7862.jpg

Âşurâ’da Hak ve Bâtıl Cephesinin Seçkinleri

"Bazen, doğru zaman ve yerde yapılan bir eylem tarihi değiştirip onu doğru yönde ilerletebilmekte; fakat korku, dünya sevgisi, yaşama kaygısı vb. nedenlerle gerekli olan bu eylemi yerine getirmemek ise tarihi ters yüz edip diplere çekebilmektedir..."

14 Ekim 2015 Çarşamba
…Kur'ân'da bir şey var ki, bizleri düşünmeye sevk etmektedir. Kur'ân bizlere tarihten, yani geçmişten ibret almamızı salık vermektedir. Şimdi bazıları oturup bu konuda felsefe yapabilir ve bu bağlamda da geçmişin bugün için örnek teşkil edemeyeceği gibi laflar edebilirler.  Bunları defalarca söyledim; bazıları, bu tür şeyleri felsefî metotlarla sunmaya çalışıyorlar. Ama yapamazlar; onların sözleriyle işimiz olmaz. Tasdik edilmiş ve doğrulanmış olan Kur'ân bizleri tarihten ibret almaya davet etmektedir. Tarihten ibret alma denilen şey, şimdi arz ettiğim düşüncedir.
 
Tarihte öyle bir şey vardır ki, ondan ibret almak istediğimizde hakkında endişe etmemiz, düşünmemiz gereken bir şey bulunmalıdır. Elbette bu endişe ve düşünce geleceğe yöneliktir, onunla ilgilidir. Bunun sebebi nedir? Gelecek için taşımamız gereken bu endişe ne içindir? Geçmişte yaşanmış olan olay nedir ki, (gelecek için) onun hakkında düşünmemiz icap etmektedir?
 
Bu olay İslam'ın ilk döneminde vuku bulmuş bir hadisedir. Daha evvel arz etmeye çalıştığım gibi, Müslümanın şunu düşünmesi gerekmektedir: Peygamber-i Ekrem (s.a.a.)'in ahirete intikalinden elli yıl sonra, İslam ülkesinin durumu öyle bir hal aldı ki, bu ülkenin Müslüman halkı; vezir, emir, kumandan, âlim, gâzi, kadı, Kur'ân kârii ve hatta hayduduna kadar Kûfe ve Kerbelâ'da toplanıp Peygamber'in ciğerparesini feci bir şekilde katlettiler, bunun sebebi nedir? İnsanın, bu hadisenin neden bu şekilde gerçekleştiği hususunda düşünmesi gerekmektedir.
 
…Âşûra'da cesaret vb. çeşitli dersleri bulmak mümkündür. Bu derslerden daha önemli olan, Âşûra ibretleridir...
 
İş o raddeye varıyor ki, (Kerbelâ hadisesi ardından) halkın gözleri önünde Allah Resûlü (s.a.a.)'in haremini sokaklarda ve pazarda sürüklemişlerdir. (Bunu yaparken de) bu (mukaddes zâtlara) Haricî diyerek iftirada da bulunmuşlardır. Haricî bugün (Farsçada) kullanıldığı gibi başka bir ülkeden gelen yabancı anlamına gelmemektedir. İslam kültüründe, adil bir imama karşı isyan edip ayaklanan (kişi ve gruba) Haricî denilmektedir. Bu Hâricîlerin üzerine Allah'ın, meleklerin ve mü'minlerin laneti vardır. Haricîler işte bu tür kimselerdir; adil imama karşı ayaklanan kimseler. Dolayısıyla o günün tüm Müslümanları, Haricîleri sevmemekteydi. Bunlar, “Kim âdil bir imama karşı ayaklanırsa kanı heder olmuştur” düsturuna muhatap olmuş kimselerdi. İnsanların canına oldukça önem veren İslam, Hâricîlerin kanının dökülmesinde bir beis görmemiştir ki, Hâricîler böyle kişilerdir. İslam onların kanının heder edilmesinde sakınca görmüyor.
 
Yöneticiler, Hz. Peygamber, Hz. Fâtıma, Hz. Ali (a.s.)'ın oğlunu adil imama karşı ayaklanan bir Haricî olarak tanımladılar. Hazretin karşısında dikildiği “adil imam” kimdir? Yezid b. Muaviye idi ki, böyle bir kişiyi Müslümanlara adil imam diye tanıttılar ve bu da kabul gördü. Zalim hükümette olanlar bu hususta her dilediklerini söyleyebilmekteydi. Ancak bunu kabullenip söyleme zorunluluğu bulunmayan halk, neden bu propagandaya uymuş, buna göz yummuştur? Neden sessiz kalmayı tercih etti? Kerbelâ hadisesinde bendenizi düşünmeye sevk eden, meselenin bu yönüdür. Söylemek istediğim, Kerbelâ hadisesinin bu raddeye varmasını sağlayan şey nedir; ne oldu da mesele bu şekilde gerçekleşti, iş bu dereceye vardı? Ne oldu da İslamî hükümlerin ayrıntılarına ve Kur'ân'ın hükümlerine dakik bir şekilde riayet etmeye çalışan ve dikkat eden İslam ümmeti, hakikatin bu kadar açık olduğu bir olay karşısında bu denli büyük bir gaflete, uyuşukluğa ve kolay kanma hastalığına duçar oldu? Böyle bir duruma düşmek, elbette insanı üzecektir.
 
Bizler, Hz. Peygamber (s.a.a.) ve İmam Ali (a.s.) döneminde yaşayan insanlardan daha mı sağlamız? O halde bu duruma düşmemek için neler yapmalıyız? “Neler yaşandı ki, hadise bu raddeye vardı?” sorusuna kapsamlı olarak, kimseler cevap vermedi. Demek istediğim, bu konuda konuşulmadığı; konuşulduysa da bunun yeterli olmadığıdır. Bu nedenle bendeniz bugün, kısaca bu mevzu üzerinde durmak istiyorum. Sohbetim, olayın aslıyla kıyaslandığında kısadır.
 
Konuyu başlıklar halinde sizlerin zihinlerine arz edeceğim. Sonrasında ise mevzu hakkında düşünün. Fikir adamları ve araştırmacılar konuyu derinlemesine araştırsınlar. Salih amel sahipleri de “Bu konuda ne yapmalı da önü alınabilsin?” diye düşünsünler. Bu hadisenin önünü almalıyız. Bu 50 yıl, 5 yıl, 10 yıl sonra olabilir ki, bakarsınız bir anda İslam toplumumuz bu hale gelmiştir, şaşırmayınız. Eğer keskin gözler işlerin derinliğine nüfuz edip onları görür, güvenilir bir gözcü insanlara yolu gösterir, düşünen insanları, halkı ve işi yönlendirip hareketin sürükleyicisi olursa sorun o zaman çözülür. İşte o zaman sağlam bir kalemiz olur ve kimse oraya nüfuz edemez. Lâkin olayları kendi haline bırakacak olursak tarih tekerrür edecektir. İslam ümmetinin önceden içine düştüğü vaziyet tekrar eder ve akan kanların hepsi heder olur. 
 
Sadr-ı İslam'da iş öyle bir yere varmıştı ki, Bedir Savaşı'nda Emîrü'l-mü'minîn Ali (a.s.), Hz. Hamza ve diğer kumandanlar eliyle cehenneme gönderilen kişilerin çocukları, Yezid gibi torunları Peygamber-i Ekrem (s.a.a.)'in makamına oturdu. Bu şahıs, Resûl-i Ekrem (s.a.a.)'in ciğerparesinin kesilmiş başını önüne koydu ve bir sopayla Hazretin mübarek dudaklarına vurmaya başladı. O esnada da şu şiiri okudu: “Kalksınlar Bedir'de ölenlerimiz ve görsünler, biz onları öldürenlere neler yaptık.” Evet, hadise bu şekilde gerçekleşti.
 
İşte tam da burada Kur'ân “İbret alın”, “Yeryüzünde gezinin; görün neler olmuş ve kendinizi sakının” demektedir.  Tarihte neler olduğuna bakın ve yapılan hataları tekrarlamadan kendinizi koruyun, denmektedir. Ben, ülkenin mevcut kültüründe bu düşünce şeklinin fikir adamları tarafından harekete geçirilmesi için kısa bir konuşma yapacağım.
 
Azizlerim bir bakınız! Şu an her toplumda, şehir ve ülkede görmekte olduğunuz beşeriyet, bir değerlendirmeye göre ikiye ayrılır. Bir kısım insan akıl, fikir, bilinç ve kararlılıkla iş yapar. Bunlar, bir yolu kabul eder, ona uyar ve peşinden giderler. Şu an bu yolun iyiliği veya kötülüğüne dair değerlendirme yapmamaktayız; bu nedenle konuyu bu mecrada tartışmıyorum. Bu insanlara havâss, yani seçkinler denilmektedir. Diğer bir kısım insanlar ise hangi yolun doğru veya yanlış olduğunun anlamanın, ölçmenin, tahlil ve idrak etmenin peşinde değildir. Çoğunluğa göre hareket ederler. Bunlara da avâm, denilir. Buna göre, toplumu havâss ve avâm şeklinde iki kısımda değerlendirmemiz mümkündür.
 
Şimdi sizlere toplumun havâss ve avâm adı verdiğimiz bu iki sınıfa dair bir nükte arz edeceğim; lütfen dikkat kesilin ki, hataya düşülmesin. Havâsslar kimlerdir? Bunlar özel bir sınıf mıdır? Hayır! Seçkinler dediğimiz bu insanların içerisinde okumuş bilgili insanlar bulunduğu gibi bilgisiz insanlar da bulunmaktadır. Kimi zaman insan, okumuş bilgili biri değildir; ama havâss arasına girmiştir. Zira ne yaptığının bilincinde olup onu anlar, teşhis eder ve kararlılıkla uygular. Bu kişi eğitim almamış, medreseye gitmemiştir; diploması bulunmamaktadır ve âlim de değildir. Ancak meseleyi anlamaktadır...
 
…Seçkinler dediğimiz zaman özel bir elbiseye ve kimliğe sahip bir zümreyi kastetmediğimiz anlaşılsın. Havâss, erkek de olabilir, kadın da. Tahsilli veya okumamış biri olabileceği gibi, zengin veyahut fakir de olabilir. Devlet kademesinde tağutî rejime karşı muhalefet gösteren biri de olabilir. 
 
Havâss dediğimizde onların da iyisi ve kötüsünün bulunduğunu gözönünde bulundurmalıyız. Sonradan havâssı da taksim edeceğiz. Seçkinler, bir işi yapar veya seçerken bu tercihlerini düşünerek ve tahlil ederek yapan kişilerdir, dedik. Anlar, karar verir ve amel ederler. Bunlar havâss, yani seçkinlerdir. Bunların dışında kalanlar ise avâmdır. Avâm olanlar, ortama göre karar ve davranışlarını belirlerler. Teşhis kabiliyetleri bulunmamaktadır. İnsanlar bir şeye “yaşasın” dedikleri için onlar da aynı sloganı söylemek için “yaşasın”  derler. Aynı şekilde başkaları “kahrolsun”  dedikleri için “kahrolsun” derler. Ortamın durumuna göre sağa-sola giderler, sabit fikirli ve kararlı değildirler.
 
Mesela, Hz. Müslim b. Akil (r.a.) Kûfe'ye geldiğinde insanlar, “Benî Haşim ailesinden İmam Hüseyin (a.s.)'ın amcaoğlu Müslim geldi. Onun yanına yardıma gidelim; çünkü onlar kıyam edecektir” vb. sözler sarf ettiler. Hz. Müslim'in etrafında toplandılar. İmam adına kendisine on sekiz bin kişi biat etti. Beş-altı saat sonra Kûfe'ye kabile reisleri geldi: “Ne yapıyorsunuz, kiminle savaşıyorsunuz, kimi koruyorsunuz? Hepinizi öldürürler!” vb. sözler sarf ettiler. Bu sözler üzerine herkes evine gidiyor. İbni Ziyad'ın askerleri, Hz. Müslim'in bulunduğu ev olan Tev'e'nin hanesini kuşattıklarında, Hazretin Kûfe'ye gönderdiği elçisine karşı savaşanlar yine aynı şahıslar oldu. İşte bu karaktere sahip olan kişiler avâmdırlar. Olaylar karşısında herhangi bir fikirleri, teşhisleri ve doğru tahlilleri bulunmamaktadır. Ortama göre hareket etmektedirler.
 
O halde her toplumun havâssı ve avâmı bulunmaktadır. Şimdilik avâmları bir kenara bırakıp havâsslara değinelim. Havâss dediğimiz insanlar iki fırkaya ayrılmaktadır: Hak cephesinin havâssı/seçkinleri ve bâtıl cephenin havâssı/seçkinleri. Öyle değil mi? Bir grup insan fikir, medeniyet, marifet sahibidir. Hak cephesinde savaşmaktadırlar. Hakkın kimliğini tanımışlardır. “Hak, bu cenahladır” der ve onu tanır, onun için çalışırlar. Bu birinci gruba dâhil olan havâss, teşhis yapabilmektedir. Diğer grup ise hakkın karşısındadır ve ona muhaliftirler. İslam'ın ilk yıllarına, sadr-ı İslam'a dönecek olursak; bazıları İmam Ali (a.s.), İmam Hüseyin (a.s.) ve Haşimoğullarının tarafında yer alıp onların dostuydu. Diğer bir grup ise Muaviye'nin ve Ümeyyeoğullarının dostlarıydı ki, onlar da seçkinlerdendi; düşünen, akıl sahibi ve zeki kişilerdi. Ümeyyeoğullarının bu taraftarları da havâsstandı; onların içerisinde de seçkinler bulunmaktaydı. 
 
Demek ki, toplum içerisindeki havâss dâhilinde de hak taraftarı ve bâtıl yanlısı olan seçkinler bulunmaktaydı. Bâtıl yanlısı olan seçkinlerden beklenen nedir? Tabii ki, hak ve sizler aleyhine plan yapmalarını beklersiniz; bu nedenle de açıkça bilindiği gibi onunla mücadele etmeniz, savaşmanız gerekmektedir. Hak taraftarı olan seçkinlere değinecek olursak; bendeniz bu konuları anlatırken, hangi grup içerisinde olduğunuzu düşünün lütfen. Düşünce metodunu, yani tarihi hikâyeyle karıştırmayalım. Tarih, bizlerin başka bir sahnedeki halimizin şerhidir. “Ne mutlu o insana ki, sevdiğinin sözü dillerdedir.”  Tarih, ben ve sizler demektir; yani bugün burada gerçekleşenlerdir. Bu nedenle tarih anlatıldığında, bu anlatı içerisinde nerede olduğumuza bakmamız gerekmektedir. Hangi tarafta yer aldık? Sonra bizler gibi bu grupta yer almaya karar verenler o gün ne yaptı ve mağlup oldu ki, bizler de aynı şeyi tekrar etmeyelim. Burada bizlerin taktiksel gelişimimiz için askerî bir tatbikat yapma gayesiyle önce farazî düşman cephesini, sonrasında ise farazî dost cephesini belirtmemiz gibi bir durum söz konusudur. Akabinde dost cephenin yanlış taktiğine bakıyor ve onların taktiklerini belirleyen uzmanın yanlışlarını belirliyoruz. Sizler kendi yeni taktiklerinizi belirlerken bundan böyle o yanlışları yapmazsınız. Veyahut taktik doğru idi; ama dost cephesinden olan kumandan, telsizci, topçu, haberci olan asker yanlış yapmıştır. O zaman da yapılan bu yanlışı tekrarlamamanız gerektiğini anlıyorsunuz. Tarih de böyledir.
 
O halde İslam'ın ilk döneminden, şimdi anlatacağım tarihî sahnede kendi rolünüzü bulun, ortaya çıkarın. Bu sahnede rol alanlardan bir grup avâmdandır; dolayısıyla da sabit bir kararları ve duruşları bulunmamaktadır. Bunların tüm kararları yaşadıkları döneme ve âna bağlıdır. Emîre'l-mü'minîn (a.s.) ve İmam-ı Râhil  (k.s.) gibi bunları cennet yoluna sevk eden önderlerin olduğu bir dönemde yaşamış olabilirler. Önderleri bu kimseleri, ite kaka götürerek cennet tarafına iletecekler ve onlar da inşallah cennete gireceklerdir.  Ancak bu tür önderlerin olmadığı döneme denk gelecek olurlarsa “Biz onları ateşe çağıran önderler kıldık, kıyamet günü yardım görmezler”  ve “Allah'ın nimetini nankörlükle değiştirenleri ve kavimlerini helak yurduna konduranları görmedin mi? (Ki o helak yurdu) Cehennemdir. Ona girerler. Pek de kötü bir yerleşme yeridir o!”  ayetlerinde işaret edilen duruma giriftar olurlar. Bu avâm insanların böyle bir zamanda yaşadıklarını düşünün; cehenneme gideceklerdir. Binaen aleyh, hepimizin avâmdan olmamız için dikkatli olmamız gerekmektedir. 
 
Bunu dile getirirken, muhakkak yüksek ilimler tahsil edilmesi gerektiğini söylemek istemiyorum, hayır! Daha evvel arz ettiğim gibi, avâmın anlamı yüksek tahsil yapmamış kişi değildir. Birçok kimse, yüksek tahsil görmesine rağmen avâmdandır. Birçokları dinî tahsil yapmasına rağmen avâmdandır. Niceleri, fakir veya zengindir; ama yine de avâmdandır. Avâm olmak, hepimizin elinde olan bir durumdur. Muhakkak, bu zümreden olmamak için çaba sarf edip dikkat göstermemiz gerekmektedir.
 
Bunun için yaptığımız her işte basiret sahibi olmamız gerekmektedir. Bu özelliğe sahip olmayan, yani basiretsizce iş yapan kimse kesinlikle avâmdandır. Bu nedenle Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a.)'in şöyle buyurduğunu görürsünüz: “Ben ve takipçilerim basiretle amel eder, ona davet ederiz ve basiretle ilerleriz.” O halde ilk etapta avâmdan olup olmadığınıza bakmanız gerekmektedir. Eğer avâmdansanız bir an evvel o gruptan ayrılın. Tahlil, teşhis yeteneğini ve marifeti kazanmak için gayret gösterin.
 
Gelgelelim havâss dediğimiz seçkin insanlara. Hakkın seçkinlerinden miyiz, yoksa bâtılın seçkinlerinden miyiz? Diye bakmalıyız. Mesele burada gayet açıktır. Bunda şüphe yok ki, toplumumuzun seçkinleri hak yanlısı seçkinlerdendir. Zira Kur'ân, sünnet, Ehl-i Beyt'e, Allah'ın yoluna ve İslamî değerlere davet etmektedirler. Bugün, İran İslam Cumhuriyeti'nin vazifesi de budur. Demek ki, bâtıl tarafın seçkinlerinin durumu farklılık arz etmektedir. Şu an, fiilî olarak onlarla işimiz bulunmamaktadır. Çünkü konumuz, asıl mesele olan hakkın seçkinleridir. Gerçekten de meselemizdeki müşküller bundan sonra gelmektedir. Çünkü zorluk bundan sonra başlamaktadır.
 
Azizlerim! Hak yanlısı olan bu seçkinler iki türlüdür. Bir kısmı hayat, makam, şehvet, para-servet, lezzet, rahatlık, şehvet, şöhret vb. dünyevî şeylere meyillidir. Bunların her biri hayatın güzellikleri, metaıdır; “Dünya hayatın metaıdır.”  Kur'ân'da metaa yüklenen anlam kötü değildir. Meta, Allah'ın sizler için yarattığı şeylerdir. Ama -Allah göstermesin- çetin bir imtihan gelip çattığında bu nimetlere kapılarak kendinizden geçerseniz, bu nimetlerden kopamayan seçkinlerden olursunuz. Ama bu nimetlerden istifade edip zor bir imtihan ile karşılaştığınızda bunlardan rahatlıkla el çekebiliyorsanız seçkinlerin diğer bir kısmına dâhil olursunuz. O halde bizler hak taraftarı olan havâssı da iki grup altında inceliyoruz.
 
Bunlar hakkında iyi düşünün; zira bu meseleler dikkatle incelemeyi gerektiren hususlardır. İnsanoğlu toplumu, inkılâbı ve düzeni alelade bir şekilde garanti altına alamaz. Bunun için dikkat etmeli, düşünmeli ve araştırma ve incelemelerde bulunmalıdır.
 
Bu iki kısım, iki insan tipolojisi, iki tür hak taraftarı seçkinlerdir. Her toplumda hak yanlısı seçkinlerin iyi kısmı, yani gerektiğinde dünya metaından el çekip yüz çevirenlerin sayısı çok olursa İslam toplumu hiçbir zaman İmam Hüseyin (a.s.) dönemindeki insanların düştüğü hataları tekrarlamaz; buna emin olun! Toplum bu minvalde olursa ebediyete dek garanti altına alınmış olur. Ancak bunlar az olur ve seçkinlerin ikinci kısmı, yani hakkı tanımalarına ve ona taraftar olmalarına rağmen dünyaya kendilerini kaptıranlar, onun karşısında ayakları titreyenler ve dünya metaının gönüllerini çeldiği kimseler fazlalaşırsa elbette böyle bir garantiden söz edilemez ve toplum tehlikeye düşer.
 
Dünya ne demektir? Para, ev, şehvet, makam, şöhret, yaşama arzusu/can korkusudur. Eğer birileri canı için Allah'ın yolunu terk ediyorsa, bu kimseler hakkı söylemeleri gereken yerde onu dillendiremezler. Çünkü bunu yaptıkları takdirde canları tehlikeye düşecektir; bunlar makamları, servetleri, çocukları, aileleri, dostları ve yakınları için Allah yolunu terk ederler. Eğer bunların sayısı diğerlerinden fazla olursa o zaman “eyvah” demenin vaktidir. O zaman Hüseyin b. Ali (a.s.) Kerbelâ'da doğranır. O ve onun gibiler katligâhlara çekilirler. O zaman Yezidler iş başına gelir ve Benî Ümeyye bin ay boyunca, Peygamber-i Ekrem (s.a.a.)'in tesis ettiği ülkede yönetimi ele geçirip hüküm sürer. İmamet de saltanata dönüşür.
 
Müslüman toplum, imamete dayalı bir yapıya sahiptir; bu toplumun başında imamın bulunması gerekmektedir. İmam, erk sahibi olmakla birlikte imanlı toplumun ona bir bağlılığı söz konusudur; yürekten ona tâbidirler ve o da onlara önderlik etmektedir. Sultan ve padişah ise kahır ve zorla hükmeden kişidir. Halk onu sevmez, yürekten kabullenmez ve ona inanmaz. Buna rağmen, kaba kuvvetle insanların yönetimini ellerinde tutarlar. Ümeyyeoğulları, İslam'ın imamet anlayışını saltanat ve padişahlığa dönüştürmüştür. Bin ay, yani takriben doksan yıl boyunca geniş İslam topraklarına hükmetti. 
 
Temeli yanlış atılan bina öyle bir hale gelmişti ki, Ümeyyeoğulları bir inkılâb neticesinde yıkıldıktan sonra (yerine yine imamet sistemi geçmedi), kendi yönetimlerine benzer bir şekle sahip olan Abbasoğulları geçti. Onlar da altı asır, yani altı yüzyıl boyunca  Peygamber'in halefi ve vârisi unvanıyla İslam dünyasına hükmetti. Abbasoğulları halifeleri veya daha iyi bir tabirle padişahları da tıpkı diğer dünya sultanları gibi içki, fesat, fuhuş, alçaklık, servet, lüks vb. binlerce rezaletin içerisindeydiler. Bu yöneticiler camiye gidip namaz kılmayı da ihmal etmiyorlardı; yanlış itikattan veya çaresizlikten ötürü halk da onların arkasında namaza duruyordu. Çaresizliğin de pek bir anlamı yoktu; zira insanların itikadını bozmuşlardı. Bir toplumdaki hak taraftarının seçkinlerinin, can, mal, makam, öldürülme, nefret edilme, yalnız bırakılma/boykota uğrama korkusu nedeniyle hedefleri dünya olursa; bâtılın hâkimiyetini kabul eder ve onun karşısında durmazlarsa; hakkın taraftarı olmaz ve bu uğurda canlarını tehlikeye atmazlarsa bu işin başlangıcı İmam Hüseyin (a.s.)'ın şahâdetiyle başlar ve sonu ise Ümeyyeoğullarının, Mervanoğullarının, Abbasoğullarının soyundan gelenlerin hükümetiyle de iş neticeye bağlanmış olur. Burada, günümüze dek devam eden sultanlar silsilesinin hâkimiyetinden söz etmekteyiz. 
 
İbret verici Âşurâ hadisesinin tahliline yaklaşmış olduk. Şimdi tarihe geçelim ki, sizler bu mukaddimeyi dinlediniz. Hak taraftarı seçkinlerinin zaaf gösterme dönemi, Peygamber-i Ekrem (s.a.a.)'in vefatından altı-yedi yıl sonra başladı. Bu işin hilafet meselesiyle hiçbir ilgisi yoktur. O mesele ayrı bir konudur. Mesele şununla ilgilidir ki, çok tehlikeli bir hadisedir: Dediğim gibi, Peygamber-i Ekrem (s.a.a.)'in vefatından altı-yedi yıl sonra hak taraftarı seçkinler zaaf göstermeye ve akabinde de olaylar cereyan etmeye başladı. İlk olarak şuradan başladı: Dediler ki: “İslam'da önceliği olanlar, Peygamberin döneminde savaşlara katılanlar, Peygamber-i Ekrem (s.a.a.)'in ashabı diğer insanlarla bir olamaz. Bunlara bir takım ayrıcalıkların verilmesi gereklidir.” Sonrasında (içerisinde tüm Müslümanların hakkı bulunan) beytülmalden bu kişilere (“gerekli görülen”) maddî ayrıcalıklar tanındı. Bu, yapılan hataların ilkiydi.
 
İnhiraflar/bozulmalar bu şekilde yavaş yavaş başlar ve zamanla, atılan her adımla birlikte çoğalır. Bu şekilde başlayan bozulma, üçüncü halife dönemine dek devam etti ve bu zamanda belirli bir sınıra vardı. Onun döneminde Peygamber-i Ekrem (s.a.a.)'in sahabeleri, dönemlerinin en büyük sermayedarları olmuşlardı. Dikkat ediyor musunuz? İsimleri bilinen Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam, Sa'd b. Ebî Vakkas gibi, makamı yüce sahabeler ki, her biri Bedir, Uhud, Huneyn'de vb. savaşlarda kitaplar dolusu iftihar edilecek bir geçmişe sahipti. Bu yüce sahabeler, İslam'ın ilk ve en büyük sermayedarları oldu. 
 
Onlardan biri öldüğünde kendisinden kalan altınları vârisleri arasında taksim etmek istediler. Serveti o kadar çoktu ki, taksimi gerçekleştirebilmek için külçe haline getirilmiş altınları odun kırar gibi baltayla kırdılar. Hâlbuki altın miskalle tartılır. Baltayla kırılacak kadar altını olduğunu düşünün. Bunları tarih kaydetmiştir. “Sadece Şîa kitaplarında yazılı şeylerdir” diyemeyiz; hayır, bunları herkes yazmıştır. Bu kişilerden kalan dirhem ve dinarların miktarı efsanevî boyutta idi. Aynı mesele, Emîre'l-mü'minîn Ali (a.s.) döneminde sorunların yaşanmasına neden oldu. Yani Emîre'l-mü'minîn Ali (a.s.) döneminde bazıları için makam önemliydi, (Hazret onlara makam vermeyince) ona muhalefet ettiler. Peygamber-i Ekrem (s.a.a.)'in rıhletinden 25 yıl geçmişti. (Bu kadar az bir süre geçmesine rağmen) hata ve yanlışların birçoğu başlamıştı. Emîre'l-mü'minîn Ali (a.s.)'ın nefesi Peygamber-i Ekrem (s.a.a.)'in nefesidir. Eğer onun hilafetle arasına bu 25 yıl girmemiş olsaydı, Emîre'l-mü'minîn (a.s.) toplumu inşa etmede ve yetiştirmede hiçbir zorluk çekmezdi. Fakat Emîre'l-mü'minîn Ali (a.s.), tasvir etmeye çalıştığım insanların çoğunluğu oluşturduğu bir toplumla karşı karşıyaydı artık. Bu öyle bir toplum haline gelmişti ki, değerler dünya sevgisinin gölgesinde kalmıştı. Emîre'l-mü'minîn Ali (a.s.) cihat bayrağı açıp insanları davet ettiğinde, bu toplum karşısında birçok zorluğu göğüslemek zorunda kalıyordu. Bunların tüm nedeni, başta meydana gelen şeylerdi.
 
Emîre'l-mü'minîn Ali (a.s.)'ın görünürde hak taraftarı olan, hakkı tanıyan seçkinlerinin çoğu maalesef dünyayı ahirete tercih edenlerdendi. Neticede Emîre'l-mü'minîn Ali (a.s.), üç savaş yapmak zorunda kaldı. Bu nedenle dört yıl dokuz aylık hükümeti, süreklilik arz eden savaşlarla geçti. Bunlar devam ederken de Hazret, bir alçak tarafından şehit edildi. 
 
Emîre'l-mü'minîn Ali (a.s.)'ın kanı İmam Hüseyin (a.s.)'ın kanı kadar değerlidir. Nitekim okuduğunuz Vâris Ziyâreti'nde şöyle demektesiniz: “Selam olsun sana ey Allah'ın kanı ve kanının oğlu!” Yani Allah, İmam Hüseyin (a.s.)'ın ve babası Emîre'l-mü'minîn Ali (a.s.)'ın da kanının sahibidir. Bu tabir başka hiç kimse için kullanılmamıştır. Dünyada dökülen her kanın (onun hakkını arayan) sahibi, vardır; kan sahipleri. Biri öldürüldüğünde babası, oğlu veya kardeşi onun kanının sahibi olur. Araplar bu kanı sahiplenme hakkına ثار/sâr demektedir. 
 
İmam Hüseyin (a.s.)'ın sârı Allah azze ve celle'nindir; yani Hazretin kanının hakkı Allah'ın kendisine aittir. Aynı şekilde, Emîre'l-mü'minîn Ali (a.s.)'ın kanının sahibi de Allah'tır. Bu iki yüce şahsiyetin dökülen kanlarının sahibi bizzat Allah'ın kendisidir. Emîre'l-mü'minîn Ali (a.s.), bu arz ettiğim vaziyetten dolayı şehit edildi. Onsan sonra İmam Hasan (a.s.) da aynı sebeple altı aydan daha fazla yöneticilikte kalamadı; zira onu yapayalnız bıraktılar. İmam Hasan-ı Mücteba (a.s.), İslam toplumunda seçkinlerin arasında bile ahlakî çöküntünün fazlasıyla meydana gelmiş olduğunu gördü. Bu az sayıdaki insanlarla giderek, Muaviye ile  savaşıp şehit olursa kanının peşinden gitmeyeceklerini anladı. Muaviye'nin propagandası, parası, desiseleri vb. hilelerinin hepsi toplumu etki altına alacak, bir iki yıl içerisinde de insanlar, “Hz. Hasan, Muaviye ile boşuna savaştı” kanaatini taşıyacaklardı.
 
İmam Hasan (a.s.) her şeyi etraflıca düşündü. Toplumun sürüklenebileceği mecrayı görüp kanının heder edileceğini ve bunun da İslam toplumunun hayrına olmayacağını gördü. Bu nedenle Hazret, başına gelen tüm zorluklara göğüs gerdi ve meydanda savaşarak şahâdetle sonuçlanacak harekete girişmeyi uygun bulmadı. Bildiğiniz gibi, bazen şehit olmak hayatta kalmaktan daha kolay; yani hayatta kalmak şehit olmaktan daha zor olabilmektedir. Mana, hikmet ve basiret sahipleri bunu çok iyi anlar ve bilirler. Bu insanlar, bazen hayatta kalma, yaşama ve toplum içinde çaba harcamanın Allah yolunda öldürülüp şehit olmaktan ve bu şekilde Allah'a kavuşmaktan daha zor bir iş olduğunun idrakindedirler. İmam Hasan (a.s.) da zor olanı seçti. O zamanın vaziyeti buydu; seçkinler teslim olmuşlardı ve Hazretin safında mücadele etmeye hazır değillerdi. 
 
Bu nedenle Yezid başa geçtiği zaman o savaşılabilecek biriydi. Çünkü işlediği kötülüklerle Allah'ın hududunu göz göre göre aştığı, İslam toplumunun bilgisi dâhilindeydi. Buna binaen onunla savaşan ve şehit olan İmamın kanı boş yere akmamış olacaktı. İmam Hüseyin (a.s.) da bu nedenle kıyam etti. 
 
Yezid dönemin durumu öyle bir hâl almıştı ki, İmam Hasan (a.s.)'ın zamanının aksine, kıyamdan başka bir tercih söz konusu olamazdı. Oysa İmam Hasan (a.s.)'ın iki seçeneği bulunmaktaydı; kıyam ederek şahâdete nâil olmak veyahut da barış yolunu tercih ederek hayatta kalmak. İkinci tercihin toplumu doğruya sevk etmesi bakımından sevabı, etkisi ve zahmeti ilk seçeneğe oranla daha fazla idi. Dolayısıyla İmam Hasan (a.s.), -bilinenin aksine kolay yolu değil- daha meşakkatli ve zor olan yolu seçmiştir. 
 
O zamanın durumu bu şekildeydi; seçkinler teslim olmuşlardı. Harekete geçmeye hazır değillerdi. Bu sebeple Yezid başa geçti ve o, savaşılması gereken biriydi. Yezid kötülükte öyle bir derecedeydi ki, eğer bir kişi ona karşı kıyam eder ve öldürülürse kanı heder olmayacak, boşuna akmayacaktı. İmam Hüseyin (a.s.) bu nedenle kıyam etmiştir. Yezid'in hâkimiyeti döneminde durum öyle bir hal almıştı ki, İmam Hasan-ı Mücteba (a.s.)'ın zamanının aksine, kıyamdan başka bir seçenek söz konusu olamazdı; tek seçim buydu. İmam Hasan (a.s.)'ın, hayatta kalmak veya kıyam edip şehit olmak şeklinde iki seçeneği bulunmaktaydı. Hayatta kalmanın tesir ve zahmeti, öldürülmekten daha fazla idi. Bu nedenle İmam Hasan (a.s.) da hayatta kalmayı tercih etmiştir. İmam Hüseyin (a.s.) için ise sadece bir seçenek söz konusuydu. O'nun için kıyam etmemenin ve hayatta kalmanın bir anlamı bulunmamaktaydı. Mutlaka surette kıyam etmesi gerekmekteydi. Bu kıyam neticesinde ya yönetimi ele geçirir veyahut da bu gerçekleşmezse şehit olurdu. Bu şekilde yapılması gereken şeyi göstermeli ve gidilmesi gereken yola işaret etmeliydi. Yolun başına bayrağı dikerek, “Bu tür durumlarda yapılması geren şey budur” demeliydi. Bu nedenlerle İmam Hüseyin (a.s.) kıyam etmiştir.
 
İmam Hüseyin (a.s.) kıyam ettiği zaman, İslam toplumunda sahip olduğu yücelik ve saygınlığa rağmen, yukarıda tasvir ettiğimiz havâss ona yardım etmedi. Bakın! Seçkinler bir toplumu nasıl, ne şekilde ve ne kadar bozabiliyor. O seçkinler ki, dünyalarını rahatlıkla İslam dünyasının gelecek yüzyıllarının kaderine tercih edecek duruma düşmüşlerdir. Oysa İmam Hüseyin (a.s.) çok yüce ve tanınmış bir şahsiyetti. Hazretin kıyamını, Medine'den ayrılışını araştırırken şunu gördüm: İmam (a.s.)'ın Medine'den çıktığı günden bir önceki gece Abdullah b. Zübeyr de şehirden çıkmıştı. İkisi de aynı durumdaydı. Ancak İmam Hüseyin (a.s.) nerede, Abdullah b. Zübeyr nerede?!
 
İmam Hüseyin (a.s.)'ın konuşması, karşılık vermesi, savaşı o denli etkili idi ki, zamanın Medine valisi Velîd b. Utbe, İmam Hüseyin (a.s.) ile konuşmaya bile cesaret edememekteydi. Mervan'ın sözlerine karşı Hazret öyle bir cevap vermiştir ki, Mervan susup oturmak zorunda kalmıştır. Bu insanlar aynı zamanda Abdullah b. Zübeyr'in evini kuşatan kişilerdir. Abdullah b. Zübeyr, onlara kardeşiyle “Bana vali konağına gelmemem hususunda müsaade edin.”   mesajını yolladı. Cevaben: “Dışarı çıkmazsan seni öldürür ve şunu şunu yaparız” dediler. Bu tehditler karşısında Abdullah b. Zübeyr kardeşini gönderme kararını alarak, yumuşama gösterdi ve kendisinin de daha sonra geleceğini belirtti. Muhasarayı gerçekleştirenlerden biri bu izni verdi. Abdullah b. Zübeyr sıradan bir sahabe değildi; ama İmam Hüseyin (a.s.) ile bu denli bir farkı bulunmaktaydı. 
 
Hürmeti, azameti, şahsiyeti ve ruhî kudretinden dolayı kimse İmam Hüseyin (a.s.)'a bu şekilde davranamaz, onunla bu şekilde konuşmaya cüret edemezdi. Sonrasında Mekke'ye geldiği zaman, İmam Hüseyin (a.s.)'a yetişip onunla konuşan herkes Hazrete nezaketle hitapta bulunmaktaydı. “Sana kurban olayım; anam, babam, amcam, dayım sana feda olsun” vb. sözlerle kendisiyle muhatap olmaktaydılar. İmam Hüseyin (a.s.)'ın Müslümanlar yanındaki şahsî mertebesi bu şekilde seçkindi.
 
Abdullah b. Muti, Mekke'de Hazretin yanına geldi ve şunu arz etti: “Ey Resûlullah'ın oğlu! Kıyam eder öldürülürseniz, bu yönetim sizden sonra bizleri köleleştirecektir. Bugün sizin ihtiramınız, korkunuz ve heybetiniz sebebiyle bizlere normal bir muamelede bulunuyorlar” dedi. Hazretin yüceliği bu şekildeydi. Bu azamete sahip olan İmam Hüseyin (a.s.) karşısında İbni Abbas, Abdullah b. Cafer, -Hazreti sevmemesine rağmen- Abdullah b. Zübeyr saygı göstermekteydiler. 
 
Büyükler, hak ehlinin seçkinleri olan bu şahsiyetler, yönetimi elinde bulunduran Ümeyyeoğullarının tarafında değillerdi. Bu bâtıl yönetimi desteklemiyorlardı. Hatta aralarında İmam Ali (a.s.)'ın Şîası olanlar, onu ilk halife olarak kabul edenler de bulunmaktaydı. Tüm bu havâss ehli kişiler yönetimin şiddetiyle karşılaştıklarında canlarının, sağlıklarının, rahatlarının, makamlarının ve mallarının tehlikeye düştüğünü gördüklerinde geriye çekildiler. Haliyle bunlar geri çekilince de halkın avâm kısmı da öteki tarafa geçti. 
 
Kûfe'den İmam Hüseyin (a.s.)'a mektup yazıp onu şehirlerine davet edenlerin isimlerine baktığınız zaman hepsinin havâss, yani toplumun ileri gelen seçkinleri olduğunu göreceksiniz. Yazılan bu mektuplar çok fazlaydı. Yüzlerce sahife, çuvallar dolusu mektup yazılmıştı. Bu mektupların birçoğunu şehrin büyükleri, ileri gelenleri, tanınmışları, yani seçkinleri yazmıştı. Ancak zikredilen bu mektupların muhtevasından kaynaklanan havasına baktığınızda, bu hak yanlısı havâsstan hangilerinin dinlerini dünyaya satıp kurban etmeye hazır olduklarını anlarsınız; bu durum mektuplardan anlaşılmaktadır. 
 
Dinini, dünya için kurban etmeye hazır olanların sayısının fazla olması dolayısıyla, Müslim b. Akil Kûfe'de şehit edildi. On sekiz bin kişinin İmam Hüseyin (a.s.) adına Müslim'e biat ettiği bu şehirden İmam Hüseyin (a.s.)'a karşı Kerbelâ'da savaşan yirmi bin, otuz bin insan çıkıyor. Burada görüldüğü gibi, havâssın hal ve hareketi, avâmın/halkın duruşunu da etkilemekte ve onları kendi peşinden sürüklemektedir. 
 
Bilmiyorum! Bu hakikatin azameti akıllı insanların yakasını hiçbir zaman bırakmaz. Mesele bizler için aydınlığa kavuşuyor mu, kavuşmuyor mu? Kûfe hadisesinin şu şekilde gerçekleştiğini hepiniz duymuşsunuzdur: İmam Hüseyin (a.s.)'a mektup yazdılar. Bunun üzerine Hazret de amcaoğlu Müslim b. Akil'i Kûfe'ye gönderdi. “Müslim'i gönderdim. Eğer durumun müsait olduğuna dair bani haberdar ederse ben de gelirim.” dedi. Bunun üzerine Müslim b. Akil Kûfe'ye gitti. Şîa'nın ileri gelenlerinin evlerine misafir oldu.  İmam Hüseyin (a.s.)'ın mektubunu okudu. İnsanlar grup grup gelip bağlılıklarını bildirdiler. O sırada Kûfe valisi, Numan b. Beşir adındaki şahıstı. Zayıf ve mülayim bir kişiydi. “Benimle savaşmayan ile ben de savaşmam” düşüncesindeydi ve bu nedenle de Müslim b. Akil'in çalışmalarına karşı herhangi bir müdahalede bulunmadı. Buna binaen de ortamın sakin olduğunu gören şehir halkı biat etmeye devam etti.
 
Emevîlerin seçkin taraftarından iki üç kişi Yezid'e “Eğer Kûfe'yi elinde tutmak istiyorsan buraya uygun birini gönder; Numan b. Beşir, Müslim b. Akil'in karşısında duracak biri değildir” minvalinde mektup yazdı. Yezid de Basra valisi olan Ubeydullah b. Ziyad'ı Kûfe valisi olarak gönderdi. Ubeydullah b. Ziyad, Basra valiliği yanında Kûfe valiliğini de yerine getirmek üzere göreve getirildi. Bunun üzerine Ubeydullah b. Ziyad bir çırpıda yeni görev yeri olan Kûfe'ye gitti. Bu şahsın Kûfe'ye gelişinde de havâssın rolü bulunmaktadır; eğer süre yeterse bundan da birkaç örnek arz etmeye çalışacağım. Ubeydullah, Kûfe'ye vardığında gece idi. Kûfe'nin olayları tahlil etmekten yoksun olan avâm halkı, yüzü kapalı birinin maiyetiyle birlikte şehre girdiğini görünce onu İmam Hüseyin (a.s.) olduğunu zannedip “Selam sana ey Resûlullah'ın oğlu!” diyerek karşıladı. Neticenin nereye varacağını hiç düşünmeden bunu yaptılar; avâm insanın durumu işte budur. Tahlil etme amelini yerine getirmeyen, meseleleri tahkik edip araştırmaz. Atı ve teçhizatıyla şehre birinin geldiğini görür görmez ve henüz bir tek kelam bile etmeden onu İmam zannedip hataya düştüler. İçlerinden biri “Bu İmam Hüseyin'dir” deyince “İmam Hüseyin! İmam Hüseyin!” nidaları yükselmeye başladı. Ona selam verip ihtiram gösterdiler. Halbuki biraz sabredin ve gelen kişinin kim olduğuna iyice bir bakın ki, gelen kimdir? 
 
Ubeydullah da insanların bu coşkusuna iltifat göstermeden vali konağına gitti. İşte o andan itibaren Müslim b. Akil ile mücadele planına başladı. Bu planın temelinde, Müslim b. Akil'in taraftarlarını en ağır baskı, tehdit ve işkencelere duçar etmek vardı. Bunun için Hani b. Urve'yi hileyle vali konağına getirtti. Çünkü Müslim b. Akil, Hani b. Urve'nin evinde kalmakta ve en büyük desteği de onun kabilesinden görmekteydi. Casuslar Ubeydullah b. Ziyad'a bu durumu haber verdi ve o da türlü bahanelerle Hani b. Urve'yi sarayına getirtti. Onu zorla alıkoymamasının nedeni; Müslim'i destekleyen Kûfelilerin ve özellikle de Hani bin Urve'nin kabilesinin durumdan şüphelenmesini önlemekti. 
 
Olayın burasında da havâssın, yani hakkı tanıyan ve onu bâtıldan ayıran, ancak dünyalarını hakka tercih edenlerin rolü kendini göstermektedir. Diğer taraftan Müslim büyük bir kitleyle harekete geçti. İbni Esir'in bildirdiğine göre; bu olayın yaşandığı gün Müslim b. Akil'in otuz bin taraftarı bulunmaktaydı. O gün, sadece Müslim'in oturduğu evin önüne toplanıp, ona bağlılıklarını bildiren dört bin kişi bulunmaktaydı.
 
Ancak zaman geçiyor ve Hani hâlâ vali konağından çıkmıyordu; Hani b. Urve gittiği saraydan dönmedi. Bunun üzerine sarayın önünde toplanan Kûfeliler vali İbni Ziyad'dan Hani b. Urve'yi kendilerine teslim etmesi gerektiğini ve onu öldürdüğünden şüphe duyduklarını sert bir şekilde dile getirdiler. İbni Ziyad meseleyi yumuşatmaya çalıştı; çünkü en ufak hatasında kendine ve dolayısıyla da Yezid'e karşı Kûfe'de bir kıyam başlayabilirdi; oysa görevlendirilme nedeni böyle bir “isyan” girişimini bastırmaktı. 
 
İbn Ziyad, topluluğun içerisine casuslarını yollayıp “Bunlar Emevîlerdir! Muaviye, Yezid ve Ubeydullah gibi her şeye sahip kişilerle mücadele edilebilir mi? Paraları, orduları ve imkânları var, diğerlerinin ise hiçbir şeyleri yok, en iyisi bir şeye karışmadan evde beklemek” gibi manipülasyon içerikli sözleri yayarak halkın dağılmasını sağladı. Öyle ki, gün bitiminde Müslim b. Akil'in yanında o binlerce kişiden hiç kimse kalmamıştı.
 
Bu durumu tahlil eden Ubeydullah, tüm Kûfelilerin yatsı namazını mescitte cemaatle kılması gerektiğine dair emir çıkartarak, bunun şehrin her yerinde duyulmasını sağladı. Tarihî kaynakların yazdığına göre; o günün yatısı namazında Kûfe mescidi, Ubeydullah'ın arkasında saf tutmak için gelen insanlarla dolup taşmıştı. Neden böyle oldu? Bunun nedenleri üzerine düşündüğümde havâssın hatalı olduğunu görmekteyim. Hak taraftarı havâss kişiler de suçluydu. Maalesef, bu hak taraftarı havâssın bir kısmı, kötülüğün en son raddesinde bir duruş sergiledi. Mesela; bunlardan biri Kadı Şurey'tir. 
 
Oysa bu şahıs Emevîlerden biri değildi; hakkın kiminle, kimin hak ile olduğunu anlayan, idrak eden, mevcut durumu iyi tahlil edebilecek biriydi. Hani b. Urve hadisesinde İbni Ziyad halkı teskin için Urve'nin kendini ziyarete geldiğini, ancak hastalandığını bu nedenle de huzurlarına gelemediğini belirtti; isterlerse onun durumunu kontrol etmesi için birini seçip gönderebileceklerini söyledi. Zira Hani'nin kabilesi ve taraftarları onun ölümünden şüpheleniyorlardı, o da bu nedenle korkmuştu. Neticede İbni Ziyad'ın bu önerisi makul görülüp âlim ve mütedeyyin biri olarak bilinen Kadı Şureyh, Urve'nin durumunu araştırıp Kûfelilere bildirmesi için seçilen kişi oldu. Kadı Şureyh saraya alındıktan sonra İbni Ziyad ona “Hani'nin hayatta olduğunu göreceksin; dışarı çıktığında da onun hayatta olduğunu söyle!” dedi. Gerçekten de Kadı Şureyh, Hani b. Urve'yi görmesi için saray askerlerinden bazılarıyla zindana götürüldüğünde onun hayatta; ama yaralı olduğunu gördü. Urve ona, Kûfelilerin kendini kurtarmak için neden gelmediklerini sordu ve İbni Ziyad'ın ne amaçla geldiğini anlattı. Ancak ne yazık ki, Kadı Şureyh Hani'ye Kufelilerin onu kurtarmak için toplandıklarından bahsetmediği gibi, dışarı çıktığında da casusların, durumu İbni Ziyad'a aktarmasından endişe edip korkarak, bu meselenin üzerini örttü, anlatmaya cesaret edemedi; Urve'nin hasta olduğunu ve iyileşene dek İbni Ziyad'ın yanında kalacağını, durumunun iyi olduğunu bildirdi. Kûfeliler de bu haber üzerine saray kuşatmasını kaldırıp evlerine döndüler.
 
Cesaret edememek ne anlama gelmektedir? Dünyayı ahirete tercih etmek! Tâbiînden olan Kadı Şureyh'in bu tercihi, onun dünyaya nasıl tamah ettiğini; salih bir Müslüman olan Urve'yi, zalim Ubeydullah'ın zindanlarında şehâdetle sonuçlanacak işkenceye hangi korkularla ve beklentilerle terk ettiğini gözler önüne seriyor. Oysa sarayı kuşatan Kûfelilere hakikati anlatsa, “Hani hayattadır; ama işkence görmekte ve bu nedenle de ölmek üzeredir” deseydi belki de saraya baskın yapılacak ve Urve kurtarılacaktı. Zira İbni Ziyad'ın Kûfe'deki gücü henüz tam anlamıyla yerleşmemişti. Urve ve Müslim b. Akil, Kûfe'nin yönetimini ele alacak ve İmam Hüseyin aleyhisselâm da kıyamı için güçlü bir merkez edinecekti. İmam Hüseyin (a.s.) sadece altı ay sürecek bir İslamî hükümet bile teşkil etseydi, inanın bunun birçok bereketi olacaktı. Tarihin akışı değişecekti. Ama Kadı Şureyh'in zalimlerin yanında olma tercihi Urve'nin, Müslim'in ve Hz. Resûl-i Kibriyâ aleyhi âlâfu't-tahiyyeti ve's-senânın ciğerpâresi İmam Hüseyin aleyhisselâmın şahâdetiyle neticelendi. 
 
Bazen, doğru zaman ve yerde yapılan bir eylem tarihi değiştirip onu doğru yönde ilerletebilmekte; fakat korku, dünya sevgisi, yaşama kaygısı vb. nedenlerle gerekli olan bu eylemi yerine getirmemek ise tarihi ters yüz edip diplere çekebilmektedir. Ey Kadı Şureyh! Hani'nin kötü durumunu gördüğün halde neden buna tanıklık etmedin?
 
Bu, dünyalarını dinlerine tercih eden havâssın rolüdür.
 
Kûfe'ye geri dönelim; Ubeydullah b. Ziyad şehrin önde gelen kabile reislerine “Gidin ve halkı, Müslim'in etrafından dağıtın; bunu yerine getiremezseniz sizleri öldürürüm” dediği vakit, bu şahıslar neden bu emri kabul edip yerine getirdiler? Bu kabile reisleri Emevî değillerdi ve Şam'dan da gelmemişlerdi. Üstelik Şebes b. Reb‘î gibi bu zâtların bir kısmı İmam Hüseyin (a.s.)'a mektup yazıp onu Kûfe'ye davet eden şahıslardandı. Ancak Ubeydullah'ın tehditleri karşısında Müslim'in etrafındaki insanları dağıtmak için faaliyet gösterenlerin ilkleri arasında da yine bu şahıs yer aldı. Şebes b. Reb‘î'nin bulunduğu hassas anlardaki gibi vakitlerde Ubeydulah b. Ziyad yerine Allah'tan korksalardı tarih değişirdi, değişecekti. 
 
Farz edelim bunlar, bu şahıslar üzerlerine düşeni yapmadı; peki Müslim'in etrafında bulunan havâss mü'min insanlar, neden propagandalara uyarak onu yalnız bırakıp avâm insanlar gibi dağıldılar? Bu insanlar arasında iyi kişiler bulunmaktaydı. Nitekim burada hata edenlerden bir kısmı sonradan hatalarını anlayıp Kerbelâ'ya gelip şehit oldular. Elbette Kerbelâ'da şehit olanlar bu hatalarının kefaretini ödemiş oldu. Hatalarını düzelten bu insanlar mevzuumuzun dışında olduklarından isimlerini zikretmiyoruz. Fakat hakkın havâssından, hata yaptığı halde Kerbelâ'ya gitmeyenler oldu. Gidemediler; ilahî tevfik nasipleri olmadı. Daha sonra ise pişmanlıkları nedeniyle Tevvâbîn'den olmak zorunda kaldılar; ama ne fayda!
 
Peygamber'in evladı İmam Hüseyin öldürülüp bu dünyadan göçtükten sonra; facia gerçekleşip tarihin seyri inişe geçtikten sonra bunun ne faydası olur? Bu nedenledir ki, sayıları Kerbelâ şehitlerinden kat kat fazla olan Tevvâbîn hareketi mensupları, Kerbelâ şehitleri gibi bir günde şehit edilmelerine rağmen, Kerbelâ şehitlerinin tarihte yarattığı eserin binde birini bile gerçekleştirebilmiş değildir. Bunun nedeni, harekete zamanında katılmamaları ve yapmaları gereken şeyi zamanında yapmamalarıdır. Kararlarını geç verip meseleyi vaktinde teşhis edemediler. Neden Müslim b. Akil'i yalnız bıraktınız? İmam Hüseyin (a.s.)'ın elçisi olduğunu gördünüz. İmam'ın emri üzere yanınıza gelmiş ve sizler de ona tâbi olup biat etmiştiniz. Bu sözüm elbette avâm için değil; havâssa yönelik konuşmaktayım. Neden ikindi namazından sonra Müslim'i yalnız bıraktınız da o Tev‘a'nın evine sığınmak zorunda kalmıştı.
 
Eğer bu hak taraftarı olan havâss, Müslim'i yalnız bırakmasaydı, mesela yüz kişi olsaydı, Müslim'i birinin evine götürüp orayı koruyabilirlerdi. Nitekim Müslim b. Akil, Ubeydulah tarafından yakalanmak istendiğinde tek başına olmasına rağmen saatlerce mücadele etti. İbn-i Ziyad'ın ve askerlerinin birçok hamlesini Müslim geri püskürtmeyi başardı. Eğer onun yanında yüz kişi bulunsaydı yakalayabilirler miydi? Yakalayamazlardı ve halk yeniden onun etrafında toplanmaya, kenetlenmeye başlardı. 
 
Burada, hak taraftarı havâssın Müslim'i korumamakla büyük bir hata yaptıkları anlaşılmaktadır. Gördüğünüz gibi; her nereden hareket edersek edelim dönüp dolaşıp havâssa/seçkinlere gelmekteyiz. 
 
Gerektiği anda havâssın doğru karar alması ve meseleyi teşhis etmesi, dünyadan vazgeçmesi, Allah için harekete geçmesi tarihe kurtuluş bahşeden hususlardır. Değerleri kurtarıp onları muhafaza eder. Yapılması gereken şeyi vaktinde yerine getirmek gerekir. 1375 yılında, Şubat ayının 17-18'nin ikindi vakti Tahran'da askerî bir hükümetin kurulduğu ilan edildiği zaman İmam Humeynî, insanlara sokağa çıkma çağrısında bulundu. İmamın o günkü kararı olmasaydı Muhammed Rıza Pehlevî hâlen bu memlekette iş başında olacaktı. Askerî hükümet gelir ve insanlar da evlerinde kalırdı; önce İmam Humeynî'yi, akabinde de önde gelen diğer şahsiyetleri tutuklar, Tahran'da 500 yüz bin kişilik bir katliam gerçekleştirip meseleyi kendilerince kapatırdı. İmam Humeynî tam da gerekli zamanda gereken kararı verdi.
 
Havâss kendisine düşen vazifeyi  uygun zaman ve şekilde yaparsa, gerekli teşhiste bulunup doğru karar alır ve bu kararlarını uygularsa tarih kurtuluşa erer. Hüseyin b. Ali (a.s.) gibileri sahralara sürülmez. Ancak bu havâss, meseleleri yanlış kavrar veya geç teşhis ederse mesela; Afganistan'da olduğu gibi, kendi aralarında ihtilafa düşerlerse durum değişir. Başlangıçta önemli şahsiyetlerdi; ama toplum içinde yer edinmiş olan bu seçkinler grubu içinde yaşadıkları toplumun sorunlarına gereken cevabı veremedi. İçlerinden bir kısmı “Bugün işimiz var” derken, diğer bir kısmı “Artık savaş bitti; bırakın da işimize bakalım. Güneyde, batıda ve daha başka yerlerde cepheden cepheye koşmaktan yorulduk, gidip çalışalım ” dedi. Bu düşüncelerle amel edildiği takdirde tarihte Kerbelâlar tekerrür edecektir. 
 
Yüce Allah şu vaatte bulunmuştur: Kim Allah'a yardım ederse Allah da ona yardım edecektir. Bundan ileri gerisi yoktur; yani insan Allah için gayret gösterip çabalarsa muhakkak zafere ulaşacaktır. Tabii bu, ferdî bazda her insana kişisel bir zaferin bahşedileceği şeklinde anlaşılmamalıdır. Zafer, Allah yolunda toplumsal hareketlerin olacaktır, şeklinde anlaşılmalıdır. Elbette bu toplumsal hareketlerin zorluk ve eziyetleri, baskı ve şahâdet gibi karşılıkları olacaktır; Allah'a yardım edenlere mutlak sûrette zafer vardır. “Allah kendine (dinine) yardım edenlere kesin olarak yardım eder.” Bu vaatte, ‘yardım hiç kimsenin burnu kanamadan gerçekleşecek' gibi bir buyruk yoktur. Tam olarak zıddı bir durumla karşılaşmaktayız: “Öldürür ve öldürülürler.” Bununla birlikte zaferi elde ederler; zira bu ilahî bir vaat ve sünnettir. Kandan korktuğumuzda; ailemiz, dostlarımız, paramız, keyfimiz, rahatımız, maişetimiz ve yeni evimizin öncekinden bir oda eksik olmasından endişenlendiğimizde, elbette bu korkular içerisinde bulunduğumuzda ise netice bellidir; on İmam Hüseyin (a.s.) gelse dahi her biri şehit edilecektir. İmam Ali ve İmam Hüseyin böyle bir toplumsal yapıda şehit düşmediler mi?
 
Havâss! Has tabaka! Seçkinler zümresi! Azizlerim! Lütfen nerede olduğunuza bir bakın! Eğer havâsstan iseniz ki, öylesiniz, o halde dikkatli olun. Bendenizin sizlere arz etmek istediği buydu. Tabii burada mevzu bahis ettiğimiz konu meselenin özetiydi. Bu konuda iki yönlü bir çalışma yapılmalıdır. Bunların ilki, meselenin tarihi boyutudur; maalesef banim vaktim olmadığından bunu yapamamaktayım. Zira bu bağlamdaki tarihsel misalleri bulup ortaya koymak gerekmektedir.  Seçkinler ne zaman ve ne gibi şartlarda üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmeyip bundan kaçındılar; bu soruya tarihsel örmekler getirmek gerekmektedir. Bu seçkinlerin adı nedir, kimdi bunlar? Eğer hem ben ve hem de sizler bu sohbetin uzaması dolayısıyla yorgun düşmeyecek olsaydık, bir saat daha zihnimdeki misalleri sizlere arz ederdim. 
 
Üzerinde çalışılması gereken diğer bağlam ise bu hadiselerin zamansal tatbikidir. Sadece kendi zamanımıza değil, bu vakıaların tüm dönemlere tatbik edilmesi icap etmektedir. Böylece, her dönemin seçkinlerinin kendi zamanlarında üzerlerine düşen yükümlülükleri yerine getirmeleri için neler yapmaları gerektiği ortaya çıkacaktır. “Dünyanın esiri olmadılar” sözünü açmak ve “Ne oldu/nasıl oldu da dünyanın esiri olmadılar”ı anlamak gerekmektedir. Bunun misali ve yaşamımızdaki karşılıkları kimlerdir? 
 
Azizlerim! Allah yolunda mücadele edenlerin her zamanda muhalifleri olmuştur. Anlatmaya çalıştığımız havâss, iyi bir iş yapmak istediğinde o işi muhakkak yerine getirmelidir. Yerine getirmek istediğinde ise yine bu havâss zümresinden birkaç kişi çıkıp “Deli misin, işin gücün, eşin çocuğun yok mu? Neden bu işlerin peşindesin?” şeklinde sözler sarf edebilir. Nitekim savaş döneminde bu gibi kelam edenler olmuştu. Bu gibi kişilerin ve söylediklerinin karşısında durmak, duruş sergilemek gerekmektedir. Bu duruş, seçkin olmanın gerekliliklerinden biridir. Alay eder, güler, iftira atarlar; bunlara, seçkin kişilere yaraşır bir şekilde karşılık vermek gerekir.
 
…Allah'ın hepimizi muvaffak kılmasını, İmam'ın ruhunu enbiya ile haşretmesini ümit ediyorum. Allah, İran milletinin önüne koyduğu bu aydınlık yolu daimi eylesin. Allah bizleri, İslam'ın, İslamî değerlerin ve İnkılâbın hizmetinde muvaffak ve güçlü kılsın. Canlarımızı bu yolda alsın. Allah'ım! Bizlerin ölümünü, yolunda şahâdetle nasip kıl; şehitlerimin makamını günler geçtikçe arttır; gazilerimize kendi katından büyük hayırlar ihsan eyle; onlara tam bir sıhhat bahşet, bu yolda büyük zahmet çekenlere, zindana girenlere, henüz zindandan çıkamayan esirlere, kendilerine veya naaşlarına ulaşılamayanlara hayırlarını en yüce katında yaz, ailelerine ecir bahşet ve sabır ver. Esir ve kaybolmuşlarımıza kurtuluş nasip et. Müslümanların işlerini ıslah ederek hacetlerini gider. İslam ülkelerini yabancıların ve Amerika'nın pençesinden kurtar. Müslüman devletlerin yöneticilerini gaflet uykusundan uyandır. Onları şehvet sarmallarından kurtar. Allah'ım! Muhammed ve Âl-i Muhammed aşkına, Amerika ve diğer müstekbir güçleri, izzetine yaraşır bir şekilde yok et. Onlara galip ve üstün gelmeyi Müslüman halklara tattır. Bu yolda yaşayanları ve aramızdan ayrılanları rahmet ve bereketine mazhar kıl. Yapılan iş ve eylemleri lütuf ve kereminle kabul et. 
 
Vesselâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuh!
 
Ayetullah Seyyid Ali Hamaneî
 
--------------------------------------------------------------------------------------------
Kaynak: Ayetullah Seyyid Ali Hamaneî, Kerbelâ Kıyamında Avâm ve Havâss/Âşurâ'da Hak ve Bâtıl Cephesinin Seçkinleri, Feta Yayıncılık 2015
Çev. Hasan Hüseyin Güneş
Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar