıma gelecek şeylerin her birini de eksiksiz olarak kulağıma söyledi ve bana açıkladı.[11]

Özetle bu tür haberler arasında bir çelişki bulunmamaktadır. Ehl-i Beyt İmamlarının hadislerinin bir bölümünde göze çarpan acziyet, zaaf ve cehalet Allah-u Teala karşısındaki konumunu belirtmeye yöneliktir. Esasında bu acziyeti ifade ediş kişinin derecesini göstermektedir. Örneğin benzer bir olayla karşılaşan Hz. Meryem ve Hz. Yusuf'un verdiği tepkileri Kur'an-ı Kerim bize sunmaktadır.

‘Meryem dedi ki: Senden, çok esirgeyici olan Allah'a sığınırım!' (19/Meryem/18)

‘Yusuf: Sığınılacak merci Allahtır, dedi' (12/Yusuf/22)

İki müttaki bireyin tavrı dahi farklılık göstermektedir. İlki ben kelimesini kullanırken ikincisi ben kelimesini kullanmamakta ve Allah-u Teala karşısında bir hiç olduğunu dile getirmeye çalışmaktadır. Öncekilerin ve sonrakilerin bilgilerine sahip olduğunu ifade eden hadislerde muhatap insanlardır.

Peki Allah-u Teala neden acaba gayb ilminin bir bölümünü razı olduğu resullere vermektedir.

El-Cevap: Vahy de gayb kapsamına girmektedir. Resullere ve nebilere verilen bu gaybî bilgilerin insanlara ulaştırılması gerekmektedir. Bu o derece önemlidir ki Allah-u Teala tedbirler almakta, önünden ve ardından  koruyucu ve gözetleyici olsun diye melekler göndermektedir.

 

İlgili ayete bazı dilsel değiniler

Yazıya başlarken takdim ettiğimiz Cin Suresinin bir bölümünde şu ifadeler geçmektedir: ‘feinnehu yesluku min beyni yedeyhi ve min halfihi resaden/Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar.' 'Yeslüku' kelimesi 'yecelu' anlamına gelmektedir. Yani önünden ve ardından bir takım gözetleyici kılar. Peki ayetteki ön ve arka ne anlama gelmektedir. Vahyi temel alacak olursak vahyin ön ve arkası nasıl oluyor. Vahyi peygamber alırken önü vahy meleğine yani Allah-u Teala'ya dönüktür. Ama tebliği ve insanlara ulaştırmayı temel alacak olursak önü bu defa insanlar, arkası ise vahyin alınış süreci olur ki, mantıklı olan da bu olsa gerek. Zira gaybe ilişkin meleklerin gözetleyici kılınmasından bahs etmektedir, ayet-i kerime. Bu melekler özellikle vahyin korunmasına ilişkin görevli meleklerdir. Bunlar hem vahyin alınışını hem de insanlara ulaştırılmasını yani edasını koruma altına almaktadırlar. Vahyi alışı ön olarak kabul edecek olursak iletilmemiş bir şey için korumaya ne ihtiyaç olacak ki! Ama insanlara iletmeyi ön olarak kabul edecek olursak vahyi alış esnasındaki meleklerin korumasının olduğu açıktır.

Ayetin bu bölümünün tefsiri hakkında çok değişik görüşler olmakla birlikte kanaatimizce en mantıklı görüş Tunuslu müfessir Tahir İbn Aşur'a aittir.

Müfessirimiz ilgili ayetin tefsirinde şöyle der: 'Silk' hakikatte idhal etmek demektir. Nitekim el-Hicr Suresinin 12. Ayetinde geçen 'silk' gelimesi de bu anlama gelmektedir. ‘Ke zalike neslükuhu fi kulubi'l-mücrimin/Biz o küfrü suçluların kalbine işte böyle sokarız.' (15/el-Hicr/12)… Resule o derece bitişiktirler ve onu öylesine korurlar ki sanki onun içine girmiş gibidirler. Önünden ve arkasından ifadesi de bütün yönlerden korumaktan kinayedir. Aslında bu diğer bir yönden bütün tahriflerden korunma anlamına gelmektedir.[12]

Bütün bunlar vahyin korunmuşluğuna ilişkin delildir. Vahy insanlara sapasağlam ulaştırılmalıdır ki İlahî Hitapta geçen ‘dileyen iman etsin dileyen inkar etsin' ‘Biz insana doğru yolu gösterdik. Dilerse şükür edici olur dilerse nankör olur' ifadelerinin anlamı olabilsin ve karşılık bulabilsin. Şöyle ki hem yol gösterdik ifadesi yolun sağlam bir şekilde gösterildiğini, bu yolun gösterilmesi eyleminde bir nakısalığın olmadığını dolayısıyla vahyin dejenereye uğramaksızın insanlara bildirildiğini hissettirmektedir. Hem de Kıyamet gününde kulların Allah-u Teala'nın karşısında kanıt sahibi olmamaları için de bu gerekmektedir.   

 

İctiba ameliyesi ve gayb ilmi

Yukarıda geçen Cin Suresinin ilgili ayeti gaybın bütününün bağımsız olarak Allah-u Teala bilineceğini Peygamberlerin ise Allah-u Teala'dan aldıkları kuvvetle gaybın bir bölümünü bilebileceğini ifade etmektedir. Kur'an-ı Kerim'de gaybın bir bölümünün Allah-u Teala'nın bazı kullar tarafından bilinebileceğini ihsas ettiren bir takım ayetler bulunmaktadır. Bu ayetler gaybın ancak Allah-u Teala tarafından bilinebileceğini ifade eden ayetlerle çatışmamaktadır.[13]

Allah-u Teala ‘Allah, inananları, şu bulunduğunuz halde bırakmayacak, sonucu, pisi temizden mutlaka ayırt edecek. Ve Allah size gaybı da bildirecek değil, fakat peygamberlerinden dilediğini seçer, gaybı bildirir ona.' (3/Al-ı İmran/179) Bu ayet, Allah-u Teala'nın kullarından bazı kimselere birtakım gaybî bilgileri vereceği hususunda açık sayılabilecek düzeydedir. Zira ictiba ameliyesi ile gaybın muttali kılınması arasında bir anlam bağının olması gerekiyor. Eğer bunu göz önüne almazsak ikinci cümle ile ilk cümle arasında hiçbir bağ kurulamamış olur. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır merhum da Mealinde ayetten ictiba edilenlerin gayba muttali kılınması anlamını çıkartmıştır.

Bu ayetten seçilen resullerin gaybı bilebileceklerini söyleyen müfessirler öyle azınlıkta da değildir. El-Merağî, Allame Alusî, Tabatabaî bu ayetten Kurtubî ve Tahir İbn Aşur ise Cin Suresindeki ayetten gaybın resuller tarafından bilinebileceği sonucunu çıkarmışlardır.[14]

Kur'an-ı Kerim'de gaybın bilinebileceğine dair bu genel ifadelerin yanında örnekler de vardır. Kur'an-ı Kerim insanlara gaybî bazı bilgiler verir ve insanlar bu bilgilere sahip olurlar.

Örneğin Rum Suresinin girişindeki ayetler bu türdendir. Allah-u Teala geleceğe ilişkin bir takım bilgiler vermek üzere şöyle buyurur: ‘Elif lâm mîm. Rûm mağlûb edildi. En yakın bir yerde, fakat onlar bu mağlûbiyetten sonra galip olacaklar. Birkaç yıl içinde; emir, önde de Allah'ın, sonda da ve o gün inananlar, ferahlayacak, sevinecek.' (30/er-Rum/1-4) Bu ayetlerin Kadim Dünyanın iki süper gücü olan Roma ve Sasanî İmparatorluğu arasında geçen savaşların peşinde ve Romalıların en zayıf olduğu bir dönemde indiği hakkında müfessirlerin görüş birliği vardır. Ayet-i kerime birkaç yıl içinde gerçekleşecek ve Romalıların galibiyetiyle sonuçlanacak bir savaştan daha doğrusu gaybî bir olaydan bilgi vermektedir.

Vehbe Zuhaylî bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: Bu ayet gelecekte gerçekleşecek bir olay hakkında gaybtan haber vermektedir. Bu ayetlerin nüzul tarihi olan 622 yılından birkaç yıl sonra 627 yılında Roma Kralı Herakliyus Dicle Nehrinin kenarında Sasanîlere galip gelmiştir.[15]

Fetih Suresinin şu ayeti de bu türdendir. ‘Ve andolsun ki Allah, Peygamberine gerçek bir rüya göstermiştir; Allah dilerse emîn olarak ve başlarınızı tıraş ettirerek, saçlarınızı kestirip kısaltarak elbette sizi Mescid-i Harâm'a sokacak; gerçekten de o, sizin bilmediğinizi bilmektedir, derken bundan başka da yakın bir fetih ve zafer gerçektir.' (48/el-Fetih/27)

‘Allah'ın izniyle ölüyü diriltirim, evlerinizde yediklerinizi, sakladıklarınızı size bildiririm.' (3/Al-i İmran/49)

Hatta bir adım daha ileri gidilebilir. Bu ayetler gaybı bildirdiğine göre Resulullah'ın (s.a.a.) sahabileri bu ayetler indikten sonra kısmî gayba muttalî olmuşlardır. Allah-u Teala Resuller dışında diğer bazı insanların dahi gaybı bilebileceklerine bazı örnekler verir. Hz. Musa'nın annesi bunlardandır. ‘Ve Mûsâ'nın anasına, onu emzir, bir tehlikeye uğramasından ürkersen at onu nehre ve korkma, tasalanma, şüphe yok ki biz, onu sana tekrar veririz ve onu peygamberlere katar, peygamber yaparız diye vahyettik.' (28/el-Kasas/7)

‘İşte bunlar, gaibe âit haberlerdir ki sana onları vahyediyoruz. Bundan önce ne sen onları biliyordun, ne kavmin biliyordu, sabret artık; şüphe yok ki sonuç, çekinenlerindir.' (11/Hud/49)

Bu ayet söz konusu haberlerin gayb olduğunu açıkça bildirmektedir. Vahyle bu bilgilerin artık Allah Resulü ve O'nun kavmi tarafından bilinir hale geldiğini belirtmektedir.

Gaybın sadece Allah-u Teala'ya özgü olduğunu bildiren ayetler O'nun gayb bilgisinin bağımsız olduğuna ve zatı gereği bildiğine delalet etmektedir. O, mutlak kemallerin kaynağı olduğundan gaybı da bağımsız bir şekilde bilir. Bu noktada O'nun ortağı yoktur ve tevhid de zaten budur. O'nun razı olduğu, seçtiği kullarına gaybı bildirmesiyle gaybın O'na özgü olduğunu bildiren ayetler arasında hiçbir çelişki yoktur. Zira ikincilerin gaybı bilmesi bizzat ve bi'l-istiklal değil O'nun bildirmesine bağlıdır. Zaten varlık sahasında Allah dışında bir varlığın bağımsız bir şekilde bir şeye sahip olduğuna inanmak şirktir. Buna delalet eden ayetleri yukarıda sıralamıştık.

Bizzat ile bi iznihi bir şeye sahip oluşa ilişkin hadislerden de yığınlarca örnek vardır. Biz sadece istitaat konusundan bir örnek vereceğiz. Hz. Ali'ye (a.s.) "Kendisiyle oturup kalktığımız ve iş yaptığımız güç (iyi ve kötü işlere karşı olan kudret) hususunda (bu güç bizden midir yoksa Allah'tan mı? diye soru soran Abaye İbn Rib'i'nin cevabında şöyle buyurdu: Sen yetenek (güç) hakkında soru sordun. Acaba ona, Allah'tan olmaksızın sen mi maliksin, yoksa Allah ile birlikte mi maliksin? (Yani o kudret senin kendinden mi, yoksa Allah ile ortak mısın?)

Abaye susup kaldı; İmam Ali (a.s.): Eğer Allah ile birlikte maliksin, deseydin, öldürürdüm seni (çünkü müşrik olurdun); yalnız ben malikim deseydin, yine de öldürürdüm seni. Abâye, "Öyleyse ne diyeyim?" dedi, Ali (a.s.) buyurdu ki: şöyle de: Ben ona malikim, fakat ona malik olan Allah beni ona malik kılmıştır; eğer bu malikiyeti bana verirse, bağışta bulunmuş olur; vermezse bu O'ndan bir bela olur. Öyleyse seni malik kıldığı şeylerin asıl maliki O'dur, seni kadir kıldığı şeylere gerçek kadir O'dur."[16]

 

İmamların gaybı bilemesi

Yukarıda hem Resullerin hem de Resuller dışında diğer kimselerin gaybı Allah-u Teala'nın bildirmesiyle bilebileceklerini ortaya koymuş ve bu hususta bazı ayetleri de ileri sürmüştük. Bu bölümde Ehl-i Beyt İmamlarının da bu kategoriden olduğuna dair bazı açıklamalarda bulunmak istiyoruz. Şia-i İmamiyye Ehl-i Beyt İmamlarının da gaybın bir bölümünü bildiklerine inanmaktadırlar. Bu konuda biri genel ve olgular üzerinden diğeri de öçzel ve olaylar üzerinden iki türlü delillendirme ile bunu ortaya koymaya çalışacağız.

Genel Delillendirme: İmamların gaybı bilemeyeceği düşüncesine sahip Amr İbn el-Hezzab'a İmam Rıza (a.s.) şöyle cevap vermiştir: Allah-u Teala şöyle buyurmuyor mu?  ‘O bütün gaybı bilir. Fakat gaybını hiç kimseye açmaz. Ancak seçtiği elçiye açar.' (72/el-Cin/26-7) Allah'ın Resulü Allah nezdinde razı olunan kullardandır. İşte bizler de Allah-u Teala'nın dilediği gaybı muttali kıldığı bu Resulün varisleriyiz. Bizler hem olmuş olanı hem de Kıyamet gününe kadar olacak olan şeyleri biliriz.[17]

İmam Sadık (a.s.) şöyle buyurmaktadır: Seyf et-Temmar şöyle rivayet etmiştir:

Hicr-i İsmail'in yanında bir grup Şiî olarak Ebu Abdullah es-Sadık'ın etrafında toplanmıştık.

İmam buyurdu ki: «Bizi izliyorlar mı acaba?» Sağa sola baktık, bizi izleyen kimseyi göremedik ve: "Bizi izleyen kimse yok" dedik.

Buyurdu ki: «Kâbe'nin Rabbine andolsun ki, bu binanın Rabbine andolsun ki -Üç kere tekrarladı- eğer Musa (a.s.) ile Hızır (a.s)'ın yanında ol­saydım, onlara, kendilerinden daha çok bildiğimi haber verirdim ve ikisinin de bil­mediği şeyleri onlara bildirirdim. Çünkü Musa ve Hızır'a, olanlara ilişkin bilgi veril­mişti, buna karşılık kıyamet gününe kadar olacaklara ilişkin bilgi verilmemişti. Biz bu bilgileri miras olarak Resûlullah (s.a.a.)'den aldık.»[18]

Durays el-Kunasî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah es-Sadık'ın (a.s.) yanında bulunduğum bir sırada, Ebu Basir de oradaydı. Ebu Abdullah dedi ki: «Davud, peygamberlerin ilmine vâris olmuştu. Süleyman da Davud'a (a.s.) vâris oldu. Muhammed (s.a.a.) de Süleyman'a vâris oldu. Biz Ehl-i Beyt de Muhammed'in vârisleri­yiz. İbrahim'in suhufları ve Musa'nın (aleyhimusselâm) levhaları bizim yanımızdadır.»

Ebu Basir dedi ki: İlim, budur her halde.

İmam buyurdu ki: «Ey Ebu Muhammed! İlim bu değildir. İlim, gece ve gün­düz, günbegün, saatbe saat meydana gelen şeydir.»[19]

Genel istidlal sayabileceğimiz rivayetler oldukça fazladır. Bu rivayetlerin yanı sıra İmamların özel olarak gaybı bildiklerini ortaya koyan rivayetler de vardır.

Konuyla ilgili bir çok rivayet bulunmaktadır. Biz bu rivayetlerden birkaç tane aktarmak istiyoruz.

Ebu Basir şöyle rivayet etmektedir: Mevlam Ebu Cafer (a.s.) bana şöyle buyurdu: Kufe'ye döndüğünde İsa adında bir oğlunun doğmuş olduğunu göreceksin. Bir de Muhammed adında bir oğlun daha dünyaya gelecektir. O bizim şialarımızdandır. Bu ikisinin ismi ve Kıyamet gününe kadar doğacak olanların isimleri bizim sayfamızda kayıtlıdır.

Bunun üzerine ben ‘Şiarınız sizinle birlikte midir' diye sordum.

İmam (a.s.) ‘Allah'tan korktukları, takva ehli oldukları ve Ona itaat ettikleri sürece evet' buyurdular.[20]

Emirü'l-Müminin Ali (a.s.) bir hutbesinde kendisinden sonra Kufelilerin çekeceği sıkıntıları kendilerine bildirmek üzere şöyle buyurur: Hz. Ali bu hutbesinde Kufe ehlinin başına gelecekleri ve bu or­tamda takınmaları gereken tavırları beyan ederek söyle buyur­maktadır:

"Benden sonra size boğazı geniş mi geniş, karnı şiş mi şiş göbekli biri (Muaviye) hâkim olacaktır. O bulduğunu yer, bulmadığını ister. Onu öldürün, (ama asla) öldüremezsiniz.

Bilin ki o beni sövmenizi emredecek size, teberri etme­nizi (benden uzak olduğunuzu söylemenizi) isteyecek siz­den. Sövmeye gelince, sövün. Zira bu benim temizlen­memi (makamımın yücelmesini) arttırır, sizi de (ölümden) kurtarır. Benden teberri etmenize gelince sakın benden teberri etmeyin. Zira ben (İslam) fıtratı üzere doğdum. İman ve hicrette, önceliğim var benim."[21]

Yine Müminlerin Emiri, can dostlarından Meysem-i Temmar'ın şehadetinin niteliğine ilişkin bilgileri kendisine sunar ve Meysem-i Temmar O'nun anlattığı şekilde bir darağacında şehadet şerbetini içer.[22]

 

Bir Kur'ani istidlal

Allah-u Teala'nın varlığın şehadet ve gayb boyutunu bidliğine sürekli bir şekilde vurgu yapılır. Kitab-ı Kerim bize varlık aleminin duyu organlarıyla algılanıp algılanamamasına göre ikiye ayırmaktadır. Bunları Kitab-ı Kerim'in değişik yerlerinde değişik şekilde adlandırmaktadır. Bazen buna dünya-ahiret, bazen mülk-melekut, bazen şehadet-gayb demektedir. Kur'an-ı Kerim müşrikleri sadece alemin zahir boyutunu bildiklerinden ve ahiret hayatından gafil olduklarından eleştirmektedir.[23] Dolayısıyla bu ayetten ahiret hayatının dünya hayatının karşılığında olduğu ve dünyanın yaşamın zahir boyutunu oluşturduğu anlaşılmaktadır. Ahiret hayatının şu andaki var olduğuna delalet edebilecek işaretler bulunmaktadır. Biz bunu inşallah başka bir çalışmamızda ortaya koyacağız..

Varlığın melekut-mülk şeklindeki taksimatı da Kur'an-ı Kerim'de geçen bir diğer taksimattır. Kur'an-ı Kerim Hz. İbrahim'den bahs ederken Ona melekut boyutunun gösterildiğine dikkat çekilir. Hem de gösterilen bu melekut alemi İbrahim'in hayatının ilk evrelerinde olduğunu ayetin bağlamından rahatlıkla anlayabiliyoruz.

‘Bu sûretle Ibrâhîme Göklerin ve Yerin melekûtünü gösteriyorduk ki yakîn hâsıl edenlerden olsun' (6/el-Enam/75)

Bu ayet-i kerime göklerin ve yerin melekutunun görünmesiyle yakîn arasında bir bağlantı kuruyor. Ayette geçen yakîn aklî marifetler sahasında kullanılan yakînden farklıdır. Zira mantık, fıkıh ve feslefe ilmindeki yakîn bilindiği gibi burhan ve mantıksal çıkarsamalara dayanırken bu ayette geçen yakîn melekutun daha doğrusu hakikatlerin seyrine dayanmaktadır. Hz. İbrahim'in (a.s.) gördüğü melekut yakîne ermesine neden olmuştur. Peki nedir öyleyse melekut ve yakîn?

Melekut kelimesi arapça bir sözcüğün 'vav', 'ta' ile daha kuvvetli bir anlam kazanılarak kullanıldığı görüldüğü bu şekilde kelimeler de dilde çokça vardır. Ceberut, melekut, berehut, rahemut vb.

Kurtubî ayette geçen melekut sözcüğü hakkında şu bilgileri verir: melekût", mülk anlamındadır. Sıfatta mübala­ğa için fazladan 'vav' ile 'te' getirilmiştir. Rahabût, rağabut ve Ceberut kelimeleri de bunun gibidir.[24] Müfessirler bu 'vav' ve 'ta' harfinin bitiştiği kelimelerin mübalağa ve ziyadelik ifade ettiği noktasında görüş birliği içindedirler.

Şeyh Tusî, Ferra, Taberî, Belhî ve el-Cübbaî gibi müfessirlerden şöyle nakl eder: Melekut mülk menzilindedir. Ancak bu sözcük mülk sözcüğünden daha beliğdir. Zira 'vav' ve 'ta' harifi mübalağayı daha da arttırıcı bir özzelliğe sahiptirler.[25]

Müfessirlerin Hz. İbrahim'e gösterilen şeylerin ne olduğuna dair değişik açıklamalar vardır. Bu açıklamaların ortak noktası Hz. İbrahim'e gösterilen şeylerin olağan üstü olmasıdır.[26]

Örneğin bu rivayetlerden birisinde şöyle geçmektedir: Yerin ve üzerindeki varlıkların, göğün ve üzerindeki varlıkların, göğü taşıyan meleklerin, arşın ve onun üzerinde olanın üzerindeki perdeler İbrahim için kaldırıldı. Aynı perde Resulullah (s.a.a) ve Emir'ül-Müminin (a.s) için de kaldırıldı. [27]

Melekut varlığın gaybî boyutudur. Mülk boyutuna göre daha beliğ ve daha kuvvetlidir. Mülk boyutunda varlığın Allah-u Teala'ya aidiyetleri zahir düzlemde görünmekteyse de melekut boyutunda bunların Allah-u Teala'ya nispetleri daha belirgindir. Artık burada şüphe söz konusu değildir. Melekut boyutunun farkına varan bir kişi eşyanın Allah-u Teala'ya nispetlerini berrak bir şekilde görür. Artık burada ne bir şüphe vardır ne de bir kuşku. Varlık aleminde hakim olan sebeb-sonuç dairesinin dahi aslını görür ki zaten melekutun geçtiği Yasin Suresinde kün-fe yekun gibi ifadelerin kullanılması da varlığın bu boyutunu göstermektedir. Hatta Allah-u Teala insanları varlığın bu boyutunu seyre de davet etmektedir. ‘Onlar, göklerin ve yerin 'bağımlı olduğu egemenliğe ve sünnete' (melekût) Allah'ın yarattığı şeylere ve ihtimal (verip) ecellerinin pek yaklaştığına bakmıyorlar mı? Bundan sonra onlar artık hangi söze inanacaklar?' (8/el-Araf/185)

Allah-u Teala insanlara imam ve rehber kılınan bir grup insanın yakîne eriştiklerinden bahs etmektedir. ‘Ve içlerinden, sabrettikleri takdîrde onları, emrimizle doğru yola sevkedecek imamlar tâyin etmiştik ve onlar, delillerimize adamakıllı inanmışlardı.' (32/el-Secde/24) Bu grup yakîn sahibidirler yani melekutu seyr etmektedirler.[28]

Özetle varlığın gaybî boyutuyla hem hal olan bu kutlu insanların vahyi alma, algılama ve tebliğ noktasında masum oldukları gibi çok ileri bir akli donanıma da sahiptirler. Bu şahısların dünyevî işlerden bihaber olduğunu düşünmek veya sıradan insanların düzeltmelerine maruz kaldıklarını tasavvur etmek Kuranî bakış açısıyla çatışmaktadır. Kitab-ı Kerim onların güçlü bir belleğe sahip olduklarını belirttiği gibi yakîn üzere yaşadıklarını da belirtmektedir. Yakîn düzeyinde bir algıya sahip olan bir kişinin kavrayışlarının banal insanların kavrayışlarıyla aynı seviyede görmek büyük bir yanılgıdır.

 

 


[1] 66/et-Tahrim/6

[2] Enam Suresi 59  ayet ve en-Neml/65

[3] Ayrıca bakınız er-Ra'd/16, ez-Zümer/62, el-Mümin/62

[4] Ayrıca bkz Meryem/12, el-Casiye/16, Yusuf/22, el-Enbiya/74, el-Enbiya/79, el-Kasas/14, Hud/45, et-Tiin/8

[5] Ayrıca bkz. Fatır/10 ve Yunus/65

[6]  Ebu Abdullah Muhammed İbn Ahmed İbn Ebi Bekr el-Kurtubî (h.671),  El-Cami li Ahkami'l-Kur'an, Tahkik Abdullah İbn Abdülmuhsin et-Türkî, C.21, s.308, 1. Basım, 1427, Müessesetü'r-Risale.

[7] Telif Şeyh Abbas el-Qummî, Mefatihü'l-Cinan ve Yelihi el-Kitabü'l-Bakiyatü's-Salihat, s.376, Arapçaya çeviren,  Muhammed Rıza Nurî en-Necefî, Kuveyt, 2004

اِلهٰي اَنَا الْفَقيرُ فى غِنايَ فَكَيْفَ لا اَكُونُ فَقيراً في فَقْري، اِلهٰي اَنَا الْجاهِلُ في عِلْمي فَكَيْفَ لا اَكُونُ جَهُولاً في جَهْلي،

[8] Allame Muhammed Bakır el-Meclisî, Biharü'l-Envarü'l-Camiati li Düreri Ahbari'l-Eimmeti'l-Ethar, c.49, s.75, Müessesetü'l-Vefa, Beyrut, 1403, 2. baskı

[9] Şirüddin Ebu Abdulllah Muhammed İbn Ali İbn Şehr Aşub (h.588), Menakıb-u Âl-ı Ebi Talib, c.3, s.374, Tashih Muhammmed Kazım el-Ketbî, 1375, Necef.

[10] Şerif Razî, Nehcü'l-Belağa, 93. Hutbe, s.172-3, Zabt: Subhî Salih, Tahran 1425

[11] Age, 175, hutbe, s.333

[12] Muhammed et-Tahir İbn Aşur, Et-Tahrir ve't-Tenvir, c.29, s.250, 1984, Tunus, Mektebetü't-Tunusiyye

[13] 27/en-Neml/65, 6/el-Enam/59, 10/Yunus/20

[14] Ahmed Mustafa el-Merağî, Tefsirü'l-Merağî, c.2, s.82, Darü'l-Fikir, 1421, Beyrut; Ebu's Sena Şihabuddin Mahmud el Alusi (h.1270), Ruhu'l Meani fi Tefsiri'l Kur'ani'l Azim ve's-Sebi'l-Azim, c.4, s.137, Beyrut, İhyai't-Türasi'l-Arabiy, Muhammed Hüseyin Tabatabaî, el-Mizan fi Tefsiri'l-Kur'an, c.4, s.80, 1411,Beyrut.

[15] Doktor Vehbe Zuhaylî, et-Tefsirü'l-Mübin ve'l-Akideti ve'ş-Şeriati ve'l-Menhec, c.21, s.49, 1411, Beyrut,

[16]  Ebu Muhammed el-Hasan İbn Ali İbn Hasan İbn Şube el-Harranî, Tuhefü'l-Ukul An Âli'r-Resul, s.213, Tashih ve talik: Ali Ekber el-Ğıffarî, 1404, Qum

[17] Biharü'l-Envar, c.49, s.75

[18] Sikatü'l-İslam Ebu Cafer Muhammed İbn Yakub İbn İshak el-Küleynî, el-Usul mine'l-Kafî, c.1, s.26-1, tashih ve talik: Ali Ekber Gıffarî, Tahran 1363 hicri şemsi

[19] Age, c.1, s.225

[20] Biharü'l-Envar, c.46, s.274

[21] Nehcü'l-Belağa, 57, hutbe, s.93-4

[22] İbn Ebi'l-Hadid (h.656) Şerh-i Nehci'l-Belağa, c.2, s.291-3, Tahkik Muhammed Ebü'l-Fazl İbrahim,  Darü İhyai'l-Kütübi'l-Arabiy, 1959

[23] 30/er-Rum/7

[24] El-Cami, c.8, s.435

[25] Ebu Cafer Muhammed İbn el-Hasan et-Tusî (h.460), et-Tibyan c.4, s.176, Tashih: Ahmed Habib Kasir el-Amılî, Beyrut,

[26] Eminü'l-İslam Ebu Alî el-Fazl İbnü'l-Hasan et-Tabersî, Mecmeü'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an, c.4, s.69, Beyrut, 1427; el-Cami, c.8, s.436; Ebü'l-Hasan Ali İbn İbrahim el-Kummî, Tefsirü'l-Kummî, c.1, s.205, Tashih ve talik: Seyyid Tayyib el-Musevî el-Cezairî, Qum, tarihsiz; Ruhu'l Meani c.7, s.197; Ebu'n-Nasr Muhammed İbn Mesud İbn Abbas es-Samî es-Semerkandî, Tefsirü'l-Ayyaşî, c.1, s.393 , Beyrut, 1411; Seyyid Haşim Bahranî, el-Burhan fi Tefsiri'l-Kur'an, c.3, s.45,  Beyrut, 1427; Ebü'l-Ferec Cemalüddin Abdurrahman İbn Ali İbn Muhammed el-Cevzî (h.597), Zadü'l-Mesir fi İlmi't-Tefsir, s.449, Beyrut, 1423, Dar-ü İbn Hazm

[27] Tefsirü'l-Kummî, c.1, s.205

[28] İnşallah mülk ve melekut alemini ayrı bir makalede ele almaya çalışacağız.

 

 

 

 

 

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar