imam_caferi_sadik-9.jpg

İmam Sadık (a.s.)

"İmam Sâdık (a.s.) mücadele adamıydı, ilim ve bilim insanıydı, teşkilat adamıydı. ...Ancak onun mücadele adamı oluşunu çok azınız işitmişsinizdir. ...Yani İmam Sâdık (a.s.) Benî Ümeyye'yi ortadan kaldırmak ve onların yerine Alevî hükümeti, gerçek İslamî hükümeti iş başına getirmek için zemin hazırladı. İmam Sâdık (a.s.)'ın hayatını dikkatlice araştıran kişi için bu çok açıktır."

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Emevi hükumetinin sonları ve İmam Sadık (a.s.)'ın imameti

İmam Bâkır (a.s.), elli yedi yaşında ve Emevî halifelerinin en güçlülerinden birinin döneminde, Hişam b. Abdülmelik'in zamanında hayattan göçtü. Emevî hükümetinin geniş İslam coğrafyasındaki karmaşık durum ve vaziyeti sayısız zorluklar ve meşgaleler Hişam'ın Şîa teşkilatlarının çarpan kalbine -yani İmam Bâkır (a.s.)'a- karşı kötü niyetli komplolarına devam etmesine bir engel teşkil etmiyordu. Onun tavsiyesiyle uşakları İmamı zehirlediler, azgın ve zorba Emevîler doğudan batıya fethettikleri yeni yerlerin zevkini ve sarhoşluğunu ülke içindeki en büyük ve en tehlikeli düşmanlarının katledilmesiyle zirveye çıkardılar.

Benî Ümeyye rejimi İmam Bâkır (a.s.)'ın yaşamının son yıllarında ve yine oğlu İmam Sâdık (a.s.)'ın imametinin ilk yıllarında, en maceralı dönemlerini geçiriyordu. Kuzey doğu sınırlarında -Türkistan ve Horasa - kuzeyde -Küçük Asya, yani bugünkü Türkiye'nin doğusu ve Azerbaycan- ve doğuda -Afrika, Endülüs ve Avrupa- askerî güç gösterileri yapıyordu. Bir yandan Irak, Horasan ve Kuzey Afrika bölgelerinde genellikle rahatsızlık duyan ve zulüm gören yerli halklar tarafından giderek artan isyanlar bazen Emevî Moğol komutanlarının tahrik ve yardımıyla gerçekleşiyordu.[1] Öte yandan tüm ülkede ve özellikle Irak'taki düzensizlik ve perişanlık - burası halifenin emlak danışmanlarının merkeziydi, bereketli ve verimli mülkler çoğunlukla halifeye ve devlet liderlerine aitti- Hişam'ın ve onun güçlü valisinin -Halid b. Abdullah Kasrî-[2]  Irak'taki efsaneleşmiş hırsızlıkları, bunların yanı sıra kıtlık ve Horsan, Irak Şam gibi çeşitli yerlerdeki veba hastalığı Emevîlerin ve en tanınmış halifelerinin biri vesilesiyle geniş İslam coğrafyasına hâkim olmuştu. Bütün bunlara İslam âleminin en önemli kaybını da eklemek lazımdır; manevî, fikrî ve ruhî kayıplar.

İslam ülkesinin perişan ve hüzünlü atmosferinde fakirlik, savaş ve hastalık tıpkı bir yıldırım gibi baskıcı ve güç peşinde koşan Emevîler tarafından yoksul halkın başına yağmakta, yakıp yerle bir etmekteydi. Fazilet, takva, ahlak ve maneviyat fidanının yetiştirilmesi genellikle sıradan kimselerin uğraştıkları şeyler olarak görülüyordu. Yoksul ve kimsesiz insanların sığınağı olması gereken din adamları, kadılar, muhaddisler ve müfessirler problemleri çözmemekle kalmayıp, çoğunlukla kendileri siyasî şahsiyetlerden daha tehlikeli işler yaparak halkın sorunlarını arttırıyorlardı. Hasan-ı Basrî, Katade b. Diâme, Muhammed b. Şehab Zührî, İbn Bişr, Muhammed b. Munkedir, İbn Ebî Leyla ve bunlar gibi onlarca meşhur ve tanınmış fıkıhçı, kelamcı, hadisçi ve tasavvufçu gerçekte büyük hilafet sisteminin mühürleri yahut emirlerin ve yöneticilerin oyuncağı durumundaydı.

Bu tanınmış şahsiyetlerin durumlarının araştırılması halinde, onları mertlik çehresi altında kirli temenniler ahırında, güç, şöhret ve istikbal peşinde koşan yahut korkak, alçak ve rahatlık isteyen veya riyakâr ve aptal zâhidler görünümünde ya da kanlı kelamî ve itikadî konuları konuşan âlim görünümünde kimseler olarak zihinlerde canlanması üzüntü vericidir.[3]

Marifet ve güzel hasletler fidanını yeşertmesi gereken Kur'an ve hadis, güçlülerin elinde bir araca yahut ömürlerinin bereketi olmayan bu cani ve hainlerin bir uğraşısına dönüşmüştü.

Bu zehirli, boğucu ve karanlık atmosferde ve bu belalarla dolu zorlu zamanda İmam Sâdık (a.s.) ilahî emanetin yükünü sırtlamıştır. Şîa kültüründe tanıyıp ve bildiğimiz yüce anlamıyla imamet gerçekte ne kadar zorunlu ve hayatî bir makamdır. Şaşkın, aldatılmış, zulme uğramış ve yanlış anlamış bir ümmet için böylesine karanlık ve belalı günlerde imametin, iki hayat bahşeden akımın kaynağı olduğunu daha önceden görmüştük: Doğru İslamî tefekkür ve adaletli tevhid nizamı. İmam bu iki görevi üstlenmiştir. Birincisi, mektebin açıklanması, uygulanması ve tefsiri -ki bunun kendisi tahriflerle savaşın, cahilce ve kasıtla yapılan işlerin düzeltilmesinin garantisidir-  ve istenilen nizamın ve hak tevhidin temellerini atıp, zeminini hazırlamaktır ve böylesi bir nizamın var olması durumunda, bu nizamı devam ettirmektir. Şimdi böylesi düzensiz hal ve durumda İmam Sâdık (a.s.) bu emanetin yükünü sırtlamış ve bu iki görevi yüklenmiştir. Aynı anda her iki görev de onun karşısında belirmişti, hangisine öncelik tanıyacaktı? Siyasî işlerin pek çok zorluklarının olduğu doğrudur ve bu, Emevî Hişam'ın bütün problemlerine ve mücadelelerine rağmen izin vereceği ve intikamını almaya çalışmayacağı bir şey değildi. Ancak fikirsel işle -yani tahriflerle mücadele-  gerçekte hilafet sisteminin şah damarını kesmekti, bu sistemin tahrif edilmiş dine dayanmaktan başka gücü ve ayakta kalma şansı yoktu.[4] Şu halde bunu yapmasına da izin verilmeyecekti, ne Hişam ve ne de genel olarak toplumu çökertip saptırma yönünde hareket edip faaliyet gösteren âlimler.

Öte yandan ortam inkılâbî Şiî düşüncenin yayılması için de müsaitti. Savaş, fakirlik ve baskı bunlar inkılâbın oluşması için üç etkendi ve önceki İmamın oluşturmuş olduğu zemin yakın bölgelerdeki hatta uzak noktalardaki yerlerde bile ortamı bir yere kadar hazırlamıştı.

İmametin genel stratejisi, tevhidî inkılâbın ve Alevî hükümetin oluşturulmasıydı. Bu ortamda halkın bir kısmının imamet ideolojisini öğrenmiş, kabul etmiş ve büyük bir özlemle bunun gerçekleşmesini beklemeleri ve diğer bir kısmının da kararlı bir örgütsel mücadele yürütmeleri gerekiyordu. Bu genel politikanın mantıksal zorunluluğu tüm İslam dünyasında herkesi kapsayan bir davettir. Gizli Şîa teşkilatına yetenekli ve fedakâr adamlar hazırlamak için Şiî düşünce tarzının halkın tüm katmanlarında yayılması ve diğerlerinin davet edilmesi gerekmekteydi. İmamet gerçeğine davetin zorluğu tam da bu noktada yatmaktadır. Gücü her türlü zorbalık, tecavüz ve insanları özgürlükten alıkoyanlardan alarak İslamî usûl ve ölçülerin esasına uymak isteyen tam anlamıyla profesyonel bir davet, insanların şuur ve idrakine ve onların tabiî istek ve ihtiyaçları zeminine dayanarak kendi gelişim ve ilerlemesini devam ettirmek zorundadır. Aksi durumda her ne kadar profesyonel ve mektebî sloganlarla işe başlamış olsa da pratik olarak bütün güç sahipleri gibi güç gösterisinde bulunup ahlakî ve toplumsal esaslarını görmezden gelecek olması da bu zorluklardandır. İmamet hareketinin uzun soluklu olmasının sırrı budur ve yine imamet hareketi taraftarı olan hareketlerin ilerlemesinin -Abbasîler gibi- ve bu hareketin göreceli başarısızlığının sırrı buradadır. İleride bu konuyu tarihî delillere dayanarak daha fazla şerh edeceğiz.

Müsait ortam ve durum, yine önceki İmamın hazırlamış olduğu zemin, İmam Sâdık (a.s.)'ın, yolun uzun ve meşakkatli olduğu göz önüne alındığında Şîa hareketini ümidi olmasını sağlamıştı. Bu “Kaim” kendinden öncekilerin uzun mücadelelerini neticeye ulaştıracak ve Şiî inkılâbın ateşini İslam dünyası sathında tutuşturacaktı. İşaretler ve bazen de İmam Bâkır (a.s.)'ın açıklamaları bu ümidin yeşermesinde etkili oluyordu.

Câbir b. Yezid şöyle diyor: “Birisi İmam Bâkır (a.s.)'a kendisinden sonra kıyam edenler hakkında sordu, İmam elini Ebû Abdullah'ın omuzlarına vurarak buyurdu: ‘Allah'a yemin olsun ki, Muhammed ailesinin kıyam edicisi budur.'”[5]/[6]

 

İmam Sâdık (a.s.)'ın sis perdesinin ardındaki hayatının şerhi

Burada İmam Sâdık (a.s.)'ın hayatını araştıranlar için gündeme gelen en üzüntü verici şeylerden birine işaret etmek gerekmektedir. Bu, İmamın yaşamının şerh edilmesidir, özellikle Benî Ümeyye iktidarının son dönemlerine denk gelen imametinin başladığı yıllar, belirsizlik ortamında bulunmaktadır. Bu maceralı, olaylı, karmaşık ve iniş çıkışlarla dolu yaşam, yüzlerce tarihî rivayet eşliğinde müşahede edilmektedir. Ne tarihte ne de muhaddislerin ve biyografi yazarlarının sözlerinde asla düzenli ve kesintisiz bir şekilde yansıtılmamış ve o olaylarla ilgili daha ayrıntılı zaman ve daha fazla özellik belirlenmemiştir. Araştırmacı, dönemin genel akımlarının görüşlerini karinelere dayanarak ve zikredilen olaylar ve şahıslarla ilgili her bilgiyi diğer kaynaklardaki rivayetlerle mukayese ederek olayın zaman, mekân ve özelliklerini ortaya çıkarmalıdır. Belki de bu sessiz kalışın ve belirsizliğin sebeplerinden birini de özellikle İmam ve yarenlerinin örgütsel faaliyetlerinde ve bu işlerin mahiyetinde aramak gerekmektedir.

Gizli ve örgütsel işler usulüne uygun olarak gizlice yürütülmelidir, her zaman gizli kalmalıdır. O gün gizliydi, ondan sonra da gizli kalacaktı, bu faaliyetlerdeki insanların sır tutmaları ve ağzı sıkılıkları yabancıların bunu öğrenmelerine izin vermeyecektir. O işler neticeye ulaştığında, bu işin başındakiler ve icracıları gücü ele geçirdiklerinde kendileri gizli çalışmaların ayrıntılarını açığa çıkaracaklardır. Bu doğrultuda şimdi Abbasîlerin davet dönemindeki Benî Abbas liderlerinin ve onların takipçileri olan teşkilat fertlerinin aralarındaki pek çok gizli işler, hatta gizli görüşmeler ve özel fermanlar tarihte kaydedilmiş ve herkes bundan haberdardır.

Şüphesiz eğer Alevî kıyam da başarıya ulaşsa, güç ve hükümet Ehl-i Beyt İmamları'nın ve onların atadıkları insanların ellerine geçseydi biz bu gün Alevî davetin sırlarından ve pek çok yere yayılmış olan gizli teşkilatından haberdar olacaktık.

Bir diğer sebebi de tarih yazımında ve tarih yazanlarda aramak gerekmektedir. Mahkum ve mazlum bir topluluk eğer resmî tarihte anılsa, onlardan bir hatıra tarihe kaydedilse bile hiç şüphesiz hâkim ve zalim akımın istediği, söylediği gibi yansıyacaktı. Resmî tarihçi için, mahkûm edilmiş topluluk hakkında büyük çabalarla sağdan soldan araştırılıp, birçok korkuyla kaydedilecek yürek parçalayıcı sözleri kaydetmektense, hâkimlerin elde olan, korkusuzca ve endişe duymadan elde edilebilecek, tehlikesiz ve üstüne para alınabilecek sözleri vardı.

Şimdi bu apaçık gerçeği başka bir gerçeklikle yan yana getirelim. İmam Sâdık (a.s.)'dan beş yüz yıl kadar sonra yazılmış, araştırma ve görüş bağlamında kaynak olarak alınan, tanınmış ve muteber olan bütün tarihler, Abbasî rengine boyanmışlardır. Çünkü bildiğimiz gibi Abbasî hükümeti hicri yedinci yüz yılın ortalarına kadar devam etmiş ve bilinen tüm meşhur kadim tarih kitapları, bu saltanatın gücü elinde bulundurduğu dönemde yazılmıştır. Bu durumda, sonuç tahmin edilebilir bir hal almaktadır. Abbasî dönemindeki bir tarihçinin İmam Sâdık (a.s.)'ın yahut başka bir Ehl-i Beyt İmamları'nın hayatına dair doğru ve düzenli bilgileri yazabilecekleri ya da bunu isteyebilecekleri, derleyip kitaplarında bunu kaydedebilecekleri asla beklenemez. İmam Sâdık (a.s.)'ın hayatındaki pek çok tahrifin sırrı ve sis perdesinin nedeni budur.

Bizi İmamın yaşamının genel çizgisiyle aşina kılabilecek tek yol, bu belirsizlikler arasından hazretin yaşamındaki önemli göstergeleri bulup, hazretin genel tefekkür ve ahlakî esaslarının yardımıyla tanımlayıp, İmamın biyografisinin ana çizgisini orta koymaktır. İşte o zaman tarihî ve tarihî olmayan deliller ve karinelerle özelliklerini ve ayrıntılarını belirlemeyi bekleyebiliriz.[7]

 

İmam Sadık (a.s.)

İmam Bâkır (a.s.) dünyadan göçtüğünde, İmam Seccad (a.s.)'ın ve İmam Bâkır (a.s.)'ın kendi dönemleri boyunca yürütülen pek çok faaliyetler neticesinde, ortam ve durum Peygamber (s.a.a.) ailesinin lehine çok değişmişti. Ben iki kelimede İmam Bâkır (a.s.) ve İmam Sâdık (a.s.)'ın planlarını sizlere açıklayacağım ki, elbette o zaman bunlar gizli şeylerdi. Mesela; sizin duymuş olduğunuz sır ashabından olan Câbir b. Yezid-i Cu'fî'nin “Her kim bizim sırlarımızı ifşa ederse Allah'ın laneti onun üzerine olsun” dediği gibi sırlardandı, o gün ifşa olması durumunda Allah'ın lanetini celp edecek olan sırları bugün ben anlatacağm ki, artık bunların ifşa edilmesinde bir sorun yoktur, aksine bu sırların ifşa edilmesi insanların İmamların neler yapmak istediklerini bilmesi açısından vaciptir. İmam Sâdık (a.s.)'ın planı; İmam Bâkır (a.s.)'ın vefatından sonra işleri toparlamak, aleni bir kıyamı oluşturmak ve Benî Ümeyye hükümetini -ki her gün bir iktidar değişikliği oluyordu ve Benî Ümeyye sisteminin zayıflığının zirvesinde olduğu görülüyordu- devirmek, Horasan, Rey, İsfahan, Irak, Hicaz, Mısır, Fas ve Müslümanların yaşadığı tüm bölgelere yayılmış olan kendisine bağlı teşkilatlardan -yani Şiîlerden- oluşan kuvvetlerin Medine'ye gelerek Şam'a karşı bir askerî harekât başlatmasını sağlayarak Şam hükümetini düşürmek, hilafet bayrağını yükseltip Medine'ye dönerek Peygamber (s.a.a.)'in hükümetini kurmaktı, işte, İmam Sâdık (a.s.)'ın planı buydu.

Bu yüzden İmam Bâkır (a.s.)'ın ömrünün son günlerinde yapılan bir sohbette “Muhammed ailesinin Kaim'i kimdir?” diye sorulunca, hazret İmam Sâdık (a.s.)'a bakarak “Bunun Muhammed ailesinin Kaim'i olduğunu görür gibiyim” diyor. Elbette Muhammed ailesinin Kaimi'nin genel bir isim olduğunu biliyorsunuz, özel bir isim değildir, Veliyy-i Asr'ın ismi değildir. Hazret-i Veliyy-i Asr, Muhammed ailesinin nihai Kaimi'dir; ama tarih boyunca Muhammed ailesinden kıyam edenler -ister zafer kazanmış olsun, ister kazanamamış olsun- de Muhammed ailesinin Kaimi'dirler ve rivayetlerde geçen “Kaimimiz kıyam ettiğinde bu işleri yapar, bu şeyleri yerine getirir, refahı sağlar, adaleti yayar” sözlerinden kasıt hazreti Veliyy-i Asr değildi. O günlerde bundan kasıt, Muhammed ailesinden bir şahsın hak ve adalet hükümetini kuracağı, kıyam ettiğinde bu işleri yapacağıdır ve bu doğrudur da. İmam Sâdık (a.s.)'ın o gün için Muhammed ailesinin Kaim'i olacağı düşünülüyordu. İmam Sâdık (a.s.) böylesi bir ortamda imamet makamına ulaşmıştır.

İmam Sâdık (a.s.) mücadele adamıydı, ilim ve bilim insanıydı, teşkilat adamıydı. Evet, ilim ve bilim insanı olmasını birçok kişi duymuştur, İmam Sâdık (a.s.)'ın ders halkaları ve o yüce şahsiyetin meydana getirdiği eğitim ortamı kendisinden önceki ve sonraki Ehl-i İmamları tarihinde eşsiz bir yere sahipti. Yüz yıldan kısa bir zaman zarfında kötü niyetli kişiler, müfsidler yahut cahiller tarafından tahrif edilen İslam'ın bütün doğru sözlerini, asli kavramlarını İmam Sâdık (a.s.) doğru bir şekilde beyan etmişti, bu da düşmanın kendine yönelik bir tehlike hissetmesine sebep olmuştu. Ancak onun mücadele adamı oluşunu çok azınız işitmişsinizdir. İmam Sâdık (a.s.), geniş çaplı ve kesintisiz bir mücadele veriyordu, hükümeti ve gücü ele geçirmek, İslamî ve Alevî hükümeti oluşturmak için mücadele ediyordu. Yani İmam Sâdık (a.s.) Benî Ümeyye'yi ortadan kaldırmak ve onların yerine Alevî hükümeti, gerçek İslamî hükümeti iş başına getirmek için zemin hazırladı. İmam Sâdık (a.s.)'ın hayatını dikkatlice araştıran kişi için bu çok açıktır.

Ancak üçüncü boyut olan ve birçoklarınızın hiç duymadığı konu, onun teşkilatçı oluşudur. İmam Sâdık (a.s.) kendilerine inananlardan ve İslam dünyasının her yerindeki Alevî hükümeti taraftarlarından, Horasan ve Maveraünnehir'den Kuzey Afrika'ya kadar büyük bir teşkilat meydana getirmişti. Ne demek teşkilat? Yani İmam Sâdık (a.s.) insanların bir şeyi bilmesini istediğinde, onun temsilcileri bütün İslam âleminin her yerine onun sözlerini taşıyorlardı. Yani her yerden Ali ailesinin büyük siyasî mücadelesi için bağış ve yardım topluyorlardı. Yani onun vekil ve temsilcilerinin bulundukları şehirlerde, İmam Sâdık (a.s.)'ın takipçisi olan insanlar onlara müracaat ediyorlar, dinî ve aynı şekilde siyasî yükümlülüklerini hazretten sormalarını istiyorlardı. Siyasî yükümlülükler de tıpkı dinî yükümlülükler gibi yapılması farz olan şeylerdi. Bizim için emrine uyulması farz olan ve veliyy-i emr olan kişinin namaz, oruç ve diğer farzlar gibi mezhebî ve İslamî fetvaları ile cihad, siyasî ilişkiler, ülke içi ilişkiler ve tüm meselelerdeki siyasî fetva ve emirler eşdeğerdir, hepsine itaat edilmesi farzdır. İmam Sâdık (a.s.) böylesi büyük bir teşkilatı meydana getirmişti ve bu teşkilat ile teşkilat içinde bulunan insan gücünün yardımıyla, Benî Ümeyye sistemiyle mücadele ediyordu. Elbette İmam Sâdık (a.s.)'ın yaşadıkları çok önemli ve çok eğiticidir, on yıl Benî Ümeyye ile ve yine uzunca bir süre Benî Abbas ile mücadele etti, onun Benî Ümeyye karşısında zafere ulaşması kesinlik kazanınca, Benî Abbas can sıkıcı ve fırsatçı bir hareket olarak meydanda yerini aldı. Bundan sonra İmam Sâdık (a.s.) hem Benî Ümeyye ve hem de Benî Abbas ile mücadele etti.

Taberî -meşhur tarihçi-  hazretin imametinin ilk on yılında Benî Ümeyye ile savaştığına dair sözler sarf etmiştir. Bu dönemde İmamın mücadelesi açıktı, yani gizli saklı olmadan ve takiyyesiz bir mücadeleydi. Bunun sebebi de Benî Ümeyye halifelerinin başlarının yeterince belada olması, İmam Sâdık (a.s.) ve Şiîlerin üzerine gidecek fırsatının bulunmamasıdır. Bu yüzden İmam Sâdık (a.s.)'ın gizli hareket etmek zorunda değildi... İmam Sâdık (a.s.) arefe günü, Arafat'a giderek o büyük kalabalığın arasına karışıyordu, bunlar nerelerden gelen insanlardı? İslam dünyasının bütün noktalarından, Afrika'dan, Ortadoğu'dan, Hicaz'dan, Irak'tan, o günün İran'ı olan Horasan'dan, Afganistan'dan, Doğu Türkistan'dan her yerden insanlar orada hazırdı. Burada bir bomba patlatılsaydı o bomba bütün İslam âleminde patlatılmış olurdu, orada bir söz söylense bütün dünyada yayılacak bir televizyon kanalına söylenmiş gibi olurdu. İmam Sâdık (a.s.) bu insanların arasına karışarak açıkça ve resmen şunları ilan ediyordu: “Ey insanlar! Bugün imam ve hâkim gerçekte Câfer b. Muhammed'dir, Ebû Câfer Mansur değildir.” Bunun delilini de getiriyordu, o gün insanların dinlemeye pek hevesli olmadıkları kelamî ve aklî deliller şeklinde değil, başka bir şekilde, tıpkı Mansur Abbasî gibi. Bunlar insanları kandırabilmek ve kendilerini Peygamber (s.a.a.)'in halifesi olarak gösterebilmek için bir soy silsilesi oluşturmuşlardı ve “Biz Abbas'ın çocuklarıyız” diyorlardı. İki tane soy ağaçları vardı, her seferinde birini kullanıyorlardı.

Bu soy silsilesinin birinde şunu iddia ediyorlardı: “Biz Peygamber'in amcası Abbas'ın çocuklarıyız, Peygamber'in vefatından sonra hilafet Benî Hâşim'in hakkıydı ve Benî Hâşim'in içinde de herkesten daha yaşlı ve oturaklı olan Peygamber'in amcası Abbas'tır. O halde Peygamber'den sonra hilafet Abbas'ın hakkıydı, sonra biz Abbas'ın çocukları olduğumuz için bize geçmiştir.” Söylemlerinden biri buydu. Bir başka soy kütüğü daha düzenlemişlerdi, ondaki iddiaları da şuydu: “Biz Ali Abbasî'nin çocuklarıyız” diyorlardı, Ali b. Abdullah b. Abbas. Doğru söylüyorlardı, Ali Abbasî'nin torunlarıydılar yahut Ali Abbasî'nin çocuklarıydılar, o da Muhammed Hanefiyye'nin talebesiydi ve Muhammed Hanefiyye de Emîrelmü'minîn Ali b. Ebî Tâlib (a.s.)'ın oğluydu ve o da Peygamber (s.a.a.)'in damadıydı. “Hilafet Peygamber'den Ali'ye geçti, Ali'den Muhammed Hanefiyye'ye -Hasan ve Hüseyin'e değil-  ondan da Abdullah b. Abbas'ın oğluna -ki o bizim dedemizdir- ondan da bize geçmiştir, şu halde halife biziz.”

Böylesi bir soy kütüğü oluşturup, o dönemin insanlarını buna inandırıyorlardı; çünkü fikrî düzeyleri o derece yüksek değildi. Bu yüzden İmam bu büyük topluluğun içinde durduğunda imametin gerçek silsilesini beyan ediyordu: "Ey insanlar Peygamber imamdı", yani toplumun rehberi ve önderiydi. "Ondan sonra Ali b. Ebiî Tâlib" ve Şîa'nın itikadını ortaya koyarak, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali b. Hüseyin, sonra Muhammed b. Ali ve sonra da ben. Kendini İmam olarak tanıtıyordu, bu ise büyük bir cesaret gerektirmekteydi. Bu, sıradan ve sade bir söz değildi, bu, artık en büyük muhalefet ilanıydı ve bu işi İmam Sâdık (a.s.) Benî Ümeyye döneminde yaptı, Benî Ümeyye'nin son döneminde. Ancak Benî Abbas döneminde böyle olmadı, işler takiye ve gizlilikle yürütülüyordu, bunun sebebi de Benî Abbas'ın Ali ailesi sloganlarını ve onların açıklamalarını dile getirmeleriydi, görünüşleri Ali ailesi gibiydiler, amelî olarak da Benî Ümeyye.

Benî Ümeyye hükümeti döneminde, mücadele o şekildeydi, Benî Abbas döneminde -ki daha uzun bir zamanı kapsıyordu- daha gizli bir şekilde yürütülüyordu. Benî Abbas fırsattan faydalanan saptırıcı bir hareketti, inkılâbı, yani İmam Sâdık (a.s.)'ın gerçekleştirmek üzere olduğu inkılâbı saptırdılar, bu, inkılâblarda her zaman var olagelen bir tehlikedir. İnkılâbın asli kriter ve ayarlarına uygun olan o doğru inkılâbî çizgi bazen kendi yerini hak sloganlar atan sapkın, fâsid ve bâtıl çizgiye bırakabilmektedir, bu yüzden insanların dikkatli olmaları gerekmektedir. O dönemdeki insanlar dikkatli ve uyanık değillerdi, yıllar sonra, belki de otuz yıl sonra bile uzak noktalardaki insanlar -Benî Abbas hükümeti iş başına geldikten sonra-  bunun, onların Ali ailesi için yaptıkları mücadelelerinin semeresi olduğunu düşünüyorlardı, Ali ailesi hükümetinin bu olduğunu zannediyorlardı, bunların gasıp olduklarından haberleri yoktu.[8]

Bu dönemde İmam Sâdık (a.s.) iki aşamayı kat etti. Biri, yüz on dördüncü yıldan Mansur'un hilafetine kadar olan dönemdi, bu, emniyet ve açılma dönemiydi. Bu, Benî Ümeyye ve Benî Abbas arasındaki ihtilaflardan dolayı İmamların fırsat buldukları dönem olarak bilinen zamandı. İmam Bâkır (a.s.) zamanında böyle bir durum yoktu. İmam Bâkır (a.s.) zamanında Benî Ümeyye güçlüydü ve Hişam b. Abdülmelik ki, Abdülmelik'ten sonra Benî Ümeyye'nin en güçlü şahsiyetiydi, dolayısıyla İmam Bâkır (a.s.) döneminde İmamların fırsat bulacakları, her hangi birilerinin arasında bir ihtilaf yoktu. Bu, İmam Sâdık (a.s.) zamanında olan bir şeydir, üstelik bu, Benî Abbas'ın daveti yavaş yavaş başlayıp yayıldığı ve Şiî davetinin tüm İslam dünyasında zirvede olduğu bir dönemdir.

... Mansur iş başına geldiğinde elbette durum daha zorlaşmıştı, hazretin yaşamı İmam Bâkır (a.s.)'ın yaşam şartlarına dönmüştü, baskı tekrar hâkim olmuştu, tam da bu zamanda hazreti sürgün etmişlerdi, hazret defalarca Hiyre, Rumeyle ve diğer yerlere sürgün etmişlerdi. Mansur defalarca İmamı yanına getirtti. Bir keresinde şöyle dedi: "Seni öldürmezsem, Allah beni öldürsün."[9] Bir defasında Medine valisine İmamın evini yakması emrini verdi. Hazret gelip ateşlerin arasında alışılmadık bir güç gösterisinde bulundu, "Ben yeryüzünün atan nabızlarının (çarpan kalbinin) oğluyum"[10] dedi ki, bu hareketin kendisi bile muhalifleri mahvetti. Mansur ve hazret arasındaki çatışma çok şiddetliydi, hazreti defalarca tehdit etmişti.

Elbette hazretin Mansur karşısında tevazu gösterip, alçakgönüllü davrandığı yönünde de rivayetler vardır, bunların hiç biri doğru değildir. Ben bu rivayetleri araştırdım ve kesinlikle aslı astarı olmadığını ve çoğunlukla Rebî' Hâcib'e dayandığını gördüm. Rebî' Hâcib'in fâsık olduğu kesindir ve Mansur'a yakın olan kişilerdendir. Bazıları da safça Rebî'nin Şiî olduğunu söylemektedirler. Rebî'nin neresi Şîa'dır? Rebî' b. Yunus'un hayatını inceledim, Rebî' b. Yunus Benî Abbas düzenine bağlı bir ailede doğmuş ve onların uşaklığını yaparak Mansur'un yakınlarından biri olup sonradan pek çok hizmetlerde bulunmuştur. Mansur öldüğünde, eğer Rebî' olmasaydı Mansur ailesi hilafeti kaybedecekti; çünkü amcaları hazırda bekliyorlardı, yazdığı sahte bir vasiyet ile Mansur'un oğlu Mehdi'nin hilafete çıkmasını sağlamıştır. Sonra da Fazıl b. Rebî' onların hizmetinde bulunmuştur. Hayır! Bu aile Benî Abbas'ın muhlis ve vefalı taraftarlarındandır, Ehl-i Beyt'e hiç bir yakınlıkları da yoktur, uydurdukları şeylerin hepsi yalandır, bütün bunların sebebi; o günkü İslamî çevrelerde hazreti böylesi bir şahsiyetmiş gibi göstermektir. İmam tevazu göstermeliydi ki, diğerleri de kendilerini buna mecbur hissetsindi. Her halükârda İmamın yüz kırk sekizinci yılda şahâdetiyle sonuçlanan Mansur'la arasındaki çatışma çok sertti.[11]

İmam Sâdık (a.s.)'ın yaşamının bizim konumuzla alakalı, özel bakış açımıza göre önemli ve seçkin yönleri şu şekildedir:

1-      İmamet meselesinin açıklanması ve tebliği.

2-      Dinî hükümlerin Şîa fıkhına göre açıklanması ve tebliği ve yine Şîa bakış açısına göre Kur'an tefsiri.

3-      İdeolojik-siyasî bir gizli teşkilatın oluşturulması.

 

İmam Sâdık (a.s.)'ın imamete daveti

Şimdi asıl konuya dönüyoruz, yani tıpkı diğer Ehl-i Beyt İmamları gibi, İmam Sâdık (a.s.)'ın davetinin de en önemli kısmını imamet konusunun oluşturması. Bu tarihî gerçekliği ispat etmek için en kesin delil, İmam Sâdık (a.s.)'ın dilinden imamet iddiasının bütün rivayetlerde açıkça ve alenen nakledilmesidir.

Açıklamasını yapacağımız üzere, İmam bu konunun yayılması ve tebliğinde kendini mücadele merhalesinde görerek, doğrudan ve açık bir şekilde zamanın yöneticisini reddetmiş ve kendini insanlara velayet ve imametin gerçek hak sahibi olarak tanıtmıştır. Usulen böylesi bir davranış sadece önceki bütün merhalelerin aşılmış olması durumunda gerçekleştirilebilir. Yani geniş kitlelerde siyasî ve toplumsal bilinç oluşmuş, potansiyel hazırlıklar her yerde hissedilmiş, toplumda ideolojik zemin dikkat çekici bir toplulukta oluşturulmuş, hak ve adil bir hükümetin kurulması büyük bir kesim için ispatlanmış ve sonuçta rehber kesin bir kararla nihai mücadeleye girişmiştir. Bütün bunlar olmaksızın, belirli bir şahsın adını imam ve toplumun yönetiminde hak sahibi olarak zikretmek aceleci ve yararsız bir iş olacaktır.

Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, İmam bazı yerlerde imametin kendi hakkı olduğunu ispatlamakla yetinmeyip, aksine kendi adını, kendisinden önceki Hak İmamların adını da zikrediyordu ve Ehl-i Beyt'in imamet silsilesinin hak oluşunu birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu gündeme getiriyordu. Bu amel Şiî tefekkürü dikkate alındığında geçmişteki bütün haksız yere iktidara gelen yöneticileri mahkûm etmekte, onları tâğutlar olarak görmekte ve bu zamandaki Şiîlerin cihadlarının geçmiş zamandaki cihadlarla bağlantılı olduğuna işaret ettiği anlamına da gelebilmektedir. Gerçekte İmam Sâdık (a.s.) bu beyanıyla, kendi imametini geçmişteki imametlerin zorunlu bir neticesi olarak kabul etmekte ve imameti geçmişi, kökü ve temeli olmamaktan çıkarıyor, kendi silsilesini kesin ve inkâr edilemez bir kanal ile Yüce Peygamber (s.a.a.)'e bağlıyordu. Şimdi, İmamın davetinin nasıl olduğuna dair bir örneğe dikkat edin:

Benim bu konuda gördüğüm en ilgi çekici rivayet, şaşkınlık verici bir manzara ortaya koyan Amr b. Ebî Mikdam'ın rivayetidir. Zilhicce ayının dokuzuncu -arefe- günüdür. O gün mahşeri bir kalabalık o güne özel ibadetleri yapmak için toplanmıştı ve Horasan'dan Akdeniz kıyılarına kadar halkın tabiî temsilcileri bütün İslam coğrafyasından bir araya gelmişlerdi. Yerinde söylenilmiş bir söz burada, o günün en geniş kitle iletişim aracının işini görebilirdi. İmam bu topluluğa katılmıştı, bir mesajı vardı. Ravi diyor ki: “İmamın insanların arasında durduğunu ve olabildiğince yüksek bir sesle -duyanların bütün İslam dünyasına yaymaları için herkesin her yerde kulaklarında yankılanacak bir feryat ile- mesajını üç kez söylediğini gördüm. Yüzünü diğer tarafa çevirip aynı sözleri söyledi. Tekrar yüzünü başka bir yöne çevirerek aynı mesajı verdi. Bu şekilde İmam on iki kez mesajını tekrarladı. Bu mesaj şu sözlerle devam ediyordu: ‘Ey insanlar! Resûlullah İmamdı ondan sonra Ali b. Ebî Tâlib, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali b. Hüseyin, sonra Muhammed b. Ali ve sonra da...'"[12]

Bir başka hadis de Ebi's-Sabah Kenanî'den gelmiştir, orada İmam Sâdık (a.s.) kendini ve diğer Ehl-i İmamlarını şöyle tanımlamıştır:

"Biz Allah'ın, itaat etmeyi insanlara farz kıldığı kimseleriz. Enfal[13] ve Safvu'l Mal bizim ihtiyarımızdadır."

Safvu'l Mal, kan dökücü tâğutların kendileri için ayırdıkları ve hak sahiplerine vermedikleri maldır. Bu gasp edilmiş mallar, İslam mücahidlerinin zaferiyle yenilgiye uğramış zalimlerden alınarak, elde edenin yalancı bir övünce kapılmaması için tıpkı diğer ganimetler gibi taksim edilmeyecek, aksine İslamî hâkime devredilecektir ve o bu malları Müslümanların umumî maslahatı için harcayacaktır. İmam bu rivayette, kendini Safvu'l Mal'ın ve Enfal'in -ki bu da imametle ilgilidir- sahibi olarak tanıtmakta ve bu beyanıyla açıkça o günkü İslam toplumunun hâkiminin kendisinin olduğunu ve bütün bunların onun ihtiyarında olması gerektiğini ve doğru bir şekilde harcanmasının zorunluluğunu göstermektedir.

Başka bir hadiste, geçmiş İmamların isimlerini tek tek zikrederek onların imametine itaat edilmesinin farz olduğuna şahâdet ettikten sonra sıra kendi imametine geldiğinde sustuğu nakledilmiştir. İmamı dinleyenler İmam Bâkır (a.s.)'dan sonra ilim ve hükümet mirasının İmam Sâdık (a.s.)'da olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bu şekilde kendi iktidarını gündeme taşıyor, yumuşak bir dille deliller getiriyor, kendisinin yüce makama sahip olan dedesi Ali b. Ebî Tâlib ile bağını ve irtibatını beyan ediyordu.[14] El-Kâfî kitabının Hücce babında ve yine Bihâru'l-Envâr'ın kırk yedinci cildinde açıkça yahut kinaye yoluyla imamet iddiası ve imamete davetten bahseden bu tür hadislerden çokça bulunabilir.

Bir diğer kesin delil ise İmamın bütün İslam ülkelerinde geniş bir tebliğ teşkilatından bahseden kaynaklardır ve böylesi bir teşkilatın varlığı kesindir. Bunun böyle olduğuna dair çok sayıda kaynak vardır; ama eğer bu konuyla ilgili bir tek hadis bile olmasaydı yine de meselenin kesinliğine gölge düşürmezdi. İmamların düzenlenmemiş hayatını araştıran kimseler kendilerine şu soruyu sorarlar: Acaba Benî Ümeyye hükümetinin son dönemlerinde Ehl-i Beyt İmamları'nın, İslam ülkelerinin köşe bucaklarında kendilerinin imametini tebliğ edecek, insanlardan onlara itaat edeceklerine ve onları koruyacaklarına dair söz alan tebliğci ve davetçileri yok muydu? Bu durumda, açıkça görülebilen, İmamlar ve Şiîler arasındaki malî ve fikrî irtibatı sağlayan bir teşkilat bağının alametleri nasıl izah edilebilecektir? Dünyanın her yerinden Medine'ye bunca bağış ve malın taşınıyor olması? Bütün bu dinî meselelerle ilgili sorular? Her yerde yayılan bu Şîa daveti? İslam ülkelerinin önemli bir bölümünde Ali ailesine karşı duyulan eşsiz sevgi ve yöneliş? İmamın etrafında kümelenmiş, Horasanlı, Sistanlı, Kûfeli, Basralı, Yemenli ve Mısırlı muhaddisler ve raviler? Hangi güçlü el bunları meydana getirmiştir? Acaba bunlar tesadüf ve kendi kendine olan, birbiriyle bağlantılı oluşumlar olarak mı görülmelidir?

Emevî rejimi tarafından istisnasız her yerde yapılan bütün bu karşıt propagandalar, hatta minber ve hutbelerde Ali b. Ebî Tâlib (a.s.)'ın adının İslam'ın kınanan çehresi olarak zikredildiği ortadadır. Bütün bunlara rağmen acaba Ali ailesinin uzak ve bilinmeyen noktalarda bile böylesine sevilmesi, cazip görülmesi, insanların onları görmek, istifade etmek, sevgilerini ve bağlılıklarını izhar etmek için uzak yollardan Hicaz'a ve Medine'ye gelmeleri böylesi güçlü bir propaganda teşkilatı olmaksızın mümkün olur muydu? Aynı şekilde Şîa akidesi, siyaset ve hükümet üzerine kurulu din ilmini onlardan almaları ve farklı zamanlarda sabırsızlanarak askerî bir hareket yapmayı -rivayetlerin diliyle kıyam ve huruc- onlardan istemeleri mümkün olabilir miydi? Eğer Şîa'nın silahı sadece İmamların ilim ve zühdünü ispatlamak yönünde olsaydı, askerî kıyam isteğinin ne anlamı olurdu?

“Eğer gerçekte böyle geniş ve verimli bir gizli propaganda teşkilatı varsa neden tarih bu oluşumun isminden bahsetmemiştir ve bununla ilgili bir olay nakledilmemiştir?” diye bir soru sorulabilir. Bunun cevabını -daha önceden de işaret ettiğimiz gibi- özetle, yabancıların bu teşkilata sızmasının önünü almak için İmamın dostlarının vesvese derecesinde takiyye esasına bağlılıklarında aramak gerekmektedir. Sonra Şîa cihadının o merhalede amacına ulaşamayıp iktidar olamaması da bunun etkenlerindendir. Eğer Benî Abbas da iktidara ulaşamasaydı, hiç şüphesiz onların da gizli çaba ve faaliyetleri, propaganda çalışmalarındaki acı ve tatlı hatıraları, kalplerde gizli kalacak ve kimse onlardan haberdar olamayacaktı, tarih de bunları yazmayacaktı.[15]

Takiyyeden bahsettiğimizde, birileri takiyye zalim devletin iş başında olduğu ve bizim de gizli kalıp, korkumuzdan bir şey demediğimiz zamanlara ait bir kavramdır diyebilirler. Hayır, o zaman da takiyye korkuyla ilgili bir mesele değildi. "Takiyye mü'minin kalkanıdır."[16] Kalkan nerede kullanılır? Kalkan savaş meydanlarında kullanılır ve savaş anında işe yarar. Şu halde takiyye savaş için bir zemindir; çünkü kalkan, siper ve zırhtır.

O zaman da böyleydi. Takiyye yaptığımızda, bunun anlamı düşmanın kötü niyetli bedenine kılıç darbesi vuruyoruz demektir, ancak onun ne kılıcı, ne kılıç tutan eli, ne kılıcın havaya kalkmasını ve ne de kılıcın inmesini görüp anlayamayacağı şekilde olmalıdır, sadece acıyı hissetmelidir. Takiyye buydu. O gün takiyye yapanlar böyle takiyye yapıyorlardı. Onlar gizlice, düşmanın gözünden uzak, gizli evlerde, binlerce kontrol ile örneğin, bir duyuru yazıyorlardı, bu yayınlandığında nizamın bütün haysiyeti yerle bir oluyordu. Bu iş tıpkı kılıç darbesi vurmak gibidir, kalkıyor ve düşmanın tepesine iniyordu. Dolayısıyla “takiyye yapıyorduk” cümlesi, yani “düşmanın ne işler döndüğünü anlamasına izin vermiyorduk.” anlamındadır.  Takiyye kalkandı ve takiyye yapanlar bu kalkanın arkasında gizlenmişlerdi. Takiyyenin anlamı budur. Şimdi de aynı anlama gelmektedir.[17]

 

Dinî hükümlerin Şîa Fıkhı tarzında beyan ve tebliği

Bu da İmam Sâdık (a.s.)'ın hayatındaki net bir çizgidir, diğer İmamların yaşamından daha farklı, daha açık ve daha doğru bir şekilde görülebilir. Öyle ki, Şîa fıkhı Câferî fıkhı olarak adlandırılmıştır ve onun siyasî faaliyetlerini görmezden gelenler bile İmam Sâdık (a.s.)'ın kendi zamanında en geniş -en genişlerinden biri-  ilmî ve fıkhî havzaya sahip olduğunu söylerler. Bu arada pek çok araştırmacının İmamın yaşamında göremedikleri şey, bu amelin siyasî ve muhalif boyutudur ve biz şimdi bu konuya değineceğiz.

Ön bilgi olarak İslam hilafet sisteminin, bu açıdan bütün diğer hükümet sistemlerinden farklı olduğunu, sadece siyasî bir teşkilat olmadığını, aksine siyasî ve dinî bir rehberlik olduğunu bilmek gerekir. İslamî hâkim için verilen "halife" ismi ve lakabı onun bir rehberden daha fazlası olduğunun göstergesidir. O, Peygamber (s.a.a.)'in vekilidir, Peygamber (s.a.a.) ise bir din ve ahlakî öğretiler getiren kişidir ve elbette aynı zamanda siyasî hâkim ve rehberdir. Şu halde İslam'da halife, siyaset dışında, insanların dinî işlerinin yüklenicisi ve aynı zamanda onların dinî önderidir.

Bu inkâr edilemez hakikat, İslamî halifelerin ilk silsilesinden sonra başa gelen hükümdarların dinî bilgi ve bilinçten fazla nasiplenmemeleri ve bazen de tamamen nasipsiz olmaları, bu eksikliklerini gidermek için kendilerine bağlı din adamları temin etmelerine neden oldu. Böylelikle, hükümet sistemine uşaklık yapan fakîhler, müfessirler ve muhaddisler ile bu sistemi din ve siyaset karışımı bir hale getirmeyi amaçladılar.

Devlet sisteminde şeriat odaklı unsurların bulunmasının bir faydası da bunların zalim ve baskıcı hükümdarların fermanları doğrultusunda dinî hükümleri maslahat gereğince değiştirip dönüştürmeleri, içtihat ve delillendirme perdesiyle -ki sıradan insanlar için ayırt edilmesi mümkün değildi- Allah'ın hükmünü padişahlar için değiştirmeleriydi.

Önceki asırlarda yaşamış olan yazarlar ve tarihçiler, çoğunlukla işin içinde siyasî güçlerin parmağı olan korkunç uydurma hadis ve tefsir örneklerini dile getirmişlerdir. Bu iş ilk dönemlerde -hicri birinci yüz yılın sonuna kadar- daha çok hadis rivayeti şeklindeydi, yavaş yavaş fetva şekline de dönüşmüştü, bu yüzden Benî Ümeyye döneminin sonları ve Benî Abbas döneminin başlarında kıyas ve istihsan[18] ile İslamî hükümleri kendi görüşlerine göre -ki gerçekte hâkim güçlerin görüşleriydi- veriyorlardı. Aynı işi Kur'an tefsirinde de yapıyorlardı. Müfessirin görüş ve reyine göre yapılan Kur'an tefsiri Allah'ın hükmünü insanların gözünde kolayca değiştirebilecek ve onların müfessirin isteğine göre -ki bu da çoğunlukla hâkim gücün istekleriydi- inanmalarını sağlayacaktı.

Böylece İslam'ın ilk devirlerinden itibaren fıkıh, hadis ve tefsir iki genel akım olarak ayrıldı. Birisi gasıp hükümet sistemine bağlı olan akım ki, birçok konuda hakikatleri o uyduruk sistemin maslahatlarına feda ediyor ve küçük bir ücret karşılığında Allah'ın hükmünü tahrif ediyorlardı. Diğer asli ve güvenilir akım hiç bir maslahatı doğru ilahî hükümleri beyan etme maslahatına öncelemiyordu ve mecburen her adımda hükümet sistemi ve satılmış fakîhleriyle karşı karşıya geliyordu ve bu iş o günlerde çoğu zaman kaçak ve gayri resmi şekilde yürütülüyordu.

Buna göre İmam Sâdık (a.s.) döneminde Câferî fıkhının zamanın resmî fakîhleri karşısında sadece sıradan dinî akidevî bir ihtilaf olmadığı görülebilir, aksine aynı zamanda iki karşıt meseleyi de içinde barındırmaktadır: Birincisi ve önemlisi; iktidarın dinî bilinçten yoksunluğunun ve onun insanların düşünsel işlerindeki yetersizliklerini -yani gerçekte hilafet makamına oturma salahiyetlerinin olmayışı- ispatlamaktır. Diğeri ise fakîhlerin beyanlarında hâkim güçlerin isteklerine göre verdikleri hüküm ve görüşlerden oluşan resmî fıkıhtaki tahrifatı ortaya koymaktır. İmam Sâdık (a.s.) ilmî genişletmeyi, fıkhî beyanları, İslamî öğretileri ve Kur'an tefsirini hükümete bağlı âlimlerden farklı bir yöntemle yayarak, pratikte o sisteme karşı bir direniş başlatmıştı. Hazret bu vesileyle halifelerin önemli bir parçası sayılan bütün dinî teşkilatları ve resmî fıkhı hatalı olarak kabul ediyor ve iktidarın dinî boyutunu geçersiz hale getiriyordu.

Benî Ümeyye sisteminin İmam Sâdık (a.s.)'ın ilmî genişletme ve fıkhî olarak direnişinden ne derece haberdar olduğu konusunda elimizde açık ve kesin bir senet bulunmamaktadır. Ancak kuvvetle muhtemel, Benî Abbas zamanında ve özellikle zekâsı ve uyanıklığıyla öne çıkan ve hilafetinden önceki tüm ömrünü Emevî karşıtı mücadelelerde geçiren Mansur zamanında, Alevî direnişi ve direnişçileri ile mücadele noktasında ayrıntılı bir bilince sahiptiler, hilafet sisteminin liderleri bu dolaylı direnişin etkileri hakkında yeterince dikkatliydiler.

Pek çok tarihî rivayetlerde yer aldığı üzere, İmamın eğitim ve fıkhî faaliyetleri karşısında Mansur'un ortaya koyduğu tehditleri, baskıları ve sınırsız zorlukları, bu dikkat ve düşünceden kaynaklanmaktadır. Yine onun Hicaz ve Iraklı tanınmış fakîhleri hükümet merkezinde toparlama çaba ve ısrarı -ki bazı tarihî rivayetlerde geçmektedir- duyduğu bu ihtiyaçtan kaynaklanmaktaydı. İmamın dostlarına ve yakınlarına verdiği eğitim ve yaptığı görüşmelerde halifenin ilimden nasiplenmemiş olması durumundan faydalanarak, bunu, İslam'ın onlara hükümet hakkı vermediğinin delili olarak kullandığı açıkça görülmektedir. Yani İmam itiraz ettiği bu konuyu fıkıh ve Kur'an derslerinde açıkça ortaya koymuştur.

Hazretten nakledilen bir hadis şöyledir:

"Bizler Allah'ın itaat edilmesini farz kıldığı kimseleriz, oysa sizler insanların onların cehaletlerinden dolayı mazur görülmeyecekleri kimseye uymaktasınız."[19]

Yani insanlar cehaletlerinden dolayı yetkin olmayan rehber ve yöneticilerle sapkınlığa düştüler ve Allah'ın yolundan uzaklaştılar, dolayısıyla Allah katında şöyle bir özür getiremeyeceklerdir: Biz bilerek yanlış yola sapmadık, bu önderlerimiz ve rehberlerimiz cehaletlerinden dolayı bizi bu yola sürüklediler. Çünkü böylesi rehberlere itaat etmenin kendisi yanlış bir işti, şu halde yanlış bir iş kendisinden sonra yapılan yanlışlara mazeret olamaz.[20]

İslam'ın inkılâbî toplumundaki siyasî rehberlik kavramı, inkılâbî rehberliğin ta kendisidir, fikirsel ve ideolojik rehberlikle bir arada olmak zorundadır, İmam Sâdık (a.s.)'dan önceki ve sonraki İmamların öğretilerinde de bu açıkça görülmektedir. İmam Ali b. Musa'nın dedesi İmam Bâkır (a.s.)'dan naklettiği bir rivayette, imamet silsilesinde "Silah" kelimesini, geçmiş kavimlerden olan İsrail oğullarındaki "tâbut" ile eş anlamda görmüştür:

Bizim aramızda silah tıpkı İsrail oğullarının arasındaki tâbut gibidir, her kimde olursa nübüvvet -başka bir rivayette hükümet-  onda olur. Bizim aramızda da silah her kimin yanındaysa rehberlik ve yöneticilik ona aittir."

-Bu tabirin çok derin anlamına ve simgeleniş şekline dikkat edin.- Bunun üzerine ravi şöyle soruyor: “Acaba bir kimsenin silaha sahip olup da dinin ideolojik ilmine sahip olmaması mümkün müdür?”[21] İmam cevaben şöyle buyuruyor: “Hayır.”[22] Yani toplumun önderliği ve Müslüman ümmetin inkılâbî rehberliği silah ve ilme birlikte sahip olan kişiye aittir.

Şu halde İmam bir yandan imamet şartını din ilmine ve Kur'an'ı doğru anlamaya bağlı görmüş, bir yandan da normal fıkıh, hadis ve tefsir öğretim yöntemlerine ve hilafet sistemine bağlı âlimler, muhaddisler ve müfessirlerin genel kabulü olan din âlimliğine tamamen ters bir yöntem olan ilmî genişletmeyi ve İslamî ilimleri öğrenmek isteyen çok sayıda insanı kendi etrafında toplamak ve farklı yöntemle din öğretimi vermekle, amelen kendi din anlayışıyla, hilafet sistemine bağlı, ünlenmiş tüm âlimlerin özelliklerini ortaya koyuyor ve bu yöntemle sürekli, derinden ve sakince hamlelerine devam ediyor, mücadelesine yeni bir boyut kazandırıyordu.

Daha önce işaret edildiği gibi, Benî Abbas'ın ilk hükümdarları da iktidara ulaşmadan önceki dönemlerde yıllarca Alevî mücadelesine yakın ve Ali ailesinin takipçilerinin yanında durmuş ve onlarla beraber birçok sırları ve güzellikleri gözlemlemiş olup, bu ders, hadis ve tefsirleri kendilerinin selefi olan Emevîlerden önce idrak etmişlerdi. Sanki biraz da bundan dolayı Mansur Abbasî İmam Sâdık (a.s.)'a karşı giriştiği o alçakça mücadelesinde, hazretin uzun zaman insanlarla oturmasını, onlara dini öğretmesini ve yine insanların gidiş gelişini ve soru sormalarını yasaklamıştır. Öyle ki, Mufazzal b. Ömer'in –tanınmış bir Şiî şahsiyet- naklettiğine göre, birisinin evlilik, boşanma ve benzeri bir durumlarla ilgili bir sorunla karşılaşması halinde hazretten cevabı almak pek de kolay olmuyordu.[23]/[24]

 

İdeolojik-Siyasî gizli teşkilatın varlığı

İmam Sâdık (a.s.) dedesi ve babasının çabasının büyük yardımıyla -yani İmam Seccad (a.s.) ve İmam Bâkır (a.s.), özellikle İmam Bâkır (a.s.)'ın ömrünün son yılları- ve sonra kendi çabalarıyla bir grup mektebî, asil, inkılâbî ve fedakâr mü'min ve Müslüman'ı İslam âleminin her noktasında tehlikeyi göze almaya hazır hale getirmeyi başarmıştı. Bunlar sıradan insanlar değillerdi, sıradan insanlar olmamaları yüksek tabakadan insanlar olduklarından değil, hayır, bunlar esnaf, tüccar, köle ve bu gibi sınıflardan insanlardı; ancak manevî olarak hiç bir şekilde bunlar sıradan insanlara benzemiyorlardı. Yaşamları, hedef ve mektebe adanmıştı ve bu insanlar her yerdeydiler. İlginç olan İmamın yarenlerinin her yerde oluşlarıdır, sadece Medine'de olduklarını düşünmeyin, hayır, Kûfe'de Medine'den daha çoktular, hatta Şam'ın içinde bile vardılar, bunlar İmam Sâdık (a.s.)'ın büyük teşkilatının ağlarıydılar. Alevî hizbi, Şîa hizbi, teşkilat ağını oluşturan Şiîler dediğimiz şey buydu. Bu, İmam Sâdık (a.s.)'ın hayatının bilinmeyen bölümlerindendir, bu, benim üzerinde ısrarla durup vurguladığım şeylerdendir, büyük bir teşkilat ağı, İslam âleminin her yerinde bütün bir örgüt İmam Sâdık (a.s.) tarafından idare ediliyordu, güç noktası buydu.[25]

Bu teşkilat ağı birçok uzak İslam ülkesinde, özellikle de Irak ve Horasan civarlarında imamet meselesi hakkında göz alıcı ve verimli faaliyetler üstlenmişti; ancak bu, meselenin sadece bir yönüydü ve küçük bir bölümüydü. İmam Sâdık (a.s.)'ın ve diğer İmamların yaşamlarındaki bu gizli teşkilat meselesi, en önemli, en heyecan verici ve aynı zamanda macera dolu hayatlarının en meçhul ve en gizli kalmış bölümüdür.

Daha önce de söylediğimiz gibi, böylesi bir yapının varlığının ispatlanması için apaçık belgelerin olması beklenemez ve beklenmemelidir. İmamlardan birinin yahut yakın dostlarından birinin açıkça bu siyasî-fikrî Şiî teşkilatının varlığını itiraf etmiş olmaları da beklenmemelidir, bu, itiraf edilebilecek bir şey değildir. Mantıklı beklenti, bir gün düşmanın İmamın gizli teşkilatın varlığıyla ilgili olarak yaptığı araştırmada hazrete veya yarenlerinden birine soru sorması durumunda böylesi bir teşkilatın varlığını tümden reddetmesi ve bu düşüncenin suizan ve iftiradan öte bir şey olmadığını söylemesidir. Bu, gizli işlerin doğasında var olan şeydir. Elbette İmamların hayatını inceleyen tarih araştırmacısının da ikna edici hiç bir delil ve senet olmaksızın böylesi bir teşkilatın varlığını kabul etmesi beklenemez. Her ne kadar sıradan insanların dikkatini çekmese de karinelerin, şâhitlerin ve zâhiren normal gibi görünen olayların bâtınının araştırılması durumunda, dikkat ve titiz bir çalışmayla birçok gizli akımların varlığından haber verildiği görülecektir. Eğer iki yüz elli yıllık İmamların yaşamına böylesi bir bakış açısıyla yaklaşılırsa, İmamların hizmetinde ve emri altında gizli bir teşkilatın varlığı hemen hemen kesin bir hal alacaktır.[26]

 

Gizli teşkilat 

Teşkilattan kast edilen şey nedir? Açıktır ki, kast edilen düzenli bir hizip ve günümüz anlayışına göre oluşturulmuş bir yapı -yani düzenli kadrolar, bölgesel ve şehir komutanlıkları-  değildi ve böyle de olamazdı. Teşkilat; ortak hedef, farklı işleri ve görevleri bir merkezle, bir komuta aklıyla irtibatlı olarak yerine getiren ve kendi aralarında yakınlık hisseden ve akrabaymışçasına ilişki içinde olan insanlardan oluşan bir cemiyet anlamındaydı.

Bu topluluk Ali zamanında -yani Sakife ile onun hilafeti arasındaki yirmi beş yıllık zaman zarfında-  hilafet düzeninin bütün o halk katında makbul olarak görülüp gösterilmesine rağmen hükümetin Müslümanların en iyisi, en fedakârının -yani Ali b. Ebî Tâlib- hakkı olduğuna inanan seçkin sahabelerdi, bunlar Peygamber (s.a.a.)'in kendisinden sonra Ali'yi tayin eden açıklamalarını unutmamış, Sakife'den sonraki ilk günlerde de hilafeti ele geçirenlere karşı muhalefetlerini ve İmam Ali'ye karşı vefalarını açıkça ilan etmişlerdi. Sonraları da İmam Ali'yi susmak ve hatta ilk halifelerle işbirliği yapmak zorunda bırakan büyük maslahat çerçevesinde, onlar İslam toplumunun sıradan gündelik sürecinde yer aldılar. Lakin hiç bir zaman kendi doğru görüş, nazar ve teşhislerini kaybetmediler ve her zaman Ali'nin takipçileri olarak kaldılar. Bu yüzdendi ki, Ali'nin Şîası adını almaya hak kazanarak bu fikrî ve amelî yönelimleriyle meşhur oldular. Salman, Ebûzer, Ubeyy b. Ka'b, Mikdad, Ammar, Huzeyfe... gibi tanınmış ve övgüye layık simalar bunlardandır.

Tarihî kaynaklar bu topluluğun Şiî düşünceyi -yani İmamın fikrî önder ve siyasî rehber olarak takip edilmesinin gerekliliğine inanmak-  her zaman maslahat ve hikmete uygun bir şekilde insanlar arasında yaydıklarını ve yavaş yavaş topluluklarını arttırdıklarını teyit etmektedir, bu, Alevî hükümetin kurulması için gerekli ön çalışmalar olarak kabul edilmektedir.

Emîrelmü'minîn (a.s.)'ın otuz beşinci yılda hilafete çıkmasından sonra, hükümet ve imamet esasına göre Şiî ölçülerini kabul eden ve İmamı bu ölçüler esasında derin bir imanla kabul edenler sadece bu Şiî topluluğuydu. Yani geçen yirmi küsur yıl içinde doğrudan ya da dolaylı olarak İmam tarafından terbiye edilip eğitilmiş kişilerdi. Diğerleri -yani insanların çoğunluğu-  her ne kadar İmamın rehberliğinde yaşıyor ve amelen Şiî tefekkürüne adım atıyor olsalar da onları Şiî teşkilatına dahil edecek fikrî ve ruhî bağlılığa sahip değillerdi.

Hazrete karşı oldukça farklı davranışların sergilendiği İmamın taraftarları arasındaki iki farklı tutum dikkate alındığında, Ammar, Mâik Eşter, Hucr b. Adiyy, Sehl b. Huneyf, Kays b. Sa'd ve diğerleriyle, Ebû Musa Eş'arî, Ziyad b. Ebih, S'ad b. Ebî Vakkas arasındaki fark açıklığa kavuşup, tefsir edilmiş olacaktır.

Kabul etmek gerekir ki, her ne kadar Şiî teşkilatı oluşturmak için ilk adım bu görüşmede atılmış olsa da bunun planlaması ve zemini uzun zaman önceden İmam Ali b. Ebî Tâlib (a.s.)'ın yakın ashabına yaptığı konuşmada öngörülmüş ve önceden söylenmiştir.

İmam Hasan (a.s.)'ın barışından sonra atılan çok önemli adım, Şiî düşüncesinin yayılması, bu bağlı ve yakın topluluğun düzene sokulmasıydı, üstelik şimdi Emevî sultanının baskıları altındayken daha hareketli ve dinamik olabilirdi. Birbirine bağlı güçlerin baskı ve zorbalıkla dağıtılmaya çalışılması bu güçlerin daha fazla yakınlaşmasına, aralarındaki bağları sıklaştırmalarına ve daha çok yayılmalarına neden olmaktadır, bu her zaman böyle olagelmiştir.

Asil ve emin Şiî güçlerinin toplanması, onları Şiî karşıtı Emevî sisteminin amansız komplolarından korunmaları, asli İslamî düşüncenin sınırlı bir çerçevede ancak derin bir şekilde yayılması, potansiyel güçlerin kazanılması ve onların Şîa topluluğuna eklenmesi, uygun bir fırsatın beklenerek, neticede kıyam ve yerinde girişimlerde bulunmak, bu şekilde cahilî Benî Ümeyye sistemini yıkarak, onun yerine tekrardan İslamî ve Alevî nizamın kurulması; İmam Hasan (a.s.)'ın stratejisi buydu ve hazretin barışı kabul etmesini kaçınılmaz kılan son etkendi.

Sanki bundan dolayı barış olayından sonra, Müseyyeb b. Necebe ve Süleyman b. Sured Huzaî'nin liderliğinde bir grup Şiî Medine'ye -ki İmam Kûfe'den oraya henüz dönmüş ve Medine'yi yeniden kendisi için fikrî ve siyasî karargâh yapmıştı- gelerek hazretin huzuruna çıkarak, askerî güçlerin yeniden yapılandırılmasını, Kûfe'nin ele geçirilmesini ve Şam ordusuna saldırılması önerisinde bulunduklarında, İmamın o iki kişiyi yalnız görüşmek için davet etti ve içeriğini öğrenemediğimiz bir konuşmayla onları bu planın doğru olmadığına ikna etti. Onlar da arkadaşlarının yanına döndüklerinde kısa ve üstü örtülü bir konuşma yaparak, askerî ayaklanma konusunun kapandığını ve Kûfe'ye dönerek kendi işleriyle meşgul olmaları gerektiğini anlattılar.

Bu karineler dikkate alındığında Hüseyin -çağdaş Arap tarihçisi Taha Hüseyin- “Siyasî Şîa Teşkilatı”nın ilk tuğlasının bu iki tanınmış Şiî simasının İmam Hasan'la yaptığı görüşmeden sonra o gün, o mecliste konulduğuna inanmaktadır.

Beni kaybettiğinizde öyle şeyler göreceksiniz ki, ölümü arzular olacaksınız. Adaletsizlik, düşmanlık, tekelci tavır, ilâhî hukukun hafife alınması, can güvenliği korkusu… Durum böyle olunca, kendinizi toplu olarak ilahî bir bağla koruyun ve parçalanmayın. Direniş namaz, (Allah'ı anma) ve takiyyeyi (gizli çalışmayı) alışkanlık edinin ve bilmiş olun ki, Allah, kullarının her an başka bir renge girmesinden hoşlanmaz. Haktan ve hak ehlinden vazgeçmeyin; çünkü bizim yerimize başkasını seçen herkes, dünyasını kaybedecek ve günahkâr olarak dünyadan ayrılacaktır.”[27]

Emevî dönemindeki düzensizliği ve teşkilatlanıp düzene ve işbirliği içine girme emrini en önemli şekilde resmetmekte olan bu söz, Şîa hizbinin en ilgi çekici dayanağı olarak sayılmaktadır ve İmam Hasan ile Şîa'nın en seçkin iki şahsiyeti arasındaki görüşmeden sonra pratiğe dökülüp uygulamaya konan plan budur. Şüphesiz bütün Şiîler ve takipçiler bu zekice plandan haberdardılar. Dostları tarafından hazrete yöneltilen eleştirilere ve itirazlara hazret tarafından defalarca: “Nereden belli? Belki bu sizin için bir imtihandır ve - düşmanlarınızın - yok edilebilirliğiyle ilgili bir şeydir[28] cevabının verilmesinin sırrı da buradadır, bu siyaset ve tedbire yönelik üstü kapalı bir işaret edilmekteydi.

Muaviye'nin yirmi yılık zorba hükümeti boyunca, ülkenin her köşesinde Alevîler aleyhine yapılan propagandaların niceliği konusunda tarihçiler çok acı şeyler -öyle ki, Emîrelmü'miniîne lanet etmek yaygın ve geçerli bir sünnet halini almıştı- kaydetmişlerdir. İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s.) tarafından yürütülen bariz ve görülebilir faaliyetlerin gizli olmasıyla, Şiî düşüncesinin rüşdü, Hicaz ve Irak'ta Şîa nüfusunun artması sadece böylesi bir bağlılık ve teşkilat ile mümkün oluyordu.

Barış hadisesinden yirmi yıl sonra, bu bölgelerin fikrî yapılarına bir göz atalım. Kûfe'de Şiîler, en meşhur ve tanınmış şahsiyetli simalardan oluşmaktadır. Mekke ve Medine'de hatta bazı uzak noktalarda dahi Şiîler tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbirlerine bağlanmış ve bir diğerinin halinden haberdardırlar. Şiîlerin liderlerinden biri -Hucr b. Adiyy-  bir kaç yıl sonra katledildiğinde, ülkenin bir kaç noktasında, şiddetli baskılara rağmen itiraz sesleri yükselmiş ve Horasan'da tanınmış bir kişi öfkeli itirazların ardından üzüntüsünün şiddetinden can vermiştir.[29] Muaviye'nin ölümünden sonra binlerce kişi İmam Hüseyin'e mektup yazarak, hazreti kıyam için Kûfe'ye davet etmiştir. İmamın şahâdetinden sonra, on binlerce kişi intikamcılara katılarak, Tevvâbîn olayında yahut Muhtar'ın veya İbrahim b. Mâlik'in ordusunda yer almış, Emevî hükümetine karşı ayaklanmıştır.

İslam tarihini inceleyenler kendilerine şu soruyu sorarlar: Acaba Şiî düşüncesinin ve değerlerinin bu kadar yayılması, birbirlerine gönülden bağlı ve aynı hedefe doğru giden Şiîlerin oluşturduğu teşkilatın -yani İmam Hüseyin (a.s.)'ın, İmam Hasan (a.s.)'ın barışından hemen sonra doğacağını öngördüğü teşkilatın- hesap edilmiş faaliyetleri dışında mümkün ve makul müdür? Hiç şüphesiz cevap olumsuzdur. Zorba Emevî sisteminin yüzlerce kadı, kârî, hatip ve vali tarafından yürütülen hesap edilmiş propagandaları, sadece birbirine bağlı, aynı ülküyü paylaşan ve gizlice idare edilen diğer bir topluluğun hesap edilmiş propagandaları olmaksızın bertaraf edilemez ve hatta bazı konularda etkisiz kılınamaz.

Muaviye'nin ölümüne yakın zamanlarda, bu teşkilatlı faaliyetler daha fazla ve daha bir düzen içindeydi. Öyle ki, Medine'nin komutanı İmamın faaliyetlerine dair eline geçen rapor doğrultusunda Muaviye'ye şöyle yazmıştı:

Ömer b. Osman -ilgili memur-  Irak'tan ve Hicaz'dan bazı tanınmış kimselerin Hüseyin'in yanına gidip geldiğini ve onun kıyam etmesini ümit ettiklerini bildirmiştir. Ben bu konuda derinlemesine araştırma yaptım ve onun -Hüseyin- da şimdi muhalefet bayrağı açmak düşüncesinde olduğu haberini aldım. Görüş ve emirlerinizi yazın.[30]

Kerbela hadisesinden ve İmamın şahâdetinden sonra, Irak'ta Şiîlerin teşkilatlı faaliyetleri giderek daha düzenli ve daha hareketli bir hal almıştı. Bunun etkeni Kûfe'deki Şiîlerin psikolojilerinden kaynaklanan bir durum olmasıydı -ki onların çoğu hilafet sisteminin darbesi sonucu gafil avlanıp Âşurâ gününün mücadele sahnesinde yer alamamışlardı- ve onların üzüntü ve kederleri bunu daha renkli ve parlak bir hale getiriyordu.

Üçüncü asrın tanınmış tarihçisi Taberî şunları yazmıştır:

O grup -Şîa- her zaman silah ve savaş için gerekli teçhizatı toplamakla ve insanları -Şiî olsun olmasın-  gizlice Hüseyin'in intikamını almaya davet etmekle meşguldü. İnsanlar gruplar halinde onların davetlerine cevap veriyor onlara katılıyordu, Yezid ölene kadar bu şekilde devam etti.[31]

Cihâdu'ş-Şîa'nın yazarı doğru bir şekilde görüşünü şöyle beyan ediyor:

Şîa topluluğu Hüseyin'in şahâdetinden sonra, siyasî ve dinî itikadî bağlarının kendilerine bir bütünlük sağlayan, askerî güç ve rehberler etrafında toplanan örgütlü ve düzenli bir topluluk gibi ortaya çıktılar ve Tevvâbîn grubu böylesi bir topluluğun ilk sembolüydü.[32]

Tarihî olayların okunmasından ve bu tarihçilerin görüşlerinden anlaşıldığı üzere, Muaviye zamanındaki ve İmam Hüseyin (a.s.)'ın şahâdetinden sonra meydana gelen olaylarda, ortaya konan girişimler, planlar ve liderlikler sadece Şiîlerle bağlantılıydı ve onların eliyle meydana gelmişti. Yoksa insanî nedenlerle yahut Emevî hükümetine karşı hoşnutsuzluktan veya başka neden ve illetlerden dolayı Şiîlerle aynı safta olan, onlarla birlikte kavga meydanlarında veya Şîa'nın rengini verdiği girişimlerde pek çok sıradan insan yer almaktaydı. Dolayısıyla tarihin farklı kesitlerindeki maceralarda boy gösteren, faal yahut sıradan rolü olan herkesin Şiîlerden, yani İmamların düzenli ve hesap edilmiş teşkilatlarından sayılmaması gerekmektedir.

Yukarıdaki açıklamayı destekler mahiyetteki bir nokta da söz konusu döneme kadar -yani İmam Hüseyin (a.s.)'ın şahâdetinden sonrasına kadar- Şîa ismi ve ıstılahı tıpkı Emîrelmü'minîn (a.s.)'ın dönemindeki gibi sadece düşünsel ve amelî olarak gerçek İmamla sağlam ve belirgin ilişki içinde olanlar için kullanılmaktaydı. İmam Hasan (a.s.)'ın barışından sonra, hazretin emriyle Şiî teşkilatını meydana getirenler bunlardı, kapsamlı ve derin propagandalarıyla düşünsel ve ideolojik açıdan kendileri gibi olmayan pek çok kimseyi Şiî kaynaklı olayların içine çekenler de bunlardı. Hiç şüphesiz bu konuşmanın başında İmam Sâdık (a.s.)'dan naklettiğimiz bir rivayet -mü'minler topluluğunu üç ya da beş kişiyle sınırlandırıyordu- bu tür kimseleri kapsıyordu. Yani İmamların sağlam takipçi ve Şiîleri, Alevî ve Hâşimî inkılâbının hareket ve tekamülünde bilinçli ve belirleyici role sahip olan kimselerdi.

İmam Seccad (a.s.)'ın gizli çabaları ve zâhiren kendi halinde oluşunun etkisiyle bu topluluk potansiyel unsurlarını tekrar bulup kazandı ve genişletti, tıpkı İmam Sâdık (a.s.)'ın işaret edilen rivayetinde buyurduğu gibi, insanlar ona katıldılar ve sayıları arttı. İmam Seccad (a.s.), İmam Bâkır (a.s.) ve İmam Sâdık (a.s.) döneminde her zaman hilafet rejimini korkuya düşüren ve bazen sert tepkiler vermesine neden olan işte bu topluluktu.

Kısa söyleyecek olursak, Şîa ismi, Şiî kültüründe ve yine İslam'ın ilk asırlarında Şiî olmayanların anlayışlarında ve İmamların zamanında, sadece yüreğinde Peygamber (s.a.a.) ailesinin sevgisi olanlara yahut sadece onların hak oluşlarına ve davetlerinin doğru olduğuna -her ne kadar İmamın merkez ve mihverini oluşturduğu hareket ve faaliyetlere katılmasalar bile- inananları kapsamakla kalmıyordu. Bunların dışında Şiî olmanın esas ve mutlak bir şartı daha vardı, o da "İmama fikrî ve amelî olarak bağlanmak, farklı fikrî ve siyasî ve aynı şekilde askerî satıhlarda İmamın rehberliğini üstlendiği gasp edilmiş hakların geri alınması, Alevî ve İslamî düzenin oluşturulması faaliyetlerine katılmaktı." Bu bağlılık Şiî kültüründe "Velayet" olarak adlandırılmaktadır. Gerçekte Şîa imamet taraftarları için kullanılan bir isimdi, İmamın rehberliğinde belirli faaliyetlerle uğraşıyorlardı ve o baskı dönemlerinde tıpkı bütün muhalif topluluklar ve kurumlar gibi gizlilik ve takiyye ile yaşıyordu. Bu, İmamların ve özellikle İmam Sâdık (a.s.)'ın hayatına ayrıntılı bir bakışın özü ve özetidir. Daha önce de söylediğimiz gibi, böyle bir şeyin açık delillerle ispatlanması beklenemez; çünkü her ne kadar kesinlik kazandırıcı karineler olmaksızın onun varlığına kesin gözüyle bakılmasa da bir gizli evin kapısına burası gizli evdir yazılmaz ve yazılması beklenemez. Şu halde en doğru şey karineleri, kaynakları ve işaretleri aramaya koyulmaktır.[33]

 

 

Kaynak: Ayetullah Seyyid Ali Hameneî, 250 YILLIK İNSAN / Hz. Peygamber (s.a.a.)'den İmam-ı Zaman (a.f.)'a kadar Ehl-i Beyt'in İki Yüz Elli Yıllık Mücadele Tarihi, çev. Muaz Pazarbaşı, s. 26-29, Feta Yayıncılık, 2015.

 

 



[1]  Tarihçi bunların hepsini istisnasız Haricî olarak nitelemiştir. Bunun kendisi hilafet düzeninin, genellikle ya da en azından bazen hak talep etmek için yapılan bu kıyam ve ayaklanmalara olan bakışının göstergesidir. (Yazarın notu)

[2]  Halid b. Abdullah Kasrî, yıllık gelirinin on üç milyon olmasıyla suçlandı. Hişam ona şöyle yazdı: “Emîrelmü'minînin mahsulü satılmadan hiç kimse mahsülünü satmamalıdır.” Genellikle halifeyle anlaşamayan Halid, bir hutbasinde şöyle der: “İnsanlar fiyatları benim yükselttiğimi sanıyorlar. Fiyatları kim yükseltiyorsa Allah'ın laneti onun üzerine olsun.” (Bunun halifenin işi olduğunu ima ediyor.) Hişam'ın karısının değerli taşlarla süslü altın iplerle dokunmuş bir elbisesi vardı, öyle ki, bu elbisenin ağırlığından yürümeye zorlanıyordu. Paha biçilmez bir elbiseydi, ayrıca Hişam'ın saf altın ve ipeklerden dokunmuş yüz zira' uzunluğunda, elli zira' genişliğinde bir halısı vardı. (İbn Esîr, c. 5, s. 220 ve Beynu'l Hafa ve'l Hulefâ, s. 28-56) (Yazarın notu)

[3]  Bu hazretlerin utanç verici, haince ve aynı zamanda aptalca tutumlarının binlerce örneği vardır. Misal olarak, Hasan-ı Basrî Haccac b. Yusuf ile savaşmayı caiz görmemekle kalmayıp muhalefet ederek şöyle demiştir: “Benim görüşüm onunla savaşmamanızdır, eğer o, Allah'ın, size musallat ettiği cezası ise sizin Allah'ın cezasıyla savaşmaya gücünüz yetmez, eğer o size gönderilmiş bir bela ise Allah hükmünü verinceye kadar sabretmelisiniz ki, o hüküm verenlerin en iyisidir.” (Tabakât-ı İbn Sâd, c. 1, s. 119 ) (Yazarın notu)

[4] Bu, üzerinde iyice düşünülmesi ve dikkat gösterilmesi gereken bir noktadır. Toplumun davranış ve özünde meydana gelen bütün bu doğru İslamî düşünceden sapmalara rağmen dinî inançlar genelin, hatta pek çok önde gelen insanların zihninde yer tutmuş ve onların amel ve yaşamlarında önemli bir rol oynamaktaydı. Bu genel inançlar yoluyla -ki maalesef İslam adına oluşturulmuş gerçek İslam'dan uzak inançlar- hilafet rejimi utanç verici varlığını korumayı başarmıştır. Bu dinî inancın bir örneğini ister iyi olsun ister yöneticilerin işine geldiği şekliyle olsun biat meselesinde görmek mümkündür. Pek çok insan ahdini bozmanın -özellikle de biat ahdini- haram olduğuna inanıyordu ve bütün bu yanlışlara rağmen ettikleri biatte sadık kalarak itaat ediyorlardı.  Birçok yerde vasiyet ve biat meselesi hilafet nizamının devamını sağlamadaki kesin rolünü ifa ediyor ve rejimin yıkılmasının önüne geçiyordu. (Yazarın notu)

[5]  Bihârü'l-Envâr, c. 47, s. 131.

[6] Pişvâyi-i Sâdık, s. 54-61.

[7] Pişvâyi-i Sâdık, s. 65-68.

[8] 05.09.1980 tarihli konuşmalarından.

[9]  Tabersî, el-İhticac alâ ehli'l-Licâc, c. 1, s. 163.

[10]  El-Kâfî, c. 1, s. 473. Mansur, Mekke ve Medine valiliğini yürüten Hasan b. Zeyd'e Cafer b. Muhammed'in evini yakma emrini verdi, evi ateşe verdiler, ateş evin kapısını ve odaları kuşattığında Hazret-i Sâdık ateşin üzerinde yürümeye başlayarak şunları söyledi: “Ben dünyanın atan nabzının oğluyum, ben İbrahim Halilullah'ın oğluyum.” (Yazarın notu)

[11] 19.07.1986 tarihli konuşmalarından.

[12]  Bihârü'l-Envâr, c. 47, s. 58.

[13]  Savaşmaksızın elde edilen ganimet.

[14]  El-Kâfî, c. 1, s. 186.

[15] Pişvâyi-i Sâdık, s. 74-80.

[16]  Bihârü'l-Envâr, c. 72, s. 394.

[17] 29.02.1990 tarihli konuşmalarından.

[18]  İstihsan “Hüsn” kökünden gelmekte ve lügatte iyi görmek, iyi saymak, bir şeyi iyi bilmek ve aynı şekilde iyilik talep etmek gibi anlamlara gelmektedir. Istılahî manada ise benzer bir meseleden diğerine geçiştir, müçtehidin aklen iyi olarak gördüğü şey, insanın anlayış ve idrakine yakın olan şey... den ibarettir. Bu yüzden istihsan kıyas ile ıstıslah ve mesalih-i mürsele kaidesiyle bağlantılı olup zikredilen geçiş de kıyas üzerine bina edilmiştir. Şîa fakîhlerinin istihsan kaidesine muhalif olmalarının sebebi, bahsi geçen bu görüş müftüye kendi görüş ve zevkine dayanarak ilahî şeriatte fetva vermesi yönünde bir serbestiyet tanıyor olmasıdır. Hiçbir delile ve nassa ihtiyaç duymadan iyi olarak gördüğü şeyi farz, kötü olarak gördüğü şeyi haram olarak sayabilir. Şîa fakîhleri delil olmadan bir şeyi şeriata dayandırıp o yönde hüküm vermezler, onların görüşleri bütün her şeyin kurallar çerçevesinde olmasıdır.

[19]  El-Kâfî, c. 1, s. 186.

[20]  Kur'an da bu anlamı bir kaç yerde dile getirip tekrarlamıştır. Saptıranlarla saptırılanlar arasındaki kavgada saptırılanların “Bizi bu önderler yoldan çıkardılar…” yakınmalarının neticesinde böylesi bir özrün asla kabul edilmeyeceği ve her iki grubun da sapkın olduğu uyarısı yapılmıştır. Bkz. Bakara Sûresi, 167, Şuara Sûresi, 91 ve 102, Sebe Sûresi, 31 ve 33, Nisa Sûresi, 97. (Yazarın notu).

[21]  “Muzail” kelimesinin bu anlamı, hadis âlimi Allâme Meclisî'nin Miratu'l-Ukûl adlı kitabındaki sözlerinden çıkarılmıştır.

[22]  El-Kâfî, c. 1, s. 238.

[23]  İbni Şehrâşub, Menâkıb, c. 4, s. 238.

[24] Pişvâyi-i Sâdık, s. 88-95.

[25] 05.09.1980 tarihli konuşmalarından.  

[26] Pişvâyi-i Sâdık, s. 96-97.

[27]  Tuhefu'l-Ukûl, s. 82.

[28] Bu durum, partilerin önderliğinde idare edilen günümüzdeki toplum yapısıyla bir yere kadar mukayese edilebilir ve benzetilebilirdir.

[29]  Şeyh Râzî Âl-i Yâsin, İmam Hasan (a.s.)'ın (a.s) Barışı.

[30]  Sevretu'l Hüseyin, s. 118,  A'yanu'ş-Şîa ve el-Ahbâru't-Tıval'den nakil ile.

[31]  Tarih-i Taberî, c. 7, Cihâdu'ş-Şîa'dan nakil ile, s. 28.

[32]  Cihâdu'ş-Şîa, s. 27.

[33] Pişvâyi-i Sâdık, s. 97-107.

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar