Muhlas Kavramı Bağlamında Masumiyet
Cevher Caduk (ilahiyatçı-öğretmen)
Peygamberlerin masumiyeti Müslümanların zihinlerini kurcalayan konulardan birisidir. Zira Kur'an-ı Kerim'de Peygamberlerin masumiyetiyle “çelişir” gibi görünen onlarca ayet vardır. Beri tarafta masumiyete rahatlıkla yorumlanabilecek ifadeler de Peygamberler hakkında Kitab-ı Kerim tarafından kullanılmaktadır. Kendisinde hiçbir çelişkinin olmadığı ilahî bir kaynaktan iki farklı sonucunun çıkartılması olanaksızdır. Dolayısıyla mesele analize tabi tutulmalıdır. Biz bu meseleyi ele alırken ilk önce teoriden yola çıkmaya çalışacağız. Yani meselenin teorik boyutunu Kitab-ı Kerim'den sunmaya gayret göstereceğiz.
Peygamberlerin masumiyetinin Kur'anî dayanaklarından birisi; onların sırat-ı müstakim üzere oluşlarıdır. Bir diğer dayanak ise onların muhlis ve muhlas olmalarıdır. Bu bağlamda ihlas, muhlis ve muhlas kavramlarının sözlük anlamlarını ve Kur'an'daki kullanımlarını etraflıca ele almamız gerekiyor.
İhlas'ın sözcük anlamı
İhlas, sözcüğü rübaî olan ‘ehlasa' fiilinin masdarıdır. İsm-i faili ve ism-i mefulu muhlis ve muhlas olarak gelmektedir. Sözcüğün müştak olduğu ‘Hulus' kelimesi katışıksızlığı, saflığı, arılığı ifade etmektedir.[1] Bu anlamıyla sözcüğün zıt anlamlısı, şaibeli, alaşımlı ve karışımlı oluş anlamına gelen meş'ubtur.
Ehl-i Beyt marifetinde “Cunûdu'l-Akl ve'l-cehl” hadisi olarak şöhret bulan rivayette geçen ihlas sözcüğü de bu anlamda kullanılmıştır.
Rivayetin konumuzu teşkil eden bölümünü ele alıyoruz. Rivayet Semae İbn Mihran'dandır. O şöyle demektedir:
“Bir gün İmam Sadık'ın huzurundaydım. Yanında dostlarından bir grup da bulunmaktaydı. Söz dönüp dolaşıp akıl ve cehalet konusuna geldi. İmam Sadık (a.s.) ‘Akıl ve ordusunu, cehaleti ve ordusunu tanıyın ki doğru yolu bulasınız' dedi. Bunun üzerine ben de ‘Sana kurban olayım, senin bize öğrettiğinden başkasını bilmiyoruz.' Dedim. Ebû Abdullah buyurdu ki: ‘Allah Azze ve Celle aklı yarattı. Akıl, arşın sağ yanından, onun nurundan yaratılan ilk ruhani (soyut) varlıktır. Allah ona: ‘Geri dön.' dedi, akıl geri döndü. Sonra ona: ‘Beri gel.' dedi, akıl beri geldi. Allah Tebareke ve Teâlâ şöyle dedi: ‘Seni büyük bir yaratılışla yarattım ve seni bütün yarattıklarımdan üstün tuttum.' Sonra Allah, cehaleti tuzlu ve karanlık bir denizden yarattı. Ona: ‘Geri dön.' dedi, cehalet geri döndü. Sonra: ‘Beri gel.' dedi, cehalet beri gelmedi. Bunun üzerine Allah ona: ‘Büyüklendin.' dedi ve onu lanetledi…
Sonra akla yetmiş beş asker bahşetti. Cehalet, Allah'ın akla verdiği değeri, ona bahşettiği askerleri görünce içinden akla karşı düşmanlık duygusu beslemeye başladı ve şöyle dedi: ‘Ey Rabbim! Bu da benim gibi bir varlıktır. Sen onu yarattın, ona ikramda bulundun, onu güçlendirdin. Bense onun karşıtıyım. Fakat benim ona karşı koyacak gücüm yoktur. Ona verdiğin gibi bana da askerler ver.' Allah buyurdu ki: ‘Evet, ama bundan sonra da emrime karşı gelirsen, seni ve askerlerini rahmetimden uzaklaştırırım.' Cehalet, ‘Kabul ediyorum.' dedi. Bunun üzerine Allah, ona yetmiş beş asker verdi…'”[2]
İhlas-bulanıklık
Hiçbir alaşımı ve karışımı bulunmayan maddeye halis denilir. ‘Zehebün halis' veya ‘lebenün halis' ifadeleri katışıksız, saf, arı, duru altın ve süt anlamına gelmektedir. Az da olsa içinde bakır bulunduran altına halis altın denilmez. Yahut içinde az da olsa su bulunduran süte de saf süt denilmez.
Sözcük bu sözlüksel anlamıyla Kur'an-ı Kerim'de de geçmektedir.
“Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt (lebenen hâlisan) içiriyoruz.” (16/en-Nahl/66)
Sözlük anlamında kullanılan ihlası, amellerin Allah rızası için yerine getirilmesi anlamına gelen ıstılahî ihlastan ayırmak gerekiyor.
Feyz-i Kaşanî, İmam Gazalî'nin İhya'sına yazdığı Meheccetü'l-Beyza adlı eserinde ‘Kitabü'n-Niyyeti ve's-Sıdkı ve'l-İhlas' adlı bir ana başlık açar. Bu başlık altında eşi nadir görülebilecek enfes açıklamalarda bulunur. Ancak konumuzu ilgilendiren bölümüyle yetiniyoruz.
O, bu ana başlık altında ‘Beyanü Hakikati'l-Hulus (Hulusun Hakikatinin Beyani)' adlı bir başlık atar.
O bu başlıkta şöyle der:
“Bil ki… bir şey karışımdan arındırılıp da katışıksız hale geldiğinde o şeye halis denilir. Katışıksız arı saf eyleme de ihlas denilir. Nahl Sûresi'nde geçen lebenen hâlisan sözünde de bu anlam bulunmaktadır. Sütün hulusiyeti kan, fışkı ve kendisine katılması mümkün olan her şeyden arındırılmış olmasıyla mümkündür.”[3]
Şurası açıktır ki, bulanıklık da şirk gibi açık ve net olabileceği gibi gizli de olabilir. Nasıl ki, şirkin bir bölümü celî/açık olduğu gibi bir bölümü de hadise konu olduğu üzere; karanlık bir gecede karıncanın pürüzsüz bir yüzey üzerinde yürümesinden daha gizli olabilir. Sütün bulanıklığı veya madenlerin alaşımlı olması da bu şekildedir. Sütün veya madenlerin karışımları ve bulanıklıkları açık olabileceği gibi, ancak ehlinin anlayabileceği son derece gizli de olabilir. İhlas da aynı şekildedir. İhlasın çeşitli derecelerinin olduğu açıktır.
İhlas ve bulanıklık efalî cevanihînin kapsamında bulunan niyetin nitelikleridir.[4] Niyet, organların gerçekleştirdiği bir eylem olmadığından dolayı dışsal olarak görülemez. Batınî bir durumdur.
İhlas, insanın kalbinin Allah Teâlâ'nın dışında başka bir şeye taalluk etmemesidir. Kur'anî kavramlardan olan “muhlisîne lehu'd-din” ifadesi insanın kalbî sevgisinin ve ilgisinin sadece Allah Teâlâ'ya yönelik olmasıdır. Ehl-i irfanın deyimiyle kalbin mâsivadan temizlenmesidir.
Bu sevgi ve taalluk tanımayla mümkündür. Hadd-i zatında Allah azze ve celleyi hakkıyla tanıyan insanın kalbinin başkasına yönelmesi de olanaksızdır. Meselenin daha belirgin olması için şunu söyleyebiliriz. Allah Teâlâ insanı güzele ve lezzetli olan bir şeye meyyal bir fıtrat üzere yaratmıştır. Güzel ve lezzetli olan bir şeye sevgi beslemeyen insan problemlidir. Dahası böyle bir şeyi tanımadığına dahi hükmedebiliriz. Değerli bir mala veya paraya çocuğun ve büyüğün verdiği değerin farklılığı da bunu desteklemektedir. Çocuğun o değerli şeye önem vermemesi onu tanımamasından, dahası bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Cemalin ve hazzın zirvesini oluşturan marifetullahı tadan bir insanın başka bir şeye kalbinin taalluk etmesi hatta az bir şey meyil göstermesi mümkün değildir. Başka bir şeye eğilim gösteren bir insanın rahatlıkla Allah Teâlâ'yı tanımadığını söyleyebiliriz. “En güzel isimler O'na aittir.” (8/el-Araf/180) Bütün güzelliklerin en güzelinin sahibidir Yüce Yaratıcı.
Dini Allah'a ihlaslı kılmak, ibadeti Allah'a tahsis etmek demektir. İbadeti cenneti elde etmek veya cehennem ateşinden kurtulmak gayesiyle yerine getirmek muhlis bir ibadet değil bulanık bir ibadet türüdür. Makbul olmakla birlikte bulanık bir ibadet türüdür. Hakiki ilahî sevgi, Allah Teâlâ'ya karşılık beklemeksizin ibadet etmeye götürür. Dahası böyle bir kulun kalbinde cennet ve cehennem gibi olgular ibadet etmenin gerekçesi değildir. Cennet ve cehennemin olmaması gibi bir olasılık dahi bunların ibadet etmemelerine gerekçe olamaz.
Meselenin belirginleşmesi için baba-anne-çocuk arasındaki ilişkiyi örnek verebiliriz. Bir baba veya annesi ödül veya karşılık beklemeksizin onun ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Onun için varını yoğunu harcar. Bu harcama veya ihtiyacını karşılamanın nedeni çocuğuna duyduğu sevgidir. Bu da aslında sevgideki ihlastır. İşte bunun dinî terminolojideki karşılığı “muhlisine fi'd-din”dir. İlk bakışta böyle bir şey güç gibi görünse de pratik hayattaki bir şeye gönülden bağlılığımızı dine kanalize ettiğimizde muhlislik durumu ortaya çıkmaktadır.
Mutasavvıfların ihlas tanımı ise konuyu ve verilmek istenen mesajları daha da belirginleştirmektedir.
İhlas, amelin her türlü bulanıktan arındırılmasıdır. İnsanların kalplerindeki takdiri veya övgüyü talep etme, yergilerinden kaçınma gibi nefsin isteklerinden arındırarak ameli gerçekleştirmektir….İhlasın üç derecesi vardır: Ameli amel olarak görmemek, amele karşılık beklememek ve ameline razı olmamak.[5]
Alıntıladığımız pasajda da anlaşıldığı üzere ihlasın ilk derecesi kişinin yaptığı sâlih bir ameli görmemesidir. Amele bakarak bir kendini beğenmişlik halinin yaşanmamasıdır. Bir diğer ifadeyle ihlasın ilk mertebesini kişinin ucb dediğimiz halden kurtulma çabası oluşturmaktadır. İkinci mertebede ise işlenen amelin karşılığını beklememe vardır. Esasında hiçbir kulun Allah Teâlâ üzerinde bir hakkı yoktur ki, O'ndan karşılık beklesin. Bu işin ayrı bir konusudur. Üçüncü mertebede ise amelinden razı olmamasıdır. Bu bağlamda insan pekala kendi kendisinin konumunu belirleyebilir. İnsanın kendi nefsine karşı basiret sahibi oluşu ve kendi kendisini bilmesi Kur'an'ın nassıyla sabittir: “Doğrusu insan kendine karşı bir basirettir.” (75/el-Kıyamet/14)
İhlas ve Taharet İlişkisi
Bu anlamıyla ihlasın Kur'anî kavramlardan olan manevî taharete yakın olduğunu söyleyebiliriz. Bulanıklığın olmamasını merkeze aldığımızda taharet kelimesinde de temizleyicilik ve temiz oluşluk ifadesi akla gelmektedir. “Ve sekahum rabbuhum şeraben tahura/Rableri onlara tertemiz/temizleyici bir içki içirir.” Fe'ul vezninin mübalağa kipi olduğu bilinmektedir. Bu kip hem tertemizlik anlamına gelir hem de temizleyicilik anlamına gelir ki, Kur'an-ı Kerim'de gökten indirilen su için de ‘tahur' sözcüğünün kullanılması bizim bu fikrimize yardımcı olmaktadır.[6] Zaten İmam Sadık'tan aktarılan bu ayetin tefsiri bağlamında aktarılan bir hadis de bu görüşümüzü desteklemekte ve tertemiz ve temizleyici suyun neyi temizlediğini ortaya koymaktadır: “Onları Allah dışındaki bütün şeylerden temizler.”[7] Kalbinde mâsivanın bütününü veya bir bölümünü barındıran şahıs temizlenme ameliyesine tabi tutulacağına göre bu kalb ister cüzî kire bulaşmış olsun, isterse küllî kirlere bulaşmış olsun artık tahir değildir. Kişinin temizlenmesi veya temiz olmasının oranının ölçütü Allah sevgisidir. İmam Sadık'ın hadisinden kalpte barındırılan şeyin haram olmasıyla helal olması arasında bu taharet özelinde bir fark bulunmamaktadır. Yani haram düşünceleri bünyesinde barındıran insan ile helal düşünceleri kalbinde taşıyan cennetlik şahısların bütünü taharet ameliyesine tabi tutulurlar. Mü'min bir birey taharet kavramına bir de bu açıdan bakmalıdır.
Muhlis ve Muhlas Kavramları
Bu iki sözcük de ihlas sözcüğünden türetilmiştir. İlki “ehlesa” rübaî fiilinin ism-i faili ikincisi ise ismi mefulüdür. ‘Ente'd-Daribü' sen dövücüsün, ‘ente'l-madrub' sen dövülensin. Dikkat edilirse dövme eylemi ism-i failde de ism-i mefulde de olmasına rağmen ilkinde eylemi yapan kişinin kendisi iken ikincisinde eylemi yapan kişinin kendisi değil başka birisidir. Şahıs, yapılan eylemden etkilenen pozisyonundadır. Âşık-mâşuk, muhibb-mahbûb, katil-maktul, şârib-meşrub, akil-me'kul, camî-mecmu' vb. gibi sözcüklerde de aynı durum söz konusudur. Dolayısıyla muhlis sözcüğünde ihlas eylemi kişinin kendisi tarafından gerçekleştirilmiş iken muhlas sözcüğünde eylem başkası tarafından gerçekleştirilmiş, kul bu eylemin konusu olmuştur. Muhlis, amellerini Allah'a özgü kılan kimse iken, muhlas ise amellerinin ihlaslı oluşu Allah Teâlâ tarafından gerçekleştirilen şahıstır. Kur'an-ı Kerim'de her iki kavramda geçmektedir. Muhlis-muhlisûn sözcükleri Kur'an-ı Kerim'de 11 yerde muhlas-muhlesûn sözcükleri ise Kur'an'da 9 yerde geçmektedir. Kur'an, amellerinin Allah Teâlâ tarafından ihlaslı kılınan bazı kulların olduğuna işaret etmektedir. Bunların amellerinde, kalplerinde Allah Teâlâ'dan başka hiçbir şey bulunmamaktadır.
Burada göz ardı edilmemesi gereken dikkat çekmek istediğimiz iki husus var:
a-Her ihlas makbul değildir.
b-Muhlaslık Allah'ın seçkisi olmakla birlikte bu seçki ne iradeyi devre dışı bırakmaktadır ne de gelişi güzel cereyan eder.
Öncelikle muhabbetullahın ve ihlas lillah'ın makbuliyetinin ve karşılık görmesinin belirli bir ölçütünün olması gerekmektedir. Gelişi güzel ve sınır tanımayan, Kitabullah'ı ve Hatem'in sünnetini devre dışı bırakan bir muhabbet ve ihlasın geçerliliği problemlidir, hatta makbul değildir.
“De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (3/Al-i İmran/31)
Kişi Allah'ı sevebilir ve Allah'a karşı ihlaslı bir şekilde kulluk da sunabilir. Ancak her seven mahbub olmadığı gibi her muhlis de muhlas değildir. Bu muhabbet ve ihlas Kitab-ı Kerim'in ve sünnetin ışığında şekillenmelidir. Sünnet-i Resûl (s.a.a.) Sekaleyn'in iki öğesinden bir tanesinin İtret-i Tahire olduğunu söylüyor ve yaşamların buna göre şekillenmesini istiyor. Artık Ehl-i Beyt'in öğretilerinin kılavuzluğunda hareket etmeyen bir ihlas ve muhabbet çok su götürür.
İkinci soruya kısaca değinelim. Günümüz modernist düşüncenin masumiyetten anladığı Peygamberlerin iradesinin ellerinden alınmasıdır. Muhlaslık kavramına da biz bu anlamı yükleyince sanki iradeleri ellerinden alınan bir peygamber olgusunu savunuyormuşuz gibi bir manzara çıkıyor. Masumiyetin kulun iradesini ve kudretini elinden almadığına özellikle vurgu yapılır. Şiî ilahiyatçılar yaptıkları masumiyet tanımlarında bunu elden geldiğince göz ardı etmezler. Örneğin, biri kadim diğeri çağdaş ulemadan iki örnek sunalım.
Şeyh Murtaza ismeti “kulun kendi ihtiyarıyla çirkin eylemden kaçınmasını sağlayan Allah Teâlâ'nın fazlıdır'[8] diye tanımlar.
Şeyh Cafer Sübhanî ise ismeti şöyle tanımlar: “Mükellefi, kudretini elinden almamakla birlikte taati terk etmemeye, masiyeti işlememeye iten Allah Teâlâ'nın lütfudur.”[9]
Muhlaslık da kulun kendi iradesiyle ihlaslı davranması ve bu ihlasın Allah Teâlâ tarafından kabul edilmesidir. Allame Tabatabaî'nin de belirttiği gibi, kul o derece ihlaslı davranır ki, artık kalbinde ve düşüncesinde Allah Teâlâ dışında bir şey kalmaz. Bu ameliyenin ve cehdin sonucu olarak Allah Teâlâ ona muhlaslığı vermektedir.[10] Muhleslik, kulun cehdi ve Allah'ın vergisinin sonucudur. İhlas ameliyesine girmeyen bir insanın muhlas olması gibi bir durum söz konusu olamaz.
İhlas kavramıyla birlikte ele alınması gereken bir diğer kavram ictibadır. İctiba kelimesi cebiye fiilinin iftial babına konulmuş şeklidir. Rağıb el-İsfahanî “Cebiye” maddesinde şu bilgileri verir:
“Araplar: ‘Cebeytu'l-mâe fil havzı=Suyu havuzda topladım.' derler. Suyu içinde toplayan havuza ‘câbiye' derler. Çoğulda ise "cevâbin” kelimesi kullanılır. Çoğul kullanımı Kur'ân'da geçer. Yüce Allah şöyle buyurur: "Vecifânin ke'l-cevâb=Havuzlar kadar leğenler..." [Sebe', 13] Bu temel anlamdan hareketle kinayeli olarak vergi toplama işi için de "cibâye" kelimesi kullanılır. "Cebiytu'l-harâc" yani vergi topladım. Bu ayet de bu anlamın bir örneğidir: "Her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği." [Kasas, 57] Bu maddenin türevi olan "ictiba'" ise, istısfâ' ederek toplamak anlamına gelir.”[11]
Görüldüğü gibi istıfâ' (katışıksız hale) getirme anlamını da içinde barındırmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'de Peygamberlerin seçilişi için yectebi (katışıksızlaştırarak seçiyor) fiilinin kullanıldığı yerler gözümüze çarpıyor. Biz bunlardan sadece bir tanesine değineceğiz. Kur'an-ı Kerim'de en çok peygamber ismini içinde barındıran sayfa Enam Sûresi'nin 82. âyetiyle başlayan sayfadır. Allah Teâlâ bu sayfada 18 tane peygamberin ismini zikreder. Bu isimlerden sonra “ve min âbâihim ve zürriyâtihim ve ihvânihim vectebeynâhüm ve hedeynâhüm ilâ sırâtın müstakîm/ Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarına da (üstün meziyetler verdik). Onları seçkin kıldık ve doğru yola ilettik.” (6/el-Enam/87) Müctebâ' olan kimseler katışıksızlığı ifade eden şeyleri kendilerinde barındırırlar. Dolayısıyla kirden arıdırlar.
Muhlesun ve Masumiyet
Muhlesun/muhlesin kelimesinin geçtiği yerlerden ve masumiyete delalet eden yerlerden birisi Hicr Sûresi'nin 40. âyetidir. Bu ayet Âdem'in yaratılış serüveninin öncesini ve İblis ile Allah Teâlâ arasındaki diyalog bağlamında geçmektedir. Çalışmamızın sınırlarının dışına çıktığından dolayı bu âyetleri etraflıca ele almamakla birlikte bazı hususlara kısaca işaret etmek istiyoruz.
“Rabbim! Beni azdırmana karşılık.” (15/el-Hicr/39) Bu ayette göze çarpan husus İblis'in su-ı edebîdir. İblis azma ve sapma eylemini kendisine değil de Allah Teâlâ'ya nispet etmektedir.
“Ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım.”
Bu ayet şeytanın iki görevine dikkat çekmektedir. Süsleme ve gayya düşürme.
Ğayy kelimesi hakkında Rağıb el-İsfahanî “Fâsid bir itikaddan kaynaklanan cehalettir” der.[12] Ğayy sıradan bir cehalet değildir. Cehaletin ğayy olabilmesi için cehalet sahibinin o fâsid olan şeyin doğruluğuna inanıp peşine takılması gerekiyor. Halbuki diğer cehalet türlerinde şahıs bir konuyu bilmediğini söyleyebilir ve bilmediğinin farkındadır. O şeyin peşine de takılmaz. Ama ğayy da peşine takılıp doğru kabul etme olayı vardır.
Ayete bu bilgi ışığında tekrar baktığımızda şeytanın yeryüzündeki görevlerinin yanlış inançtan kaynaklanan cehalet oluşturmak ve günahları ve diğer şeyleri tezyin etmek olduğu ayetten anlaşılıyor.
Tezyin etme ve süslemeye de Kur'an-ı Kerim oldukça önem vermektedir. Kur'an-ı Kerim günahkar mücrimlerin eylemlerinin şeytan veya kendi nefisleri tarafından kendisine süslendiğine dikkat çekmektedir. Dahası puta tapma ve cahiliye dönemi insanlarının kendi öz çocuklarını öldürmeye varıncaya kadar bütün amellerin o amelleri yapanlara süslendiğine dikkat çekmektedir.[13] İşin korkunç tarafı şeytan veya nefis bu kötülüğü o derece süslemektedir ki, şahıs iyilik yaptığını ve güzel bir eylemde bulunduğunu sanmaktadır.
“(Bunlar;) iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.” (18/el-Kehf/104)
“Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi?” (35/Fatır/8)
Şeytan masiyetin zâhirî yüzünü o derece süslüyor ki, kul o süse aldanarak masiyet kategorisine giren eylemi işliyor.
Ancak Şeytan bu iki eyleminden bir grubu istisna etmektedir. O da ‘el-Muhlesun'dur. Bunları ne fâsid bir inanca sürükleyebilmektedir ne de bunlara herhangi bir günahı veya masiyeti süsleyebilmektedir. Şeytan bunu açık bir şekilde dile getirmektedir. Fakat bu, şeytanın onlarla uğraşmayacağı, günaha düşürme uğraşısının vermeyeceği anlamına gelmemektedir. Sırat-ı Müstakim üzerinde oturacağını ve bütün insanlara sağından solundan, önünden ve arkasından geleceğini söylemektedir.[14] Bu noktada Peygamber (s.a.a.) de dahil hiçbir istisnası yoktur. Ancak şeytanın bu şahıslara yönelik aldatma ve ayartma çabası boştur. Zaten kendisi bazı insanları dışta bırakmaktadır. Onun çabası velâyetini kendisine verenler üzerinde etkilidir. İblis'in süslemesi bir grup için sapmalarına ve günah işlemelerine neden olurken bir grup için ise “kurbetullah”a neden olmaktadır. Bu ikinci grup, sağlam kale olan Allah'a sığınmaktadırlar. Allame Tabatabaî'nin de belirttiği gibi, şeytanın hileleri ve süslemeleri bu grubun zikrullahına ve kurbetullahına neden olur.[15]
Özetle muhlas olan kişiler dış düşman olan şeytanın ayartmasından eman içindedirler. Şeytan bu gruba yanlış bir inanç verememektedir. Süslemelerini de zaten bu gruptakiler bilmektedir ve farkındadırlar. Bu nedenle ona aldanmaları mümkün müdür? Şeytanın aldatma araçları bunlar karşısında hiçbir yarar sağlamamaktadır. En iyimser deyimle dünya, mal ve makam ile aldatmaya çalışsa, katışıksız olan bu kişilerin kalplerinde dünyadan pay yoktur ki aldatabilsin. Esasında son derece dünyalık sevgiyi kalbinde taşıyan bir kimse muhlas (katışıksız) kul olamaz. Hatta bir adım daha ileri gidebiliriz. Şeytan cennet ile dahi bunları aldatamaz. Cennete girmeyi teşvik etse dahi bunlar kalplerinde Allah sevgisinden başka bir şeyi taşımadıklarından dolayı buna da aldanmazlar. Bu açıdan muhlaslar masum olmaktadırlar.
Geriye iç düşman ve etmen karşısında muhlasların durumu kalmaktadır. Kur'an-ı Kerim nefsü'l-emmâre karşısında bu grubun durumunu şöyle sunmaktadır.
“(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir.” (12/Yusuf/53)
Allah Teâlâ nefs-i emmâreden engellenmeyen bazı kişilerin olduğuna dikkat çekmektedir.
Özetle muhlasları masiyete sürükleyebilecek ne dış etmen vardır ne de iç etmen vardır. Zaten bizim masumiyetten kastımız da budur. Kişinin iradesinin elinden alınmaksızın dış ve iç etmenlere karşı uyanık olup masiyette bulunmamasıdır.
Masumiyet karşıtlarının adına biz bir soru yöneltelim. Belki de Kur'an-ı Kerim'de geçen muhlaslar sadece meleklerdir, peygamberler değildir.
El-Cevap: Hayır. Peygamberlerin muhlas olduğuna dair Kur'an'da açık ibareler vardır. Bu peygamberlerin bazılarının isimlerini sunalım.
1-Hz. Yusuf muhlas idi. “Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o muhlas kullarımızdan idi.” (12/Yusuf/24)
2-Hz. Musa (a.s.). “(Resûlüm!) Kitap'ta Musa'yı da an. Gerçekten o muhlas idi ve hem resûl, hem de nebî idi.”
3- İbrahim, İshak ve Yakub. “(Ey Muhammed!) Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Ya'kub'u da an. Biz onları özellikle ahiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık.” (38/Sad45-6)
Bir sonraki makalede Hz. Yusuf örneğinde muhlası inceleyeceğiz.
[1] Ebû Nasr İsmail İbn Hammad el-Cevherî (h.298), es-Sıhah Tacü'l-Luğa ve Sıhahü'l-Arabiyye, s.336, edit: Muhammed Muhammed Tamir, Esen Muhammed eş-Şamî ve Zekeriyya Cabir Ahmed, Darü'l-Hadis, Kahire, 2009.
[2] Sikatü'l-İslam Ebû Cafer Muhammed İbn Yakub el-Küleynî er-Râzî (h.329), el-Usul mine'l-Kâfî, c. 1, s. 47, Tahkik: Merkez-ü Buhusi Dari'l-Hadis, Matbaatü Dari'l-Hadis.
[3] Mevla Muhsin el-Feyz el-Kaşanî, Meheccetü'l-Beyza fi Tehzibi'l-İhya, c. 8, s. 128, Tahkik ve talik: Ali Ekber el-Ğıffarî, Menşuratü Müesseseti'l-Alemî, 2. Baskı, 1983.
[4] İnsanın davranışları cevarihî ve cevanihî olmak üzere ikiye ayrılır. Dil, el, koklama gibi organların gerçekleştirdiği eylemlere cevarihî kalbin gerçekleştirdiği eylemlere cevanihî denilir.
[5] Ebû Abdullah Muhammed İbn Ebubekir, Medaricü's-Salikin beyne Menazili İyyake nabudu ve iyyake nestein, c. 2, s. 94, Darü'l-Kütübi'l-Arabî, 1416.
[7] Feyz-i Kaşanî, Tefsirü's-Safî, c. 5, s. 165 Menşuratü'l-Alemî, 1982, Beyrut.
[8] Şeyh Cafer Sübhanî, İsmetü'l-Enbiya fi'l-Kur'ani'l-Kerim, s. 26, Müessesetü'l-İmami's-Sadık, Qum.
[10] Muhammed Hüseyin Tabatabaî, el-Mizan fi Tefsiri'l-Kur'an, c. 12, s. 164, Müessesetü'l-Alemî, Beyrut, 1411h.
[13] Puta tapmanın süslenmesi için bkz. en-Neml/27/24, evladları öldürmenin süslenmesi için bkz. 6/el-Enam/137, bütün şeylerin süslenmesi için bkz. 6/el-Enam/43 ve 29/el-Ankebut/38 .
[15] el-Mizan fi Tefsiri'l-Kur'an, c. 12, s. 164.