fatima-2.jpg

Hazret-i Fatımatüz-Zehra (s.a.)

Eğer gerçekçi bir bakışla ve mantıkla bakarsak, beşeriyet bir bakıma Fâtımatü’z-Zehra (s.a.)'ya borçludur - ve bu boş bir söz değildir, hakikatin ta kendisidir- tıpkı insanlığın İslam'a, Kur'an’a, enbiyanın öğretilerine ve Son Peygamber (s.a.a.)’e borçlu olması gibi.

21 Mart 2017 Salı

Hazret-i Zehra (s.a.)'nın feyizleri, insanlığa oranla küçük bir topluluk ve sınırlı bir toplum içinde olmasına rağmen bununla sınırlanamaz. Eğer gerçekçi bir bakışla ve mantıkla bakarsak, beşeriyet bir bakıma Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'ya borçludur - ve bu boş bir söz değildir, hakikatin ta kendisidir-  tıpkı insanlığın İslam'a, Kur'an'a, enbiyanın öğretilerine ve Son Peygamber (s.a.a.)'e borçlu olması gibi. Tarih boyunca bu böyleydi, günümüzde de aynı şekildedir ve günbegün İslam ve Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın maneviyatının nuru daha çok gün yüzüne çıkacak ve beşeriyet bunu hissedecektir. Bizim görevimiz, kendimizi o aileye layık bir hale getirmektir. Elbette risalet ailesine mensup olmak ve onların yakını, velayetlerine idrak edebilmiş olmak zordur. Ziyaretlerde şunları okuyoruz: “Biz sizi tanıyanlardan, sevenlerden ve muhabbet duyanlardanız.” Bu, sırtımıza iki kat fazla görev yüklemektedir.

Allah Teâlâ mübarek Kevser Sûresi'nde bu büyük ve çok hayrın müjdesini Yüce Peygamber (s.a.a.)imize vererek şöyle buyurmuştur:

"Sana Kevser'i verdik.”[1]

Buradaki “bol hayır” -ki bunun tevili Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'dır- gerçekte bütün hayırların toplandığı kimsedir ve günbegün nebevî dinin kaynağından bütün beşeriyete ve bütün yaratılmışlara akmaktadır. Birçokları bunun üstünü örtmek ve inkâr etmek için çok çaba sarf etmişlerdir; ancak başarılı olamamışlardır:

"Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemese de."[2]

Biz kendimizi bu nur merkezine yakınlaştırmalıyız, nur merkezine yaklaşmanın gereği ve özelliği de nuranî olmaktır. Amel ile ve içi boş olmayan muhabbet ile nuranî olmalıyız. O muhabbetin, o velayetin ve o imanın bize emrettiği ve bizden istediği amel ile. Bu amel ile bu hanedanın bir parçası ve bu hanedanın bağlılarından olmalıyız. Ali'nin kapısında Kanber olmak öyle kolay bir iş değildir. "Selman biz Ehl-i Beyt'tendir"[3] makamına mazhar olmak kolay bir iş değildir. Biz Ehl-i Beyt'in dostları ve Şiîleri, o yüce şahsiyetlerden bizi kendilerinden ve etraflarındakilerden biri olarak kabul etmelerini, "Falanca bizim dergâhımızın toprağının bir köşesinde oturmuştur" demelerini rica ediyoruz. Gönüllerimiz Ehl-i Beyt'in bizim hakkımızda böyle hükmetmesini istiyor; ama bu kolay bir iş değildir, bu, sadece iddia etmekle elde edilemez. Bu, amel, özveri, fedakârlık, onlara benzeme ve onların ahlakıyla ahlaklanmayı gerektirmektedir.

Bu yüce şahsiyetlerin hangi yaşlarda söz konusu faziletleri elde ettiklerini araştırın. Ne kadarlık bir ömür sürecinde bu parlak yaşantılarını sergilediler? Kısacık ömürlerinde, on yedi yıl, yirmi yıl, yirmi beş yıl gibi bir zaman zarfında bunları gerçekleştirdiler, bu konudaki rivayetler farklıdır. Bütün bu faziletler, boş durmakla elde edilemez:

"Seni yaratan Allah seni yaratmadan önce imtihan etti ve seni bu imtihanlar karşısında sabredenlerden buldu."[4]

Allah Teâlâ, Zehra-i Ethar'ı, bu seçkin kulunu imtihan etti. Allah'ın sistemi hesap kitap sistemidir, bir şeyi bağışlarsa bir hesap kitap üzere bağışlar. O, bu has kulunun ilahî hedefler yolundaki özveri, i'sar ve feda oluşunu bilir, bu yüzden onu kendi feyizlerinin merkezi haline getirir.[5]

Bir rivayette okumuştum, Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın nurunun parlaklığı mele-i aladaki Kerrubîn Meleklerinin gözlerini almaktadır:

"Onun nuru gökyüzündeki melekleri aydınlatır."[6]

Onlar için parlar. Biz bu parlaklıktan nasıl faydalanabiliriz? Biz bu parlak yıldızdan, Allah'a ulaşan yolu, doğru yol olan kulluk yolunu ve Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın kat ederek yüce derecelere ulaştığı yolu bulmalıyız. Eğer Allah'ın, onun hamurunu yüce bir hamurdan kıldığını görüyorsanız, bunun sebebi, bu varlığın hem madde âleminde hem de varlıklar âleminde imtihanından başarıyla çıkacağını bilmesidir. "Seni yaratan Allah seni yaratmadan önce imtihan etti ve seni bu imtihanlar karşısında sabredenlerden buldu." Olay bundan ibarettir. Hatta eğer Allah Teâlâ o hamur hakkında özel bir lütufta dahi bulunmuş olsa, bunun sebebi, onun girmiş olduğu imtihanlardan başarılı bir şekilde çıkacağını biliyor olmasıdır, yoksa pek çok insan iyi bir hamurdan gelmişti. Onların hepsi bu imtihanların üstesinden gelmeyi başarabilmişler midir?  Bu lütfun sırrı Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın hayatında gizlidir ki, bizler kendi kurtuluşumuz için ona ihtiyaç duymaktayız. Şîa aracılığıyla gelen bir hadiste Peygamber (s.a.a.) Fâtıma (s.a.)'ya şöyle buyurmuştur:

"Ey Fâtıma amel et, çünkü ben Allah katında sana bir fayda sağlayamam."[7]

Yani ey canım! Ey Fâtıma'm! Allah'ın huzurunda sana bir yardımım dokunmaz. Yani kendin, kendini düşünmelisin ve o, çocukluk döneminden kısa ömrünün sonuna kadar kendini düşünmüştü.

Sizler o hazretin ne şekilde bir yaşam sürdüğüne bakın. Evlenmeden önce küçük bir kızken o yücelikteki babasına karşı öyle davranışlarda bulundu ki, künyesini “Ümmü Ebîhâ”[8], babasının annesi olarak adlandırdılar. O zamanda rahmet ve nur peygamberi, yeni dünyanın oluşturucusu, o büyük evrensel devrimin büyük komutan ve rehberi -sonsuza kadar devam etmesi gereken devrim- İslam bayrağını henüz yeni açmaktaydı. Ona, boşuna babasının annesi demiyorlar. O hazretin bu künyeyle adlandırılması onun hizmetleri, yaptıkları ve çabasından dolayıdır. Fâtımatü'z-Zehra (s.a.) hem Mekke döneminde, hem Şi'bi Ebî Tâlib döneminde -bütün o zorluklara rağmen-  hem de annesi Hatice'nin vefat ederek babasını yalnız bıraktığı dönemde babasının dert ortağıydı. Peygamber (s.a.a.)'in kalbi kısa bir süre içinde iki hadiseyle, Hatice'nin ve Ebû Tâlib'in vefatı nedeniyle kırılmıştı. Kısa aralıklarla bu iki şahsiyeti kaybeden Peygamber (s.a.a.) yalnızlık hissediyordu. Fâtımatü'z-Zehra (s.a.) o günlerde ayağa kalkarak küçücük elleriyle hüzün topraklarını babasının çehresinden süpürdü. Ümmü Ebîhâ, Peygamber (s.a.a.)'in teselli kaynağıydı. Bu künyeyi o günlerin nişanesi olarak almıştı.[9]

Hazret-i Zehra altı yedi yaşlarındaydı -bu konuda farklı görüşler vardır, hazretin doğum tarihi hakkında rivayetler farklıdır- ki, Şi'bi Ebî Tâlib meselesi ortaya çıktı. Şi'bi Ebî Tâlib, İslam'ın ilk yıllarındaki çok zorlu bir dönemdi. Yani Peygamber (s.a.a.)'in daveti başlamıştı, daveti açık bir şekilde yapıyordu, aşamalı olarak Mekke halkı -özellikle gençler ve köleler- hazretin cazibesine kapılmışlardı. Tâğutun büyükleri -tıpkı Ebû Leheb, Ebû Cehil ve diğerleri-, Peygamber (s.a.a.)'i ve etrafındakileri Mekke'den kovmaktan başka hiç bir çarenin olmadığını gördüler ve bu işi gerçekleştirdiler. Sayıları onlarca aileye ulaşan çok sayıda kimseyi ki, bunların içlerinde Peygamber (s.a.a.), Peygamber'in ve Ebû Tâlib'in yakınları da bulunmaktaydı  -Ebû Tâlib'in kendisi de Mekke büyüklerinin arasında olmasına rağmen-, çoluk çocuk herkesi Mekke'den çıkardılar. Müslümanlar Mekke'den çıktılar; ama nereye gideceklerdi? Hazret-i Ebû Tâlib'in Mekke'ye yakın bir yerde -farz edin Mekke'ye bir kaç kilometre uzaklıkta- dağların arasındaki bir boğazda toprağı vardı, adı Şi'bi Ebû Tâlib idi. Şi'b, yani dağların arasındaki boğaz, dere anlamına gelmektedir, küçük bir dere. Biz Meşhedliler böylesi yerlere "baze" deriz. Ayrıntılı ve sahih lügatlerde de mahalli lehçe olarak, köylülerin de "beze" dediği kaydedilmiştir, ama asıl olan baze kelimesidir. Hazret-i Ebû Tâlib'in bir bazesi yahut bir şi'bi vardı ve oraya gitme kararı aldılar. Şimdi sizler biraz düşünün: Mekke'de gündüzleri hava olabildiğince sıcak, geceleri ise son derece soğuktu, yani tahammül edilemez bir durumdu. Bunlar üç yıl bu çöllerde yaşadılar. Ne kadar açlık çektiler, ne kadar zorluklara duçar oldular, ne kadar eziyet çektiler Allah bilir. Peygamber (s.a.a.)'in zorlu dönemlerinden biri de orasıdır. Peygamber (s.a.a.)'in bu dönemdeki sorumluluğu sadece bir toplumun iradesi anlamına gelen önderlik sorumluluğu değildi; bu zorluklara maruz kalmış insanların karşısında kendi davasını savunmalıydı.

Bilirsiniz, durum iyi olduğunda bir rehberin etrafında toplanan kimseler durumdan razıdırlar ve “Babana rahmet ki, bizi bu iyi duruma getirdin” derler. Ancak zorluklar ortaya çıktığında herkes tereddüde düşer, “Bizi o bu duruma getirdi, biz bu duruma düşmek istemiyorduk” demeye başlarlar. Elbette imanı güçlü olanlar direnirler; ama neticede bütün zorluklar Peygamber (s.a.a.)'in omuzlarına ağırlık yapmaktaydı. Bu esnada, ruhî zorluklar zirvedeyken, Peygamber (s.a.a.)'in koruyucusu olan, O'nun ümidi sayılan Hazret-i Ebû Tâlib ve Peygamber (s.a.a.)'in en yakın manevî destekçisi olan Hazret-i Hatice-i Kübra (s.a.) bir hafta içerisinde dünyadan göçtü. Bu çok acayip bir olaydır, yani Peygamber (s.a.a.) yapayalnız kalmıştır. 

Bilmiyorum sizler şimdiye kadar hiç bir topluluğa reislik, önderlik yaptınız mı, eğer yaptıysanız bir toplumun sorumluluğunun manasını derk ederdiniz. Böylesi şartlarda, insan gerçekte çaresiz kalır. Bu şartlarda Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın rolüne bir bakın. İnsan tarihe baktığında bu tür şeyleri kenarından köşesinden de olsa okuyabilmelidir; ama maalesef bu tür şeyler için hiç bir bölüm ayrılmamıştır. Fâtımatü'z-Zehra (s.a.) Peygamber (s.a.a.) için tıpkı bir anne gibi, tıpkı bir danışman gibi, tıpkı bir bakıcı gibiydi. Bundan dolayı ona Ümmü Ebîhâ, yani babasının annesi demişlerdir. Bu, o dönemle alakalı bir adlandırmadır, yani altı yedi yaşlarındaki bir kız çocuğu bu şekildeydi. Elbette Arap ülkeleri gibi sıcak bölgelerde, kız çocukları daha çabuk fizikî ve ruhî rüşte ermektedirler. Mesela; günümüzde on, on iki yaşlarındaki bir kızın olgunluğuna ermektedirler. Bu, sorumluluk duygusudur. Acaba bu, kendisiyle ilgili meselelerde daha çabuk sorumluluk ve dinamiklik hissetmesi yolunda bir genç için model olamaz mı? Bu dinamizm onun varlığındaki büyük bir sermayedir, elli yaşını geçmiş, artık hemen hemen ihtiyarlığa merdiven dayamış bir babanın yüzündeki keder ve gam toprağını süpürmek için, temizlemek için bunu açığa çıkarmalıdır. Bu, bir genç için model olamaz mı? Bu çok önemlidir.[10]

O zamanlar böylesi bir dünyada Peygamber (s.a.a.) öyle bir kız çocuğu yetiştiriyor ki, bu kız çocuğu, Allah'ın Peygamberi'nin gelip elini öpecek bir liyakate ulaşıyor. Peygamber (s.a.a.) tarafından Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın elinin öpülmesine, duygusal bir anlam yüklememek gerekmektedir. Eğer biz kızı olduğu için, onu sevdiğini ve bu yüzden elini öptüğünü düşünürsek, bu çok hatalı çok basit bir anlamlandırma olur. O yücelikteki bir şahsiyetin, vahiy ve ilahî ilhamlara dayanan bir Peygamber (s.a.a.)'in sahip olduğu adalet ve hikmete rağmen eğilip bir kız çocuğunun elini öpmesi başka bir şeydir, başka bir anlam taşımaktadır. Bu bize, o genç kızın, dünyadan göçtüğünde on sekiz yahut yirmi beş yaşında olduğu söylenen kadının -on sekiz yahut yirmi beş yaşlarında olduğu rivayet edilmiştir- insanî melekûtun zirvesinde bulunduğunu ve olağanüstü bir şahsiyet olduğunu anlatmaktadır. Bu, İslam'ın kadına bakışıdır.[11]

Bu yüce hanımın manevî makamı, onun mücadeleci, devrimci ve sosyal makamına nispetle daha yüksektir. Fâtımatü'z-Zehra (s.a.) bir beşer ve bir kadındır, üstelik genç bir kadındır; ama manada büyük bir hakikat, parlak bir ilahî nur, salih bir kul, seçkin ve seçilmiş bir insandır. Resûlullah'ın Ali'ye buyurduğu üzere:

"Ey Ali! Sen benden sonra ümmetin imamı ve halifesisin, sen mü'minleri cennete hidayet edensin. Kıyamet günü kızım Fâtıma'nın nurdan bir deve üzerinde, yetmiş bin melek sağında, yetmiş bin melek solunda, yetmiş bin melek ardı sıra ve yetmiş bin meleğin de önü sıra eşlik ederek geldiğini görür gibiyim. O, ümmetin mü'min kadınlarını cennete doğru hidayet eder."[12]

Böyle özelliklere sahip bir başka kimse var mıdır? Yani kıyamet günü Emîrelmü'minîn (a.s.) mü'min erkekleri, Fâtımatü'z-Zehra (s.a.) da mü'min kadınları ilahî cennete götürür. O, Emîrelmü'minîn (a.s.)'ın dengi, eşiti ve yârenidir. Mihrapta ibadete durduğunda Allah'ın binlerce Mukarreb Melekleri onunla konuşur ve selam verir, kutlarlar ve meleklerin daha önceden Meryem'e söyledikleri şeyi ona söyleyerek şöyle arz ederler:

"Ey Fâtıma! Allah seni seçti ve bütün kirlerden arındırdı ve iki âlemin hanımlarına üstün kıldı."[13]

Bu, Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın manevî makamıdır.

Bir kadın, üstelik genç yaşta manevî makam olarak öyle bir yere ulaşıyor ki, bazı rivayetlerde nakledildiğine göre; melekler onunla konuşuyorlar ve hakikatleri ona bildiriyorlar. O, "Muhaddese"dir; yani meleklerin kendisiyle konuşup hadis söylediği kimse. Bu, bütün yaratılış âleminin kadınlarının önündeki manevî makam, geniş meydan, yüksek kaledir. Fâtımatü'z-Zehra (s.a.) bu kalenin yüceliklerinde durmuş ve âlemin bütün kadınlarına hitap etmekte, onları bu yolu takip etmeye çağırmaktadır. 

Tarih boyunca -ister eski cahiliye ve isterse yirminci yüz yıl cahiliyesi- kadını tahkir edip, küçük düşürmeye çalışanların ve onu, bu zâhirî süslerle ananların, onların ancak giyinip, süslenmek ve altın takmaktan başka işe yaramadığını, güzel bir yaşam için bir vesile ve araçtan başka bir şey olmadığını söyleyenlerin ve amelî olarak bu yolda yürüyenlerin mantıkları Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın manevî makam güneşinin sıcaklığında tıpkı eriyip yok olan kar ve buza benzemektedir. İslam, Fâtıma'yı kadınlar için örnek ve model olarak tanıtmıştır. O, zâhirî yaşamı, cihadı, mücadelesi, ilmi, konuşması, fedakârlığı, evliliği, anneliği, eşliği, hicreti, bütün siyasî, askerî, inkılâbî meydanlarda varlığıyla, her yönüyle seçkinliğiyle büyük insanları bile karşısında saygı duymaya mecbur kılmıştır. Bu da onun manevî makamı, rükûsu, secdesi, ibadeti, duası, söylemleri, melekûtî zâtı, manevî unsurlarının parlaklığıyla, Peygamber (s.a.a.) ve Emîrelmü'minîn (a.s.)'la aynı makam, ağırlık ve konumda olması anlamındadır. Kadın budur. İslam'ın oluşturmak istediği kadın modeli budur.[14]

Zehra-i Ethar'ın yaşamı, dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Elbette biz o yüce şahsiyetin manevî makamının tarifini düşünmüyoruz, Fâtıma-i Ethar'ın manevî makamlarını anlayıp derk etmeye gücümüz de yetmez. Hakikaten, insanî maneviyatın ve beşerî tekâmülün zirvesinde olan kulları -ve onun değerinde olan kimseleri-  sadece Allah ve onlarla aynı makamda olanlar tanır ve onların makamlarını bilir. Bu yüzden Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'yı Emîrelmü'minîn (a.s.), yüce babası ve masum evlatları tanırlar. O zamanın ve sonraki zamanların insanları ve bu zamanda yaşayan bizler o yüce şahsiyetteki aydınlığı ve maneviyat parlaklığını tanıyamayız. Manevî nurunun ışığı, herkesin gözüne ulaşmaz, bizim yakını gören zayıf gözlerimiz, insaniyetin cilvelerinin parlaklığını o yüce şahsiyetlerin varlığında göremez. Dolayısıyla Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın manevî yönünü tarif etme meselesine girmeyeceğiz. Lakin bu yüce insanın normal yaşantısında önemli bir nokta vardır. Bu nokta; bir taraftan bütün Müslüman kadınların yaşamında olduğu gibi, eşine ve çocuklarına davranışı ve evdeki görevlerini yerine getirmesi, diğer taraftan da mücahit, gayretli ve yorulmak bilmeyen bir insan olarak Peygamber (s.a.a.)'in vefatından sonra gelişen olaylar karşısında sergilediği mücadeledir ki, mescide giderek yaptığı konuşmalarda, tavrını koyarak savunmasını yapmış ve sözlerini söylemiştir. Tam anlamıyla mücadeleci, yorulmak bilmez, zorluklara ve mihnetlere dayanıklı birisi. Aynı şekilde üçüncü yönüyle de bir âbid. Geceleri Allah için kıyamda durarak namazlarını terk etmeyen, Rabbine karşı tevazu ve huşu içinde, tıpkı geçmiş dönemlerdeki Allah'ın evliyaları gibi, Allah'a râzu niyaz ile ibadet eden bir genç hanım.

Bu üç boyutun toplamı, Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın hayatının parlak noktasıdır. Hazret bu üç yönü birbirinden ayırmadı. Bazıları, insanın ibadetle meşgul olunca, artık bir âbid, dua ve zikir ehli olduğunu ve siyasî bir insan olamayacağını zannederler. Yahut bazıları, birinin siyaset ehli olunca -ister kadın, ister erkek-, cihad meydanında faaliyet gösterince, eğer kadın ise bir ev kadını, annelik ve eşlik görevini yerine getiremeyeceğini, erkek ise de eviyle işiyle ilgilenemeyeceğini zannederler. Bunların birbirinden farklı şeyler olduğunu düşünüyorlar, oysaki, İslam'ın nazarında bu üç şey birbirinden farklı ve bir diğerine zıt değildir, bunlar kâmil insanın şahsiyetine yardımcı dahi olurlar.[15]

Zehra-i Ethar'ın şahsiyeti siyasî, toplumsal ve cihad boyutlarıyla seçkin ve mümtaz bir konumdadır, öyle ki, bütün mücadeleci, devrimci, seçkin ve siyasî kadınlar onun kısa ve bereketli ömründen ders çıkarabilirler. İnkılâb evinde doğmuş olan ve bütün çocukluk dönemini unutulmaz büyük evrensel bir mücadele içinde geçiren bir babanın kucağında büyüyen bir kadın. O, çocukluk döneminde Mekke'deki zorlu mücadeleleri görmüş, Şi'bi Ebî Tâlib'e sürülmüş, açlığı, zorluğu, korkuyu ve Mekke dönemindeki mücadelenin bütün zorluklarını yaşamıştır. Sonra da Medine'ye hicret edince, bütün yaşamını Allah yolunda cihada adamış, on üç yıllık müşterek yaşamlarının hiç bir yılını belki de yarım yılını bile Allah yolunda cihad için kılıç kuşanmadan geçirmemiş olan bir adamla evlendi. Bu büyük ve fedakâr hanım, böylesine mücahid ve savaş meydanlarının daimi savaşçısı olan bir adama layıkıyla eşlik etmiştir. Şu halde Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın hayatı, her ne kadar kısa olup yaklaşık yirmi yıl sürdüyse de bu yaşantı cihad, mücadele, çaba, devrimci hareketler, devrimci sabır, ders, kapsayıcılık, diğerlerini eğitmek, konuşma, nübüvvet, imamet ve İslam nizamını savunma yönüyle uçsuz bucaksız bir deryadır ve nihayetinde de şahâdet ile neticelenmiştir. Bu, Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın cihadla geçen yaşamı çok yüce, olağanüstü ve hakikaten eşsizdir ve kesinlikle beşerin zihninde -günümüzde ve gelecekte- parıldayan istisnai bir noktadır.[16]

İlim çevrelerinde de yüce bir âlimdir. Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın Peygamber (s.a.a.)in vefatından sonra Medine mescidinde okuduğu hutbe, Allâme Meclisî'nin deyimiyle, fesahat ve belagat âlimlerinin oturup kelimeleri ve deyimlerini açıklamaları gereken bir hutbedir. Böylesine zekâ doludur, sanatsal güzellik açısından tıpkı Nehcü'l-Belâğa'nın en güzel ve en yüce kelimeleri gibidir. Fâtımatü'z-Zehra (s.a.) Medine mescidine gidip insanların karşısına dikilerek, spontane bir şekilde konuşuyor. Belki bir saat boyunca en güzel cümleler ve özlü manalarla sohbet ediyor.[17]

Gerçekte bizim gibi doğal ve spontane konuşan kimseler bu konuşmanın ne kadar azametli olduğunu anlayabilirler. On yedi yahut yirmi, en fazla yirmi beş yaşındaki bir kız -elbette hazretin tam yaşı belli değildir, çünkü onun doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir- üstelik uğramış olduğu onca musibetler ve zorluklara rağmen mescide gelip, insanların karşısına çıkarak konuşuyor ve tarih o konuşmayı kelime kelime kaydediyor.

Araplar iyi hafızalarıyla tanınırlardı. Bir kimse gelip yetmiş beyitlik bir kaside okurdu ve o meclis dağıldığında on kişi oturup onu yazardı. Geçmişten kalan bunca kaside, genellikle bu şekilde günümüze ulaşmıştır. Toplantı yerlerinde okunan şiirleri kayıt altına alıyorlardı. Bu hutbeler ve hadisler de çoğunlukla böyleydi. Oturup yazmışlar ve ezberleyerek bu hutbeleri günümüze kadar ulaştırmışlardır. Boş sözler tarihte kalıcı olmaz, her söz kalıcı olmaz. O kadar şeyler söylenmiş, o kadar konuşmalar yapılmış, o kadar meseleler gündeme getirilmiştir, o kadar şiirler okunmuştur; ama kalıcı olmamışlardır ve kimse onlara özen göstermemiştir. Tarihin kendi sayfalarında koruduğu ve 1400 yıl sonra bakan her insanda saygı uyandıran şeyler, bir azameti göstermektedir. Bana göre; bu genç bir kız için modeldir.[18]

Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın yaşamı bütün boyutlarıyla bir insanın çalışma, çaba, tekâmül ve ruhî yükselişinin seyridir. Onun genç kocası sürekli cephe ve savaş meydanlarındadır, ancak çevresel ve yaşamsal zorluklar karşısında Fâtımatü'z-Zehra (s.a.), tıpkı, insanların ve Müslümanların müracaat ettiği bir merkez gibidir. O, Peygamber (s.a.a.)'in sorunları halleden kızıdır ve bu şartlarda yaşamını büyük bir onurla sürdürmektedir. Hasan, Hüseyin ve Zeyneb gibi evlatlar yetiştirmekte, Ali gibi bir kocayla ilgilenmekte, Peygamber (s.a.a.) gibi bir babanın rızasını almaktadır. Fetih ve ganimet yolları açıldığında, Peygamber (s.a.a.)'in kızı, genç kız ve kadınların gönlünde yatan dünya lezzetlerinden, şatafatından ve güzelliklerinden zerre kadar bir şeyi hayatına sokmuyor.

Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın ibadeti, örnek bir ibadettir. İslam dünyasının tanınmış âbid ve zâhidlerinden olan Hasan-ı Basrî, Fâtımatü'z-Zehra (s.a.) hakkında şöyle demektedir: “Peygamber (s.a.a.)'in kızı o kadar ibadet etti ve ibadet için kıyama durdu ki, o yüce insanın ayakları şişti.”[19] İmam Hasan-ı Mücteba (a.s.) şöyle diyor: “Bir gece -cuma gecesi-  annem ibadete durdu, gecenin başından sabaha kadar ibadetle meşgul olarak dua ve niyazda bulundu.” İmam Hasan (a.s.) diyor ki, -rivayete göre-  “Sürekli mü'min ve mü'mineler için dua ettiğini duydum, insanlara dua etti, İslam dünyasının işleri için dua etti. Sabah olduğunda şöyle dedim: ‘Ey Anne! Başkalarına ettiğin gibi kendine dua etmedin?' Cevaben şöyle buyurdu: ‘Ey evladım önce başkaları sonra kendimiz.'”[20] Bu, o yüce ruhun göstergesidir. O yüce şahsiyetin çeşitli alanlardaki cihadı örnek cihaddır. İslam'ı savunmada, imameti ve velayeti savunmada, Peygamber (s.a.a.)'i himaye etmede, İslam'ın en büyük komutanını korumada, yani kocası olan Emîrelmü'minîn (a.s.)'ı. Emîrelmü'minîn (a.s.) Fâtımatü'z-Zehra (s.a.) hakkında şöyle buyurmuştur: "Evliliğimiz boyunca bir kez olsun beni kızdırmadı ve bir kez bana isyan etmedi."[21] Fâtımatü'z-Zehra (s.a.) bütün o azamet ve celaline rağmen evinde bir eş ve bir kadındır, tıpkı İslam'ın emrettiği şekilde.

... O ibadeti, o fesahat ve belağatı, o bilgeliği ve ilmi, o marifet ve hikmeti, o cihad ve mücadelesi, o bir kız olarak sergilediği tavrı, bir eş olarak sergilediği davranışı, bir anne olarak tutumu, fakirlere karşı ihsanı... Peygamber (s.a.a.) fakir bir ihtiyarı hacetini onlardan istemesi için Emîrelmü'minîn (a.s.)'ın evine gönderdiğinde, Fâtımatü'z-Zehra (s.a.), Hasan ve Hüseyin'in üzerinde yattıkları örtüden başka bir şeyi olmadığından onu fakire vererek şöyle dedi: “Götür bunu sat ve parasını harca.” Bu, Fâtımatü'z-Zehra (s.a.)'nın kapsamlı, mükemmel şahsiyetinin göstergesidir. Bu bir örnektir. Müslüman kadın modeli budur.

Müslüman kadın akıl ve ilim yolunda çaba sarf etmeli, kendini manevî ve ahlakî yolda yetiştirmelidir. Cihad ve mücadele alanlarında -her türlü cihad ve mücadele- ilerlemeli, dünya metaına ve değersiz süslerine itibar etmemelidir. İffetti, masumluğu ve temizliği o derece olmalıdır ki, yabancı kötü bakışlar kendiliğinden ondan çevrilmelidir. Ev çevresinde, kocasının ve çocuklarının huzuru olmalıdır. Ailesinin, halkının huzur ve güven kaynağı olmalıdır. Şefkat ve muhabbetiyle, eğitici ve yumuşak sözleriyle ruhsal açıdan sağlıklı evlatlar yetiştirmelidir. Onun gözetiminde komplekssiz, güler yüzlü, ruhsal ve psikolojik açıdan sağlıklı insanlar yetişmeli, topluma böylesi erkek ve kız şahsiyetler kazandırmalıdır. Anne her yapıcılıktan daha yapıcı ve değerlidir. Büyük bilim adamları çok karmaşık bir elektronik aletler yapabilirler, kıtalar arası füzeler imal edebilirler, uzaya giden araçlar üretebilirler; ancak bunlardan hiç biri yüce bir insan meydana getirmek kadar önemli değildir. İslamî kadın modeli budur.[22]

 

Kaynak: Ayetullah Seyyid Ali Hameneî, 250 YILLIK İNSAN / Hz. Peygamber (s.a.a.)'den İmam-ı Zaman (a.f.)'a kadar Ehl-i Beyt'in İki Yüz Elli Yıllık Mücadele Tarihi, çev. Muaz Pazarbaşı, s. 26-29, Feta Yayıncılık, 2015.



[1] Kevser Sûresi, 1.

[2] Saff Sûresi, 8.

[3] El-Kâfî, c. 2, s. 254.

[4] Ravzatu'l-Muttakîn fî Şerhi Men lâ Yehzuruhu'l Fakîh, c. 5, s. 343.

[5] 26.12.1992 tarihli konuşmalarından.

[6] Bihârü'l-Envâr, c. 43, s. 173.

[7] Et-Taaccub, s. 94.

[8] Bihârü'l-Envâr, c. 43, s. 16. Hz. Zehra (s.a.)'nın sahip olduğu künyelerden bazıları şunlardır: Ümmü'l-Hasan, Ümmü'l-Hüseyin, Ümmü'l-Muhsin, Ümmü'l-Eimme, Ümmü Ebîhâ… 

[9] 24.11.1994 tarihli konuşmalarından.

[10] 27.05.1998 tarihli konuşmalarından.

[11] 25.01.1992 tarihli konuşmalarından.

[12]  Bihârü'l-Envâr, c. 43, s. 24.

[13]  Bihârü'l-Envâr, c. 43, s. 24.

[14] 16.01.2003 tarihli konuşmalarından.

[15] 13.12.1989 tarihli konuşmalarından.

[16] 17.01.1990 tarihli konuşmalarından.

[17] 16.12.1992 tarihli konuşmalarından.

[18] 27.05.1998 tarihli konuşmalarından.

[19]  İbni Şehrâşub, Menâkıb, c. 3, s. 341.

[20]  Bihârü'l-Envâr, c. 43, s. 81-82.

[21] Bihârü'l-Envâr, c. 43, s. 134.

[22] 16.12.1992 tarihli konuşmalarından.

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar