resized_178038_986.jpg

Allah'ın yeryüzündeki Halifesi

Halifetullah hangi özelliği ile bu hilafet makamına ulaştı!? Siyasî özelliğinden dolayı mı, malının çokluğundan, saraylarından mı, üstün bir aileden gelmesinden mi hangi özelliğinden dolayı!? Cevabı Kur'an'ın kendisi veriyor! “Ademe bütün isimleri öğretti”. Her şeyi bilmesi! Yeryüzünde hangi çağda yaşarsa yaşasın bütün soru ve sorunların cevabını bilen bir şahıs muhakkak ve muhakkak vardır.

8 Kasım 2018 Perşembe

Bakara Suresi'nin 30. ayetine kısa değiniler

 

                                                               Cevher Caduk (ilahiyatçı-öğretmen)

“Ve iz kale rabbuke li'l-melaiketi innî cailun fi'l-erdi halifeten kâlû e tec'alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfiku'd-dimâe ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu leke, kâle innî a'lemu mâ lâ tâ'lemûn/ Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.' demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim' demişti.”

a-Cailun/kılacağım” ism-i fail olup süreklilik bildirir. Yani yeryüzünde sürekli bir halifenin bulunmasının İlahî irade tarafından atandığını ifade eder.

b- Sad Suresi'nde de ufak bir farkla buna yakın bir ifade bulunmaktadır. Allah-u Teâlâ burada “cailun fi'l-erdi halifeten” derken Sad Suresi'nde “ya davudu inna ceelnake halifeten fi'l-erdi/ey Davud biz seni yeryüzünde halife kıldık” buyurmaktadır. “Fi'l-erdi halife” ibaresindeki kelimeler Sad Suresi'nde yer değiştirerek “halifeten fi'l-erd” olmuş. Kur'an-ı Kerim hadis gibi naklen bi'l-mana (anlam göz önüne alınarak nakil) olmadığından muhakkak ikisi arasında bir fark olmalı. Zira mütekellim Allah'ın kendisi olduğundan bir hikmete binaen iki ayet arasında fark/farklar olmalıdır. Aradaki nüktelerden birisi kanaatimizce (yanlış olabilir) ilkinde Allah'ın halifesinin arz kaynaklı olduğunu belirtirken, ikincisinde Davud'un hilafetinin yeryüzünde olduğunu belirtmektedir. Bir diğer nükte ilkinde sürekliliği ifade eden “cailun” ism-i faili kullanılırken ikincisinde belirli bir döneme ve yeryüzüne özgülüğü ifade edecek tarzda mazi fiil (geçmiş zaman kipi) ile “ceelna” kelimesi kullanılmıştır. Sad Suresi'ndeki ayetten anlaşılan Davud'un yeryüzü dışı için de hilafetinin olup olmamasına ilişkin soruya ayet herhangi bir cevap vermemektedir.

c- Bu ayet özelindeki hilafetten murat nedir? Zihin hep siyasal ve kelamî anlamdaki hilafete odaklandığından Kur'ânî hilafetten maksada gereğince yoğunlaşılmadı? Bu ayet ‘Halifetullah fi'l-erd' kavramını ortaya çıkartıyor. Allah'ın halifesi. Bu makam nerede? Bizim zihnimizdeki kelamî/siyasî hilafet nerede!? İkisi arasında dağlar kadar fark var? Hele bir de önceki maddelerde de ifade ettiğimiz gibi sürekliliği ifade eden bir kelime kullanılıyorsa artık burada biraz da durup düşünmek gerekiyor! Kim/ler halifetullah?

d- Bu yeryüzü orijinli halifetullah hangi özelliği ile bu hilafet makamına ulaştı!? Siyasî özelliğinden dolayı mı, malının çokluğundan, saraylarından mı, üstün bir aileden gelmesinden mi hangi özelliğinden dolayı!? Cevabı Kur'an'ın kendisi veriyor! “Ve elleme ademe'l-esmae kulleha/Ademe bütün isimleri öğretti”. Her şeyi bilmesi! Yeryüzünde hangi çağda yaşarsa yaşasın insanların zihin dünyasına takılan veya karşılaştığı maddî, toplumsal, sosyal, düşünsel ve ekonomik bütün soru ve sorunların cevabını bilen bir şahıs muhakkak ve muhakkak vardır. Dolayısıyla karşısına çıkan soru(n)ları bilemeyen, çözemeyen birisi halifetullah olamaz. Böyle bir şeyin yokluğunu düşünmek kanaatimizce (yanlış da olabilir) teorik ile pratik arasındaki çatışmadır. Bilgi noktasında tökezleyen bir kimse halifetullah olamaz. Adalet, hilim, af edicilik, merhamet gibi özelliklerin bütünü ilmin kapsamı altındadır. Ancak hayatında herhangi bir soruyu cevaplayamayan bir kimse direkt olarak bu makamda değildir.

e- “Ene Medinetü'l-İlmi Alıyyun babuha” buyuran Rasulüllah –hadisin sahih olup olmadığına girmek istemiyorum- Ali'nin bu anlamda bir halife olduğunu belirtmiştir. Bu hadis uydurma olsa dahi eldeki diğer ölçüt şudur; Ali hayatı boyunca ‘ilim' kavramının en güzel örneği olmuş, hiçbir soruya bilmiyorum dememiş, uzun düşünme gerektiren sorulara anında cevap vermiş, böylece ilmî bir mucize olduğunu herkese göstermiştir. Ama pratik ölçüt olarak diğerlerinin bilemediği yığınlarca konu olmuştur.

f- ‘Haza halifetu haza/bu şunun halifesidir' denildiğinde halife müstahlifin hangi hususunda halifesi olur. Bu durumda halifeyi atayan (müstahlifin) kimsenin özelliklerine bakarsınız. Atayan kimse bir tüccar ise halifenin ticaret sahasına ilişkin bir halife olduğunu, mühendis ise mühendislik sahasına ilişkin bir halife olduğunu düşünürsünüz. ‘Haza halifetullahi' dediğinizde direkt olarak bakacağınız varlık Allah azze ve celledir. Halife kim ise Allah-u Teala'nın özelliklerini yansıtmak zorundadır ve yansıtır da.

Bu durumda müstahlifin/Allah'ın hususiyetlerine bakmak zorundayız. Buna en genel anlamda ‘kemalî hususiyetler' veya ‘celâl ve cemâl nitelikleri' diyebiliriz.

g- Müstahlif-halife ilişkisine değinen biri sünnî diğeri şiî iki bilginden birer aktarımda bulunacağız.

Allame Tabatabaî şöyle der: “Hilafet, tam anlamıyla bu misyonun asıl sahibi temsil edilmedikçe gerçekleşmez. Yani halife, bu makamın asıl sahibinin adına yönetme, hükmetme ve düzenleme salahiyetine sahip olmalıdır. Yeryüzünde temsil edilmek istenen yüce Allah, varlığı itibariyle en güzel isimlere sahiptir.”[1]

Halife de bu durumda Allah'ın en güzel isimlerini hâkiy/temsil etmek zorundadır. İlahî irade yeryüzünde böyle birisinin bulunmasını dilediğine göre şu anda da böyle birisi vardır.

Allame Alusî'nin açıklamaları ise daha derin ve daha latif, o şöyle der:

“Allah sırlarını mukaddes eylesin kavmin sözlerinden ise anlaşıldığına göre bu ayetten murad en dakik ve en kamîl bir şekilde hilafetin hikmetini beyan etmektir. Sanki Allah azze ve celle şöyle demektedir: İsimlerim ve sıfatlarım ile zahir olmak istiyorum. Ancak sizin yaratılmanızla bu kemale ermiyor. Sizin istidatlarınızın eksik ve kabiliyetinizin noksan oluşundan dolayı bilemediğiniz şeyleri biliyorum. Benim isim ve sıfatlarımın bütününü zahir etmeye elverişli değilsiniz. Sizinle benim tanınmam tamamlanmıyor ve sizde kenzimi izhar edemiyorum. Bundan dolayı istidadı tam ve kabiliyeti kâmil olanları izhar etmem gerekiyor. Ta ki benim için bir tecelli edici, isimlerim ve sıfatlarım için bir ayna olsun… Benimle işitsin, benimle görsün…”[2]

h- Rasulullah'ın halife fi'l-erd olduğuna dair birkaç Kuranî örnek. Rab Teâlâ kendisi için “vesiat rahmetî kulle şey/rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (el-Araf/156) buyuruyor. Rab Teala Hz. Muhammed (s.a.a.) için “ve ma erselnake illa rahmeten li'l-alemin/seni alemlere ancak rahmet olsun diye gönderdik” (el-Enbiya/107)

Allah kendi kendisini el-Ğanî olarak nitelendiriyor. “Ve rabbuke'l- ganiyyu zu'r- rahmeh/ Rabb'ın, ganidir, merhamet sahibidir”. (el-Enam/137)

“İlla en ağnahümüllahü ve rasulühu min fadlih/Allah'ın ve Resulünün kendi fazlıyla iğna etmeleri”. (et-Tevbe/74) İlginç olan oldukça latif iki husus var. Allah iğna eylemini hem kendisine hem de Resulüne nispet etmekte, daha sonra fazlihima/o ikisinin fazlından demesi gerekirken ‘fazlihi'deki zamiri tekil getirerek kendisi ile Resulünün iğna ve fazıl da iradelerinin aynı olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla buradan belki biraz cesur olacak ancak söylemeden de edemeyeceğim. Ariflerin deyimi ile O “Errasul yuğnî illallah ve lakin yuğni külle ma sivallah/ O elbette Allah'a muhtaçtır; ancak O Allah dışındaki her şeyden de müstağnidir”.

ı- Ehl-i Beyt İmamlarının sürekli dile getirdikleri ‘nehnu halifetullah' ifadeleri hep bu Kuranî ilkenin misdakını ortaya koymaya yöneliktir. Bunlar örnek vererek açıklama türündendir.

i- Tarih boyunca hilafetin bu anlamı sürekli devre dışı kaldığından o makamın sadece bir şubesi olan ‘siyasî hilafete' hiç de hak etmeyenler geçince ‘olan' artık ‘olması gereken' olarak görülmeye başlanmıştır.

j- İmam Ali (a.s.) henüz daha Nehcü'l-Belağa'nın girişinde “Dinin öncelikli konusu Marifetullahtır” buyurmaktadır. Yaratıcıyı tanımayı İmam dinin öncelikli konusu olarak belirtmektedir. Allame Alusî'nin yukarıda geçen pasajından da bu sonuca ulaşabiliriz. Tanrıyı tanıyabilme gibi ontolojik bir meselemiz dururken Onu en güzel, en dakik, en kâmil bir şekilde nasıl tanıyabiliriz. Sonsuz bir varlığın tanınmasından bahsediyoruz. Bu tanıma ayetler ve deliller ile gerçekleşmektedir. Kitab-ı Kerim'de “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehum ennehul hakku/ İleride onlara âyetlerimizi hem birçok ufuklarda, hem de kendi nefislerinde göstereceğiz. Tâ ki, O'nun hakk olduğu meydana çıkıp onlara açıklanmış olsun”. (Fussillet/53)

Onu gösterecek olan ayetin nakıs ve kasır olması durumunda Marifetullah da nakıs ve kasır olacaktır. Allame Alusî'nin deyimiyle “Sizinle benim tanınmam tamamlanmıyor ve sizde kenzimi izhar edemiyorum”. Meleklerle bu tanınma tamamlanmıyorsa doğa ile bu tanınma çok daha kısır olacaktır. İşte Şia-i İmamiyye başta Rasul-u Azam (s.a.a.) olmak üzere Ehl-i Beyt İmamlarını Allah azze ve cellenin ‘Mezâhirü Esmâi'l-İlâhiyye/İlahî isimlerin mazharlarının en güzel tecellisi' olarak kabul eder.

k- Bu ayetlerde söz konusu edilen Adem'in insanlığın babası olan Adem olup olmadığı tartışmasına girmek istemiyoruz.

l- “Enbi'hum/onlara bildir”. İlginç olan noktalardan birisi şudur ki; Adem isimleri öğrendiği halde Allah azze ve celle Adem'e ‘bunları meleklere öğret' demiyor ‘meleklere haber ver' diyor. Bu ayet en azından meleklerin ‘bi esmaihim' deki isimleri her ne ise artık öğrenebilme kapasite ve kabiliyetinden yoksun olduğunu işar ettiriyor değilse uygun düşen ‘allimhum/onlara da öğret' ifadesidir.

m- İlmin kaynağı halifetullah dediğimiz Zevattır. Onlar bilgiyi öğretir. Bu noktada onlar feyz kaynağıdır.

n- Alusî'den bir başka pasaj aktarmak istiyoruz. Şöyle diyor Alusî:

“Benim zann-ı galibim şudur ki; ‘kutub' bazen Ehl-i Beyt'ten olmayabilir. Ancak ‘Kutbu'l-Aktâb'a gelince O sadece Ehl-i Beyt'ten olabilir. Çünkü onlar asıl itibariyle insanların en temizleri, fazilet itibariyle en fazla pay sahibi olanlarıdır. Onlardan bu mertebeye ulaşanlar niyabet ve vekalet yoluyla değil de asalet yoluyla ulaşabilir… Nitekim kendisinden önceki bütün peygamberler de Onun naibidir. O (s.a.a.) kâmildir ve mahlûkatı kemale erdiricidir. Hakikatte onlara feyzi akıtandır. Kendisinden önceki bütün peygamberler ve kendisinden sonraki bütün kutup ve veliler Onun naipleridir ve Ondan istimdad alırlar”.[3]

o- Alusî, bütün peygamberlerin Rasûlullah'ın naibi olduğunu söylemektedir. Bu durumda direkt olarak Rasûlullah'ın melekutî boyutunun varlığını Alusî kabul mü ediyor sorusu devreye giriyor. Dipnotta Arapçasını sunduğumuz metinde de geçtiği üzere Alusî feyiz nazariyesini kabul edenlerin kullandığı ‘istimdad', ‘ifaza' gibi kelimeleri hem de onların verdiği anlamda kullanmaktadır.

ö- Bu nazariye ilke düzeyinde Şia ve irfanın Resulüllah (s.a.a.) ve imamet nazariyesinin aynısıdır. Ayrım noktası adrestedir. Allame Alusî bu satırlardan sonra direkt olarak Abdülkadir Geylanî'yi adres olarak gösterir. Biz ise bu makamların Ehl-i Beyt İmamlarına ait olduğunu söyleriz.

 

Sonuç:

  1. Hilafet süreklidir.
  2. Halife kendi kapasitesi ölçüsünce Allah'ı temsil eder.
  3. Halifeliğin ölçütü ilimdir
  4. İnsanın halifeliği sadece dünya ile sınırlı değildir. Bütün evreni kapsayıcıdır.
  5. Alusî örneğinde görüldüğü gibi bizim Ehl-i Sünnet'in bir bölümüyle görüş ayrılığımız teoriden daha çok adrese dayalı bir ihtilaftır.

 

Selam, muhabbet ve dua ile  

  


[1] Arapça metni şöyledir: ‘والخلافة وهي قيام شيء مقام آخر لا تتم إلاَّ بكون الخليفة حاكياً للمستخلف في جميع شؤونه الوجودية وآثاره وأحكامه وتدابيره بما هو مستخلف،' el- Mizan fi Tefsiri'l-Kur'an, c. 1, s. 116, Müessesetü'l-Alemi, Beyrut, 1411

[2] el-Alusî, Şihâbüddîn Seyyid Mahmûd, Rûhu'l-Meânî fi Tefsîri'l-Kur'ani'l-Azîm ve's-Sebi'l-Mesânî,  c. 1, s. 223, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrût arapçası şöyle

eيفهم من كلام القوم قدس الله تعالى أسرارهم، أن المراد من الآية بيان الحكمة في الخلافة على أدق وجه وأكمله، فكأنه قال جل شأنه ـ أريد الظهور بأسمائي وصفاتي ولم يكمل ذلك بخلقكم ـ فإني أعلم ما لا تعلمونه لقصور استعدادكم ونقصان قابليتكم، فلا تصلحون لظهور جميع الأسماء والصفات فيكم، فلا تتم بكم معرفتي ولا يظهر عليكم كنزي، فلا بد من إظهار من تم استعداده، وكملت قابليته ليكون مجلي لي ومرآة لأسمائي وصفاتي ومظهراً للمتقابلات فيّ، ومظهراً لما خفي عندي، وبـي يسمع وبـي يبصر وبـي وبـي، وبعد ذاك يرق الزجاج والخمر، وإلى الله عز شأنه يرجع الأمر.

[3] Age, c. 22, s. 20 Kısaltarak çevirdik.

Arapça metni: والذي يغلب على ظني أن القطب قد يكون من غيرهم لكن قطب الأقطاب لا يكون إلا منهم لأنهم أزكى الناس أصلاً وأوفرهم فضلاً وأن من ينال هذه الرتبة منهم لا ينالها إلا على سبيل الأصالة دون النيابة والوكالة وأنا لا أعقل النيابة في ذلك المقام وإن عقلت قلت: كل قطب في كل عصر نائب عن نبينا عليه من الله تعالى أفضل الصلاة وأكمل السلام ولا بدع في نيابة الأقطاب بعده عنه صلى الله عليه وسلم كما نابت عنه الأنبياء قلبه فهو عليه الصلاة والسلام الكامل المكمل للخليقة والواسطة في الإفاضة عليهم على الحقيقة وكل من تقدمه عصراً من الأنبياء وتأخر عنه من الأقطاب والأولياء نواب عنه ومستمدون منه

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar