416872_3364278716605_1558237394_3093413_59060073_n.jpg

Şehadet ve masumiyet - 1

"Ortada bir masumiyet söz konusu. Ancak bu masumiyet ne günah işlenmesiyle ne de risaletin tebliği noktasındaki masumiyetle alakalıdır. Bu masumiyet şeriat ilkelerinin tatbiki daha doğrusu şeriatın yargıya bakan boyutunun tatbikiyle alakalıdır."

16 Eylül 2015 Çarşamba

Şehadet ve masumiyet

Cevher Caduk (ilahiyatçı-öğretmen)

Rahman Rahim Allah'ın Adıyla

Önceki makalemizde özelde Peygamber'in (s.a.a.) şeriatı tatbik etme noktasında hataya düşüp düşemeyeceği konusunu ele almıştık. Bunun bireysel olarak kendi nefsine tatbiki ile toplumsal düzlemde tatbiki arasında fark bulunmamaktadır. Sonuçta ele aldığımız konu şeriatın tatbikinde hatanın mümkün olup olmayacağıydı. Namaz özelinde bu konuyu incelemiş ve sırat üzere bulunma kavramının masumiyeti gerektirdiğini ortaya koymuştuk.

Konunun Kuranî boyutu da vardır ve Kur'an-ı Kerim bu meseleye değinmektedir. Önceki makalede rivayet eksenli bir konuyu ele almıştık. Kuran'ın kendisi tarafından bu konuya değinilmektedir. Bir diğer fark ise önceki makalede ele aldığımız konu şeriatın tatbikinde hata etmede içsel faktörü ele almış ve bunu olumsuzlamıştık. Şu ayet ise dışsal faktörü göz önüne alarak böyle bir olasılığı ortadan kaldırmaktadır.

"Allah'ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur" (4/en-Nisa/113)

Ayetin yapısı olayın bir arka planının ve bir nüzul sebebinin olduğunu hissettirmektedir. "onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti" ifadelerini ister Hz. Peygamber'in peygamberliği süresince yapılan ayartma çabalarıyla bağlantılı olarak anlayalım ister özel bir olayın nedeniyle söylenmiş bir söz olarak anlayalım sonuç değişmiyor ve ayet bir vakıîliği ve bir gerçekliği ifade ediyor.

Ancak ayetle ilgili olarak tefsir kitaplarına bakıldığında görünen manzara şudur: Müfessirler bize sebeb-i nüzul olarak meşhur Ubeyrık kıssasını bahs etmektedirler. Olayın farklı versiyonları olmakla birlikte hepsinde Resulullah'ı (s.a.a.) hüküm verme noktasında yanıltmaya ilişkin bir çabadan bahsedilmektedir. Resulullah'a (s.a.a.) hüküm vermesi için iki grubun olduğunu ve bu gruplardan her birisinin kendisini temize çıkartmak, hasmını suçlamak gayesiyle bir çabanın olduğunu görebiliyoruz. Böyle bir ortamda ve atmosferde söz konusu bu ayetin nazil olduğunu, hak ve hakikatin üzerindeki perdeleri kaldırıp bu davada hakkı gösterdiğini anlayabilmekteyiz.[1]

Ayetin ilk bölümünü oluşturan "Allah'ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler." İfadelere bakıldığında şunu rahatlıkla görebilmekteyiz;

Ortada bir masumiyet söz konusu. Ancak bu masumiyet ne günah işlenmesiyle ne de risaletin tebliği noktasındaki masumiyetle alakalıdır. Bu masumiyet şeriat ilkelerinin tatbiki daha doğrusu şeriatın yargıya bakan boyutunun tatbikiyle alakalıdır.

 

Ayetteki Nükteler

Ayette göze çarpan bazı zarif nükteler:

a- Ayet Resulullah'ın (s.a.a) yargı noktasındaki yanılgısını hata ve sürçme olarak ifade etmemektedir. "en yudilluke/seni saptırmayı" ifadesini kullanmaktadır. Biz de zaten sırat üzere bulunmama halinin dalalet olduğunu önceki makalede dile getirmiştik. Kişinin sırata uygun olmayan ve aykırı olan her davranışı o an ve o mesele için dalalettir. Zira 'sırat' yanılgıyı kabul etmez, kabul etmediğinden dolayı o meseledeki yanlışlığı sapma anlamına gelen 'dall' sözcüğüyle ifade etmektedir. Dolayısıyla peygamberlerin 'dallin' olanlar olarak ifade edilmesi de bu anlamdadır. Bu anlamda Fatiha suresinin ilgili ayetlerindeki meal farklılığına da dikkat çekmek gerekmektedir. "Bizi doğru yola ilet. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil" şeklindeki bir anlamlandırma mümkünse de ayetin şöyle çevrilmesi daha şık durmaktadır: "bizi doğru yola ilet. Gazaba uğramamış ve sapmamış olan, nimet verdiğin kimselerin yoluna" Çünkü ayet "gazaba uğramamış ve sapmamış" diye başlayan bölümü kendilerine nimet verilen kimseler bölümünün sıfatıdır yahut "ellezine" kelimesinden bedeldir. [2]

Kendilerine nimet verilen kimselerin kimler olduğunu ise Kitab-ı Kerim'in bir başka ayet-i tefsir etmektedir: "Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler (gerçekler, dosdoğru kullar), (amellere olan) şehitler ve salihlerle birlikte olur ve onlar ne de güzel arkadaştır!" (4/en-Nisa/69)

Kendilerine nimet verilen nebiler ve peygamberlerin ne kendilerine gazap edilen ne de 'dall'a düşen kimselerdir. Şeriatın tatbikinde hataya düşme dalalet olduğuna göre Fatiha Suresindeki ayet nebilerden dalaleti olumsuzladığına göre peygamberler şeriatın tatbikinin herhangi bir biriminin uygulanmasında yanılgıya düşmezler.

b- Ayetin ilk bölümünün yargıda hataya düşmemeye özgü olduğunu peygamberin diğer noktalarda şeriatın tatbikinde yanılgıya düşebileceği şeklinde bir itiraz gelebilirse iki gerekçeden dolayı bu itiraz yerinde değildir.

Gelebelicek ilk itiraz ile ilgili olarak,  yukarıda Kur'an'ın Kur'anla tefsiri çerçevesinde gelebilecek böyle bir itirazın doğru olmayacağını ortaya koyduk.

İkinci olarak da; ayetin kendisinin sonraki yapısı da bu olasılığı ortadan kaldırmaktadır. Şöyle ki; "Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur" cümlesi talil/gerekçelendirme özelliğine sahiptir. Bu ifade şu anlama gelmektedir: İlahî fazıl ve lütuf senin üzerinde bulunmaktadır. Allah'ın fazlı ve lütfu seni kapsadığına göre sadece yargı noktasında değil diğer noktalarda da tatbikte yanılgıya düşmezsin. Ayetin baş bölümü ile bu bölüm arasındaki ilişki küll-cüz ilişkisine benzemektedir. Yani sana yönelik olan ilahî fazlın azameti senin yanılgıya düşmemeni gerektirmektedir. Bu genel ve kapsayıcı bir durumdur. Bu kapsayıcılığın bir örneğini insanlar yargı meselesinde gördüler. Yargı olayın bu kapsamlılığın bir cüzüdür.

Bu yüce ilahî fazl sadece Hz. Resulullah'a (s.a.a.) özgü değildir. Diğer bütün peygamberler için de geçerlidir. Onlarda da şeriatın uygulanmasında hataya düşme gibi bir durum olamaz.

 

Dini olmayan olaylardaki masumiyet  

Şu ana kadar genelde Peygamberlerin günah işlememe, ilahî risaletin olduğu gibi insanlara ulaştırma ve şeriatın tatbikînde yanılmama konularını ele aldık. Geriye aydınlatılması gereken bir diğer konu kalıyor. Peygamberler günlük ilişkilerinde ve diğer konularda da yanılgıya düşmeme gibi bir durum var mıdır? Örneğin peygamber bir ticaret ilişkisinde paraları karıştırabilir mi yahut insanlara bir meseleyi anlatırken yanlış anlatabilir mi? Bu tür örnekler çoğaltılabilirse de hadis ve kelam kitaplarına da konu olan hurma aşılama olayı bu sahaya girmektedir. Olayın dinî bir boyutu bulunmamaktadır. Bütünüyle günlük hayatla ve güncel bilgilerle alakalıdır. Rivayete göre Resulullah (s.a.a.) Medine'ye gelir, Ensar'ın daha fazla ürün alabilmek için hurma ağaçlarını aşıladıklarını görür ve kanaatini belirterek bu işin yararının olmadığını söyler. Hasad vakti geldiğinde ürün alınamadığını veya az ürün alındığını gören Ensar Hz. Resulullah'a (s.a.a.) itiraz edince O ‘siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz' diyerek işin içinden sıyrılır.[3]

Bu olayın analizine olaydaki çarpıklıkların üzerinde etraflıca durmak istemiyoruz. Ama şunu söylemeden de geçemeyeceğim. Bu olay öyle bir peygamber tasavvuru sunuyor ki, sanki hiç Arap yarımadasında yaşamayan, arap örf ve adetlerini bilmeyen, çevresinde olup bitenden habersiz, olaylara ibretle bakmayan birisi. Böyle bir insanın değil bir devleti bir aileyi dahi idare etmesi zordur. İçinde yaşadığı toplumun gerçeklerinden uzak bir peygamberin Allah-u Teala tarafından görevlendirilmesi hikmet-i ilahîyle çatışmaktadır. Seçki ameliyesi eksik ve düzenli çalışmayan bir Allah tasavvuru da takdir edilmelidir ki hastalıklı bir bakış açısıdır.

 

Kur'ani perspektif ve şehadet 

Bu ayetin yerli yerince anlaşılabilmesi bazı konuların yeterince kavranmasına bağlıdır. Bunlardan birisi de şahidlerdir. Allah azze ve celle Kıyamet gününde kulları diriltip sen cennetliksin sen de cehennemliksin demekle yetinmeyecek. Kullar için hiçbir mazeret kapısı bırakmayacaktır. Bunlardan birisi de şahidler meselesidir. 

 Kur'an-ı Kerim Kıyamet gününde huzur-u ilahîde verilecek hükümlerin adil olduğuna, hiç kimsenin kıl kadar dahi olsa zulme uğramayacağına, herkesin hakkını eksiksiz alacağına ve yerli yerince kanıtın Allah-u Teala'ya ait olduğuna vurgu yapar. Yani Kıyamet günündeki hesaba çekilme dünyadaki hesaba çekilmelere benzememektedir. Bütünüyle gerçeklik üzerine kurulu bir hesaba çekiştir. İnsanların özür ileri süremeyeceklerine daha doğrusu özür ve itiraz edebilecekleri bir ortamın olamayacağına dikkat çeker.

Bu itiraz ve özürleri ortadan kaldıran etmenlerden birisi de şahidler meselesidir. Kur'an-ı Kerim (as) Kıyamet gününde insanların hesaba çekilmesi esnasında birden fazla şahidin olduğunu sunar.

Şeyh Cafer Sübhanî bütünü Kitab-ı Kerim ayetlerinden çıkardığı şahidler listesini şu şekilde sunar;

a- Allah-u Teala

b- Her ümmetin kendi peygamberi

c- İslam Peygamberi

d- İslam Ümmetinin bazı bireyleri

e- Bedenin organları

f- Deriler

g- Melekler

h- Sahifetü'l-amal (amel defterleri)

i- Yer

j- Amellerin uhrevî yapısıyla tecessümü[4]

Bütün bu maddelerin hepsinin etraflıca ele alınması bağımsız bir makaleyi kaleme almayı gerektirmektedir. Bu şahidlerin bir bölümü dışsal (peygamberler, melekler, yer) bir bölümü ise içseldir (vücudun derileri ve organları). Bir bölümü ise bu iki kısma da girmemektedir. Ahiret ortamında kendilerine özgü bir varlığa sahiptirler. Örneğin amellerin tecessümü gibi. Biz bu maddelerden bazılarına kısaca değinmek istiyoruz.

 

Yerin şehadeti

Şahidlikte bulunacak unsurlardan birisi yerdir. Yer insan için lehde veya aleyhde şahidlikte bulunacaktır. Üzerinde işlenen eylemleri olduğu gibi söyleyecektir. "İşte o gün (yer) haberlerini anlatır, Rabbinin ona bildirmesiyle. O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler. Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür." (99/ez-Zilzal/4-8)

Yerin şahidliğiyle ilgili etkileyici rivayetler vardır. Bunlardan iki tanesini sunacağız.

Ebü'l-Hasan el-Evvel'den rivayet ediliğine göre O şöyle der: Bir mümin vefat edince kendisine melekler, üzerinde ibadet ettiği yer parçası ve amellerinin yükseldiği semanın kapıları ağlar.[5]

İmam Sadık (as) şöyle buyurdular: Mescidlerin çeşitli bölgelerinde namaz kılınız. Çünkü üzerinde namaz kılınan yer parçası Kıyamet gününde namaz kılanın lehinde şahidlikte bulunacaktır.[6]

Şahidlik olayının kendisi müminin iman etmesi gereken gaybî şeylerdendir. Ancak belki de tartışılması gereken husus maddeci bakış açısının bu tür ayetlerin verileriyle çatışmasıdır. Şöyle ki bu ve benzeri ayetler evrendeki varlıkların şuur sahibi olduklarına işaret etmektedir. Yere anlatma ve konuşma ameliyesini nispet eden bu ayet yanında daha değişik ayetler vardır.

Bunlardan bazıları şunlardır: "Görmez misin ki, göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah´ı tesbih ettiklerini? Her biri kendi tesbihini ve duâsını bilmiştir." (24/en-Nur/41)

"Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz." (17/el-İsra/44)

Bu ve benzeri ayetlerde geçen tesbih ve secdeyi var oluşsal olarak yorumlamak mümkün ise de Molla Sadra'nın varlıkta kendi oranları ölçüsünce bilinç ve idrakin ortaklığı görüşü daha makul görülmektedir. Zaten bilimdeki gelişmeler de bitkilerde bir bilincin olduğunu ortaya koymuştur.[7] Cansız olarak kabul edilen putların Kıyamet gününde müşriklerin dünyadaki ibadetlerini inkar edeceğini belirtmektedir Kitab-ı Aziz. "Allah'ı bırakıp da kıyâmet günü, kendisine cevap vermeyecek olan ve kendisine tapanlardan haberleri bile bulunmayan şeylere tapandan daha sapık kimdir ki? Ve insanların toplandığı zaman onlar, düşman kesilirler ve kendilerine tapanların kulluklarını da inkâr ederler" (46/el-Ahkaf/5-6)[8]

Zilzal suresindeki ayetlerden de ipuçları elde etmek mümkündür. "ve ehraceti'l-erdu eskaleha" Zira 'eskal/ağırlık' kelimesi insanın yere ağır geldiğini hissettirmektedir. 'Sikl' kelimesi korunulması gereken değerli şeyler anlamına gelmektedir.[9] Bu kelime onun bir bilince sahip olduğunu hissettirmektedir. İçindekilerin bir bölümü kendisine ağır gelmekte ve kendisi için bir önem ve değer oluşturmaktadır. Ayet ‘ve ehraceti'l-erdu ma fiha' şeklinde olsaydı, kısmen bilinçsizliği ifade ediyor olabilirdi. Çıkarma eylemi de yerin kendisine nispet edilmektedir. Kanaatimizce bu 'sikl'lerden birisi belki de en önemlisi dünyada üzerinde gerçekleşen olayları anlatma ayetin ifadesiyle tahdis etmedir.

Özetle bu yer bir bilince ve bir anlayışa sahiptir, fakat biz insanlar onun bu bilincini ve kavrayışını anlayamamaktayız. Bilinçsiz ve kavrayışsız olan bir şeyin tesbihini bilmesinin anlamı yoktur. Varlık bilinç sahibi olduğuna kavradığına ve anlayabildiğine göre Kıyamet gününde şahidlik edebilir. Kur'an-ı Kerim yerin şehadette bulunacağını belirttiğine göre iki olasılık vardır:

a- Olayın gerçekleştiği esnada üzerinde gerçekleşen bu olaydan habersizdir ve olayı görebilme yetisine sahip değildir. Sadece Allah-u Teala Kıyamet gününde o esnada üzerinde gerçekleşenleri bildirmesi için o an onu konuşturmuştur ve o da dünyadayken üzerinde gerçekleşen şeylerden habersiz olarak şehadette bulunmuştur.

b- Yer üzerinde davranışların gerçekleştiği esnada bilince sahiptir ve bu davranışların farkındadır. Ancak Allah-u Teala dünya hayatında ona konuşma ve anlatma izni vermemiştir. Kıyamet günü olduğunda Allah-u Teala kendisine izin verince üzerinde gerçekleşen bu davranışlar ve olaylara ilişkin şehadette bulunacaktır.

Bu iki olasılıktan hikmet-i ilahiye ve akla uygun olan elbette ki ikincisidir.

 

Vücud derilerinin ve organlarının şehadeti 

Kıyamet gününde şahidlikte bulunacak olanlardan bir diğeri vücud derileri ve organlarıdır. Yer için yukarıda söylediklerimiz vücudun organları için de geçerlidir.

"Allah'ın düşmanları, ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler.
Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir (şehide aleykim semuhum ve ebsaruhum ve culuduhum.) Derilerine: Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz? derler. Onlar da: Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu (entekanallahullezi entaka külle şeyin). İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O'na döndürülüyorsunuz, derler. Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz"
 (41/Fussilet/19-22) buyurmaktadır.

"O gün dilleri,elleri ve ayakları, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik edecektir" (24/en-Nur/24)  

Bu ayetlerde hem 'şehadet' geçiyor hem de 'nutk/konuşturma' geçiyor. Yani görme hem de gördüğünü anlatma ifadesi geçiyor. Bir şeyin bilmediği bir şeyi görmesi ve şehadette bulunması mümkün değildir. Seyyid Kemal Haydarî'nin de dediği gibi; şehadeti eda etmek, şehadeti yüklenmenin bir feridir.[10] Günlük hayatta da şahidliğin bilinç, irade ve şuuru gerektirdiği izahtan varestedir.

Yukarıda geçen ayette şehadet kelimesinin geçmesi de manidadır. Şehadet kelimesinin nazar/görme ve rüyetten daha kuvvetli bir anlam yapısına sahip olduğu da açıktır. Zira biz kelime-i şehadette rüyet ve bilmek/ilim yerine şehadet ifadesini kullanırız.

Bir de ayetten öyle anlaşılıyor ki Mekke müşrikleri büyük günahları ve çirkin eylemleri gizlice gerçekleştirmekteydiler. Duvarların, kapıların arkasında yapmaya özen göstermekteydiler. 22. Ayette geçen 'istitar' kelimesi onların bu çabalarına işaret etmektedir. Onlar yerin, insan organlarının, derilerinin idrak kabiliyetlerinin olmadığını tasavvur etmekteydiler ki Allah-u Teala da zaten onları bu noktadan vurmakta ve kınamaktadır.[11]   

Ayetteki diğer bir nükte de şudur: ‘ve kalu li cüludihim lime şehidtüm aleyna/ Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz' ifadelerinde geçen şehadette bulunma, karşı tarafın olduğunu ifade etmektedir. Ayeti kerime ‘lime ekrartüm aleyna/niçin ikrarda bulunuyorsunuz' demiyor. İkrar kişinin kendisi için kullanılan bir ifadedir. Dolayısıyla bu da insan organlarının başka ve bilinçli bir taraf olduğunun kanıtıdır. Daha açık bir ifadeyle kendisiyle masiyet gerçekleştirilen organ ‘ben değil, şu isyan etmiştir' diyerek günahkar veya facir hakkında şehadette bulunacaktır, bir itiraf veya ikrar değil.

 

Melekler

Bir diğer şahid meleklerdir. "İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın" (50/Kaf/18) "Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler var, Değerli yazıcılar var," (82/İnfitar/10-1) İkinci ayetteki mutlaklığın kapsamına sadece davranışların ve amellerin değil, niyetlerin girdiğini söylemek zor olmasa gerek. Zira ayette değerli meleklerin neyi yazdığının cevabının bir sonraki ayette ma ile ifade edilmesi cümlenin kapsamlılığına delalet ettiği ve olabildiğince kapsamlı anlamda alınması gerektiği bilinmektedir. Meleklerin şehadeti organların ve yerin şehadetinden biraz daha üst mertebededir. Zira melekler insanların ameli gerçekleştirme saiklerini ve niyetlerini de yazacaklardır. İnsanın niyetlerini nasıl ve nereden bileceklerdir sorusu varlığın mana ve melekut boyutunun olduğuna delildir.

Meleklerin değerli yazıcılar şeklinde övülmesi onların sorumluluklarının ağırlıklarına ve bu görevi eksiksiz bir şekilde yerine getirdiklerine/getireceklerine işaret etmektedir.[12] Bu ayet ayrıca onların insanların amellerinin zahirlerinin ve batınlarını gördüklerine ve bildiklerine, bunu koruyup kayıt altına aldıklarına, Allah nezdinde bir güvenilirliğe sahip olduklarına, üstlendikleri görev itibariyle taharetlerine ve masumiyetlerine delalet etmektedir.[13]

Rivayetler bize hem meleklerin bu görevi nasıl yerine getirdiklerine dikkat çekmekte, görevi yerine getirilişine ilişkin detaylar sunmakta hem de meleklere karşı bir ikram görevini yüklemektedir.

İmam Bakır (as) şöyle buyurmaktadır: İki melek kulun telaffuz ettiği her şeyi yazmaktadır.[14]

İmam Sadık (as) şöyle buyurmaktadır: Her bir insanla birlikte konuştuklarını kayd eden iki melek vardır. Bu iki melek kayd altına aldıklarını kendilerinin üstündeki iki meleğe takdim ederler. O iki melek de hayır ve şerr olan her şeyi kayd altına alır bunun dışındakileri ise atarlar.[15]

Hz. Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır: Sizden ancak ya büyük abdest bozmak, ya cima hallerinde ayrılan Kirâmen Kâtibin'e gereken ikramı yapınız (onlara saygı duyunuz.) O bakımdan sizden herhangi bir kim­se gusledecek olursa, bir duvar yahut başka bir şey ise kendisini saklasın yahutta kardeşi onu saklasın.[16]

Abdullah b. Musa b. Cafer babasından rivayet eder: Babama sordum ki; insanın amellerini yapmakla görevli iki melek, kul, bir günah işlemek veya bir iyilik yapmak istese bilirler mi?

Dedi ki; ağılın kokusu ile hoş koku bir olur mu?

Hayır dedim.

Buyurdu ki; kul bir iyilik yapmak istediği zaman nefesinden hoş bir koku çıkar. Sağdaki melek, soldaki meleğe der ki; kalk. Kul, bir iyilik yapmaya niyetlendi. Kul niyetlendiği bu iyiliği işlediği zaman, dili kalemi ve tükürüğü de mürekkebi olur ve bu iyiliği onun lehine kayd eder.

Kul bir kötülük işlemeye niyetlendiği zaman, nefesi kötü bir koku çıkarır. Soldaki melek sağdaki meleğe: dur, kul, kötülük yapmaya niyetlendi. Kul bu kötülüğü işlediğinde dili kalemi ve tükürüğü de mürekkebi olur ve bu kötülüğü onun lehine kayd eder.[17]

 

Sonuç

Kıyamet günü insanın ebedî mutluluğunun veya bedbahtlığının ortaya çıkacağı gündür. O günün gönüllere korku veren boyutuna Kitab-ı Kerim vurgu yapmaktadır. İnsanların itiraz edebilecekleri bir alanın kalmaması için Rabb-i Rahim şahidler edinmektedir. Bu şahidlerin yalan, itham, kuşku, ihanet gibi bir hataya düşeceklerine dair Kitab-ı Kerim'de ve hadislerde hiçbir ize rastlanamamaktadır. Aksine şahidlerin konuşmaya veya anlatmaya başladıkları esnada insanın itiraz edemeyeceğini mecburen ve ümitsizce kabul ettiğini görmekteyiz. Bu da onların eksiksiz bir şekilde görevlerini yerine getirdiklerine bir diğer ifadeyle masumiyetlerine delalet etmektedir. Bir de şahidlikte bulunanların insanların amellerinin farkında ve bilincinde olduklarını anlamaktayız. Bu masumiyetin ve insan amellerinin farkındalığının Kıyamet gününde şahidlikte bulunacak olan insanlar için de geçerli olup olmadığını bir sonraki makalede ele alacağız.

 

 

     



[1] Ebü'l-Fida İsmail İbn Ömer İbn Kesir el-Kureşî ed-Dımaşkî, Tefsirü'l-Kur'ani'l-Azim, s.532, 1420, Beyrut, Dar-ü İbn Hazm; Ebu Abdullah Muhammed İbn Ahmed İbn Ebi Bekr el-Kurtubî (h.671),  El-Cami li Ahkami'l-Kur'an, Tahkik Abdullah İbn Abdülmuhsin et-Türkî, C.7, s.123, 1. Basım, 1427, Müessesetü'r-Risale; Eminü'l-İslam Ebu Alî el-Fazl İbnü'l-Hasan et-Tabersî, Mecmeü'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an, c.3, s.157, Beyrut, 1427; Ebu's Sena Şihabuddin Mahmud el Alusi (h.1270), Ruhu'l Meani fi Tefsiri'l Kur'ani'l Azim ve's-Sebi'l-Azim, c.5, s.143, Beyrut, İhyai't-Türasi'l-Arabiy; Muhammed İbn Yusuf İbn Ali İbn Yusuf İbn Hayyan, Bahrü'l-Muhit, c.3, s.491, Tahkik ve tahriç: Abdürrezzak el-Mehdî, Beyrut, İhyai't-Türasi'l-Arabiy

[2] Şeyh Muhammed Ali ed-Dürra, Tefsirü'l-Kurani'l-Kerim ve İrabuhu ve Beyanuhu, c.1, s.28, Darü İbn Kesir

[3] Sahih-ü Müslim, "Fedail", 139-140-141; İbn Mace, Ruhun, 15.

[4] Şeyh Cafer Sübhanî Tebrizî, el-İlahiyat Ela Hedyi'l-Kitabi ve's-Sünneti ve'l-akl, c.4, s.255-262, Qum-1430. Bu konuda Allah'ın izniyle ilerleyen dönemlerde bir makale çalışmamız olacaktır.

[5] Şeyh Muhammed b el-Hasan el-Hürr el-Amılî (h.1104), Tafsilü Vesaili'ş-Şia İla Tahsili Mesaili'ş-Şeria  c.5, s.187, Hadis no: 6289, Tahkik Müessesetü Ali'l-Beyt, 1409, Qum; el-Küleynî, Muhammed b. Yakub Ebi Cafer er-Razî (h.329) el-Furu Mine'l-Kafî, c.3, s.254, Hadis no:13, Tahran 1362 (h.ş); Şeyh Saduk (h.381), Men La yahduruhu'l-Fakih, c.1, s.6, Hadis no:1, Tahkik Seyyid Hasan el-Musevî, Tahran, 1390

[6] Vesaili'ş-Şia c.5, s.188, Hadis no: 6293

[7] Şeyh Cafer Sübhanî, Mefahimü'l-Kur'an, c.1, s.250, Beyrut, 2010

[8] Meallerin çoğunluğu ayeti şu şekilde meallendirmişlerdir: İnsanlar bir araya toplandıkları zaman (müşrikler) onlara (tapındıklarına) düşman kesilirler ve onlara kulluk ettiklerini inkâr ederler.

Ancak biz inkarın mabudlara ait olduğuna kanaat getirmekteyiz ki normalde ayetin zahiri de bunu göstermektedir. 

[9] Tahir Ahmet ez-Zavî, Muhtarü'l-Kamus, s. 85, ed-Darü'l-Arabiyyeti'l-Kütüb, Libya, Tarihsiz

[10] Seyyid Kemal Haydarî, Mutarahatün fi'l-Akideti el-Mead, c.2, s.10, Kazımiyye-1435

[11] Şeyh Cafer Sübhanî, Münyetü't-Talibin fi Tefsiri'l-Kur'ani'l-Mübin c.24, s.377, 1435-Qum

[12] Age, c.30, s.169

[13] Ayetullah Muhammed Bakır el-Melkî el-Meyanicî, Menahicü'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an C.30, s.232, Tahran-1434

[14] Seyyid Haşim Bahranî, el-Burhan fi Tefsiri'l-Kur'an, C.7, s.287, Beyrut-1427;

[15] Age, c.7, s.286

[16] El-Cami li Ahkami'l-Kur'an, c.22, s.125

[17] Sikatü'l-İslam Ebu Cafer Muhammed İbn Yakub İbn İshak el-Küleynî, el-Usul mine'l-Kafî, c.2, s.429, tashih ve talik: Ali Ekber Gıffarî, Tahran 1363 hicri şemsi

 

 

 

 

 

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar