IMG15580809.jpg

Velayet-i Fakihin dilinden Gadir-i Hum‏

"...Bu olaya iki açıdan ve iki boyutuyla bakmak mümkündür. Bir boyutu Şîa’ya hastır, bir diğer boyutu ise bütün İslam mezheplerini ilgilendirmektedir. Bu meseleyi ikinci boyutuyla ele aldığımızda, bütün İslam âleminde Gadir bayramının, sadece Şîa’ya ait olmayan büyük olayın hatırasının yaşatılması, duygu ve ruhunun oluşması gerekmektedir."

1 Ekim 2015 Perşembe

İNTİZAR - Resülullahın (s.a.a.) vefatından sonara Müslümanların önderliği meselesi ile ilgili olarak Sünni ve Şia kaynaklarında varlığı hususunda ortak ve aynı netlikte mevcudiyeti noktasında en küçük bir kuşku olmayan, Gadir-i Hum olayının, günümüzde de büyük bir ilgi ile insanların dikkatlerini çekmesi, aslında bu noktada insanların tabiatındaki  'otorite ihtiyacı'nın varlığına işarettir. Bu hususta günümüz İslam dünyasının en önemli otoritesi olan 'Valayet-i Fakih'in bu konu hakkındaki tespitlerini dikkatlerinize sunuyoruz...

 

Gadir-i Hum hadisesi, çok önemli ve İslam tarihinin belirleyicisi olan bir hadisedir. Bu olaya iki açıdan ve iki boyutuyla bakmak mümkündür. Bir boyutu Şîa'ya hastır, bir diğer boyutu ise bütün İslam mezheplerini ilgilendirmektedir. Bu meseleyi ikinci boyutuyla ele aldığımızda, bütün İslam âleminde Gadir bayramının, sadece Şîa'ya ait olmayan büyük olayın hatırasının yaşatılması, duygu ve ruhunun oluşması gerekmektedir.

Olayın birinci boyutu, söylendiği gibi sadece Şiîlere hastır; çünkü bu olayda Emîrelmü'minîn Peygamber tarafından hilafet makamına tayin edilmiştir. Yine o gün bazıları Peygamber'e: “Ey Resûlullah! Bu ilan senin kendi görüşün mü yoksa Allah tarafından bir emir mi?” diye sormuşlardır. Resûlullah buyurdu: “Hem Allah tarafından, hem de Resûlü tarafından.”[1] Bu hadiseyi Şiîler, kendi itikatlarına –yani Peygamber'den sonra Emîrelmü'minînin hilafeti– diğer bütün delillerden daha çok dayandırmaları hasebiyle değerli görmektedirler. Elbette bu konuda hadisenin delillendirilmesi ve hüküm çıkarılmasıyla ilgili başlangıcından günümüze kadar İslam tarihi boyunca pek çok ve çeşitli kitaplar var olagelmiştir, ben hakkında binlerce şey yazılıp söylenen bu konuya bir şeyler eklemek kastında değilim. Ancak hadisenin ikinci boyutu, önem açısından Şiî ve Sünnî arasındaki ortak nokta olması boyutundan daha az öneme sahip değildir, bu konuyu yeterince açıklayacağız.

Olay, hicretin onuncu yılında, Peygamber'in Medine ve Arap Yarımadası'nın çeşitli yerlerinden gelen Müslümanlarla birlikte hac ile müşerref olduklarında gerçekleşmiştir. Bu seferde Yüce Peygamber Allah'ın evini ziyaretinde, siyasî, askerî, ahlakî, itikadî ve İslamî kavramları en güzel şekilde açıklamıştır. Mina'da Allah Resûlü'nden iki konuşma nakledilmiştir. Biri, zâhiren onuncu günde, onuncu gün civarındadır ve diğer konuşması da hac günlerinin sonunda (Eyyâm-ı Teşrik) gerçekleştirilmiştir ki, bunlar iki ayrı konuşmadır, tek bir konuşma değil. Bu konuşmalarda Resûlullah bütün Müslümanların dikkatle uymaları gereken konuları genel hatlarıyla beyan etmiştir ki, bunlar genellikle siyasî meselelerdir. İnsan, bu gün İslam dünyasında hac ibadetini siyasî meselelerin dışında telakki eden, haccın sadece bir ibadet ve yaygın olan kanaat üzere duadan ibaret sayan ve her türlü siyasî işleri haccın dışında kabul eden kimselerin İslam tarihinden ve Nebi'nin siretinden ne kadar uzak ve yabancı olduklarını daha iyi anlamaktadır.

Bu konuşmalarda Peygamber'in beyan ettiği meseleler Şiî ve Sünnî kitaplarında iki şekilde nakledilmiştir. Bu meselelerin özeti şöyledir: Evvela cihad hakkında konuşmuştur, müşrikler ve kâfirlerle cihadı söz konusu ederek bu cihadın, “Lâilâheillallâh” kelimesinin herkesi kuşatana kadar devam edeceğini söylemiştir. Allah Resûlü bu konuşmalarında İslamî vahdete de vurgu yapmış ve Müslümanların kendi aralarında savaşmamaları gerektiğini söyleyerek, Müslümanların vahdeti ve birlikteliğinde ısrar etmiştir. Cahiliyet değerleri konusunda açıkça bu değerlerin İslam nazarında yok olmaya mahkum ve değersiz olduğunu dile getirmiş, “Cahiliyeden kalma bütün değerler ayaklarımın altındadır” diyerek de cahilî değerleri tamamen ortadan kaldırmıştır. Müslümanlar arasında cahiliye döneminden kalma ekonomik ihtilaflar hakkında da konuşarak, birbirine borç verip de o borçtan kâr ve faiz alacağı olanların bu haklarını ortadan kaldırdı. “Bilin ki, faizin her çeşidi ayaklarımın altındadır.[2] “İlk kaldırdığım faiz ise amcam Abbas'ın faizidir –ki o cahiliye döneminde borç verdiği birçok kişiden alacaklıydı– bütün bunları kaldırıyorum.” dedi. Takvanın değerini, İslam'ın en yüce değeri olarak tekrar hatırlatarak, kimsenin kimseden takva dışında bir üstünlüğü olmadığını beyan etti. Müslümanların önderlerine nasihatin gerekliliğinden, yani siyasî meselelere dehaletten, yöneticilere görüşünü bildirmekten ve toplumun önderlerinden bahsederek bunu bir farz olarak ilan etti. İslam yöneticilerine karşı, bütün Müslümanların yapıcı eleştirilerini ortaya koymalarını farz kıldı.

Yüce Peygamber bu konuşmalarında İslam dünyasının siyasî ve toplumsal meselelerine genel hatlarıyla değindi ve “Sakaleyn” hadisi olarak bilinen konuşmasını icra etti. Sakaleyn hadisi şu şekildedir:

Aranızdan ayrıldığımda size iki değerli emanet bırakıyorum, Allah'ın Kitabı ve İtretimi.

Sonra iki işaret parmağını bitiştirerek şöyle buyurdu:

Bu ikisi tıpkı bu parmaklarım gibidir, bu parmaklar arasında asla bir farklılık yoktur.

Sonra buyurdu:

Bu ikisi gibi değiller.” İşaret parmağıyla orta parmağını göstererek; “Ben Kitabı ve İtretimi biri diğerinden uzun olan bu ikisi gibi görmüyorum, aksine iki işaret parmağı gibi, biri diğerinden farklı değildir.”[3]

Sonra İtret meselesini gündeme getirdi. Hac farizası yerine getirildikten sonra hemen Medine'ye doğru yola çıktı. Bir müddet sonra Medine kafileleriyle Yemen kafileleri üç yol ağzında birbirlerinden ayrıldılar. Gadir-i Hum denilen bölgede, Hazret durdu, orada hazır bulunanların ve şahitlerin nakline göre; hava o kadar sıcaktı ki, eğer eti çölün kumlarına koysalardı pişecekti, böylesi bir atmosferde Hazret, gidip yüksek bir yerin üzerinde durdu ve insanların yavaş yavaş toplanmalarını bekledi. Herkesin toplandığını gördüğünde velayet meselesini “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” diyerek ilan edip Emîrelmü'minînin elini tutup herkesin görebileceği kadar havaya kaldırdı. Birçok rivayette, herkesin görmesi için elini kaldırdığı zaman Peygamber'in ve Ali b. Ebî Tâlib'in koltuk altının görüldüğü nakledilmiştir. Hadisenin özeti budur.

Bana göre bu boyutunda –İslam milletleri arasında ve İslam fırkaları arasında Şîa'ya mahsus olmayan boyutu– farz edelim ki, Peygamber, kesinlikle gerçekleşmiş olan bu olay ve konuşmada, kendisinden hemen sonra Emîrelmü'minînin hükümetini beyan etmek istememiştir. Ancak en azından Emîrelmü'minînin ve İtretinin, Müslümanlar üzerine olan velayetini, bağlayıcılığını ve derin bağını bu beyanıyla kararlaştırmak ve sabit kılmak istemiştir. Peygamber'in hem Mina'da yaptığı konuşmalarda hem Sakaleyn hadisinde –ki Sakaleyn hadisi defalarca Peygamber'den duyulmuştur– hem de Gadir hadisinde ve Gadir olayında -Emîrelmü'minînin şahsını vurgulayarak- İtretini Kur'an'la beraber zikretmesinin sebebi, aralarında bir bağ oluşturmaktır. Bu sayede, evvela, bütün bu zaman boyunca İslam'ın zirvesindeki bir insan-ı kâmili ve İslam'ın makbul görüp kabul ettiği insan örneğini halka ve gelecek nesillere göstermek istemiştir. İnsanın kâmil numunesini, somut ve ayniyle, açık ve tereddütsüz olarak bütün insanların huzuruna sunarak, İslamî terbiye ve eğitimin bu doğrultuda hareket etmesini ve Müslüman insan şahsiyetinin hedefinin ve kâmil örneğinin bunlar olduğunu söylemek istemiştir. Bu insanların Allah karşısında temizlikleri, ilimleri, takvaları, doğrulukları, ubudiyetleri, İslamî meseleleri kavrayışları, kahramanca fedakârlıkları, İslamî değerlerin gerçekleşmesi ve kendilerini feda etmeleri herkes için aşikâr ve açıktır. Emîrelmü'minîni, insanlar –gerek o zamanın insanları gerekse gelecek nesiller-  onunla bağlantı kursun, onunla bağları olsun diye örnek bir kişilik olarak tanıtıyor. Farz edelim ki, Peygamber'den hemen sonra fiilî olarak halife olamadı ve yirmi beş yıl sonra hilafete geldi; ama neticede Peygamber'in halifesi oldu, neticede onun imamet makamı sabit oldu, neticede Müslümanlar onu topluma önderlik eden kimse olarak kabul ettiler. Bu hususiyet, bu bağlanış ve bu ilişki, bütün Müslümanların Peygamber'in halifesi olduğunu kabul ettikleri bu şahsiyeti –gerçi bazıları Peygamber'den hemen sonra halife olduğuna, bazılarıysa Peygamber'den yirmi beş yıl sonra halife olduğuna inanıyorlar– ebediyen onlar için İslamî insanın kâmil bir olgusu, örneği, numunesi olarak ortaya koymalıdır. Müslümanlarla onun arasındaki bağ sonsuza kadar, fikrî, itikadî, duygusal ve amelî bir bağ olarak baki kalmalıdır.

Emîrelmü'minîn, bu bakış açısıyla sadece Şiîere ait değil, bütün Müslümanlara aittir. Ve sadece Emîrelmü'minînin kendisi de değil, Peygamber'in İtreti, ailesi ve Emîrelmü'minînin evladı olan Şîa İmamları da İtret kapsamına girdikleri için, onlar da her zaman İslamî insanın kâmil bir numunesi olarak, Müslümanlar nazarında baki kalmalıdırlar. Bu, meselenin bir noktası.  İkinci olarak, İtretin Kur'an'la beraber tayin edilmesi ve Müslümanlarla İtret arasında bir bağın olması gerekliliğinin ilanıyla, gerçekte Resûlullah Kur'an'ın tahrif edilmesi ve Kur'anî kavramların saptırılması karşısındaki sorumluluğu da aydınlatmıştır. Sermaye ve güç odaklarının kendi selametleri için, İslamî kavramları tahrif ettikleri, Kur'an'ın manasını bozdukları, Müslümanları saptırdıkları, İslam dininin kavramlarından insanları mahrum ettikleri yerde, hakikatin ne olduğu konusunda insanları aydınlatacak, doğru kavram ve manaların hangileri olduğunu gösterecek, insanları sapıklıktan kurtaracak, halkın kendilerini dinlemesi gereken merci, mihver ve merkez Peygamber'in İtreti'dir. Bu, günümüz İslam dünyası için zaruret arz eden yapılması gereken şeydir. Bu gün bütün Müslümanlar, Peygamber'in Ehli Beyti kanalından ulaşan İslamî öğretilerden yararlanmaya ihtiyaç duymaktadırlar. Peygamber'den sonra Emîrelmü'minînin hilafetine ve onun evlatlarının imametine inanıp inanmadıkları önemsizdir. Elbette Şîa, Peygamber'den hemen sonra hilafet meselesinin hak bir akide olduğuna ve bu hadisin buna işaret ettiğine inanmaktadır, itikadı ve bağlılığı da bu yöndedir. Bu akideye bağlı olmayanlar da –yani Ehl-i Sünnet kardeşler– fikrî, aklî, itikadî, duygusal irtibat ve bağlılıklarını Peygamber'in ailesinden ve Emîrelmü'minînden koparmamalıdırlar. Bu yüzden, Gadir meselesi, Ali b. Ebî Tâlib ve Peygamber'in İtretiyle tüm Müslümanların her bir ferdi arasında bağ oluşturan ikinci boyutuyla bütün Müslümanlara aittir.

Gadir meselesi sadece tarihî bir mesele değildir, İslam'ın kapsayıcılığının bir nişanesidir. Her ne kadar yüce Nebi on yıl boyunca, taassup ve hurafelere saplanmış bedevi bir toplumu, ortaya koymuş olduğu o büyük mücadelesiyle ve vefalı ashabının yardımıyla ilerlemiş bir İslamî topluma döndürmeyi başarmış olsa da eğer bu on yıldan sonraki dönemler için hiç bir şey düşünmeyip, ümmetine bir yol haritası bırakmamışsa o iş yarım kalmış demekti. Cahilî taassupların tortuları o kadar derinlerdeydi ki, onları temizlemek için uzun yıllar gerekmekteydi. Zâhir iyiydi, insanların imanı sağlam görünüyordu. Elbette herkes aynı seviyede değildi, bazıları Peygamber'in vefatından bir, iki veya altı ay önce Müslüman olmuş kimselerdi. Üstelik, Peygamber'in askerî gücünü ve İslam'ın cazibesi onları İslam'a çekmişti. Hepsi, derin imana sahip ilk dönemki Müslümanlardan değildi. Bu toplumun derinliklerinden cahilî tortuları temizlemek ve İslamî hidayet çizgisine doğru bakış için Peygamber'in, on yıl süren kendi döneminden sonrası için tedbir alması gerekliydi. Eğer bu tedbir alınmasa, iş tamamına ermiş olmayacaktı. Maide Sûresi'nde buyrulan: "Bugün dininizi kemale erdirdim ve üzerinize olan nimetimi tamamladım"  ayetinin açıklaması tam olarak şöyledir ki, bu nimet -İslam nimeti, hidayet nimeti, insanlığa sırat-ı müstakimi göstermiş olma nimeti- Peygamber'den sonra da belirlenen bir yol haritasına sahip olmakla tamama ve kemale erecektir, bu doğal bir iştir. Bu işi Peygamber Gadir'de yapmıştır, şahsiyet yönünden -gerek imanî, gerek ahlakî, gerek inkılabî ve askerî şahsiyeti, gerekse farklı kesimlerden insanlara davranışı yönünden- Emîrelmü'minîn gibi seçkin ve kendine özgü birini seçerek, insanları ona tâbi olmakla yükümlü kıldı.

Üstelik bu, Peygamber'in fikri de değildi, bu, ilahî bir yönlendirmeydi, ilahî bir emirdi, ilahî bir seçimdi, tıpkı yüce Peygamber'in diğer sözleri ve yönlendirmeleri gibi ilahî bir ilhamdı. Bu, Allah'ın Peygamber'e açık bir emriydi, yüce Peygamber de bu emri yerine getirmiştir. Gadir meselesi budur; yani İslam'ın kapsayıcılığının, geleceğe bakışının ve İslam ümmetinin hidayet ve yönetimi için gereken şartların göstergesidir. Peki bu nedir? Emîrelmü'minînin şahsiyetinin mazharı olduğu şeylerdir, yani takva, dindarlık, dinde mutlak sebat, Allah ve hak yolunun dışında olan şeylere asla teveccüh etmemek, Allah yolunda korkusuzca hareket etmek, ilimle davranmak, akıl ve tedbirle davranmak, azim ve irade gücüyle davranmak. Bu gerçek, somut ve aynı zamanda sembolik bir ameldir. Emîrelmü'minîn bu özellikleriyle tayin edildi, aynı zamanda bu amel, İslam'ın hayatı boyunca -ne kadar sürerse sürsün- İslam ümmetinin yöneticiliğinin bir sembolüdür, yani tüm zamanlar boyunca İslamî rehberliğin ve yöneticiliğin sembolüdür, bu, Emîrelmü'minînin ilahî seçimiyle gerçekleşen şeydir. Gadir böylesi bir hakikattir.

 



[1]  Tabersî, El-İhticâc alâ Ehli'l-Lecâc, c. 1, s. 82.

[2]  Sîretu'n-Nebevîye, c. 2, s. 412.

[3]  Kâfî, c. 2, s. 415.

 

 

 

 

 

 

 

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar