Kurân-ı Kerîm kendinden bahsederken muhteviyatındaki bazı ayetleri muhkem, diğer bazılarını ise müteşâbih şeklinde tanıtmaktadır. “Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşâbihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan ve ilimde derinleşenler başkası bilemez: (İlimde derinleşenler) ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” (Âl-i İmrân Sûresi: 7).
Muhkem ayetler hüküm bildirirler ve ikircikli anlamlar taşımazlar. Bunun yanı sıra müteşâbih ayetler ise birden çok anlama gelir, manası herkes tarafından kolayca anlaşılmaz ve açıklanması için başka delillere ihtiyaç duyulur. Kur’ân ile insan arasındaki benzeşimden hareketle insan için de aynı kategorizasyonun mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Yani, usûl-i tefsirde müteşâbih ayetleri anlamak ve anlamlandırmak için muhkem ayetlere başvurulduğu gibi, insanın müteşâbihatını aynı yolla, yani, insanın muhkematı yoluyla anlamak mümkündür.
Bu bağlamda Kur’ân üç muhkem kimlikten hareketle kimlik tasviri yapmaktadır; Mü’min, Kâfir, Münafık… Bakara sûresinin hemen başında bu üç kimlik hakkında bilgi verilemekte ve karakteristik özellikleri tanıtılmaktadır. Bu kimlikler, tüm insanlar için muhkem kimlik tanımlamalarını içermektedir. Bunların haricinde Kur’ân başka kimlik tanımlamaları yapmakta mıdır? Tarih içerisinde bu üç kimlikten başka kimlikler yok mudur? Elbette vardır; ama bu tanımlamaları müteşâbih kimlikler kategorisinde değerlendirme eğilimindeyim. ”Ey insanlar! Şüphesiz biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizi tanımanız için sizi boylar ve kabileler kıldık” (Hucurât Sûresi: 13). Ayette işaret edildiği üzere kabile ve boylara dayalı etnik varoluşlar sadece insanların teârüfü/birbirlerini tanımaları için söz konusudur. Bu bağlamda etnik kimliğin sadece işlevsel bir yönü bulunduğunun altı çizilmelidir. Sadece etnik kimlikler değil ebeveyn, cinsiyet, musta’zaf-müstekbir, ezen-ezilen vb. kimliklerin müteşâbih kimlikler olduğunu ileri sürmekteyim. Nitekim ayetin devamındaki “Allah katında en kerem sahibiniz O’ndan en çok çekinenizdir” buyruğu, müttaki kimliğini işaret eder; bu da Mü’min muhkem kimliğinin içindeki ayrı bir kategoriye ait kimliktir. Ayet, etnik kimliğin varoluş nedeni olan teârüfü, mü’min kimliğinin özelliği olan Allah’tan çok çekinmemeye işlevsel bir araçsallaştırma getirmektedir. Maalouf’un kimlik tartışmalarının başka bağlamında dile getirdiği cümleyi burada kullanmak istiyorum, “Herkesin yaşamında önem taşıyan aidiyetler, her zaman, temel olarak bilinen, dilden, derinin renginden, ulusal kimlikten, sınıf ve dinden kaynaklanan aidiyetler olmamıştır.” (Maalouf; s.18) Aslında Kur’ân’ın savunduğu kimlik tanımlaması tam da bu tanımlamanın karşısında yer almaktadır; din kaynaklı bir aidiyet. Ama bu diğer kimliklerin yok sayıldığı anlamına gelmemektedir; bu ikincil kimlikler müteşâbih kimlikler olarak konumlandırılmaktadır.
*** *** *** *** ***
“Bugün çok sık yapıldığı üzere, çağdaşlarımız ‘kimliklerini vurgulamaya’ yöneltildiğinde, bununla onlara söylenmek istenen, içlerindeki, çoğu zaman dinsel ya da ulusal veya ırkçı ya da etnik nitelikleri, sözüm ona temel aidiyete dönmeleri ve bunu gururla ötekilerin suratına çarpmaları gerektiğidir ”. (Amin Maalouf Ölümcül Kimlikler Yapı Kredi yay. 2008; s. 18)
Maalouf’un kullandığı bağlamda kimliklerin bir arada yaşama şansı mümkün müdür? Huntington, ‘medeniyetler çatışması’ kavramı ile önümüzdeki dönemde uluslararası ittifakların kurulmasında medeniyetlerin belirleyici olacağı ve dolayısıyla olası çatışmaların farklı medeniyetler arasında gerçekleşeceğini öngörüyor. Kimliklerin bir arada yaşama ihtimali olamadığı anlamına mı geliyor bu?
Elbette bir arada yaşama imkânı bulunmaktadır. İslam tarihi bu tecrübeye bizzat şahadet etmektedir. Bizzat Hz. Peygamberin kendisi, Yahudi ve Hıristiyanlarla bir arada yaşamıştır. Dımaşk gibi sonradan İslam şehri hususiyeti kazan şehirlerde Yahudi ve Hıristiyan mahallelerin yapısı bozulmamış, Müslüman mahalleleri bu şehirde ayrıca teşkil edilmiştir. İslam tarihindeki benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. O halde Maalouf’un Ölümcül Kimlikler tanımlamasını ve Huntington’un, medeniyetler çatışması kavramını acelecikle kabul etmemek gerekmektedir. Burada kimliklerin ölümcüllüğü değil ölümsüzlüğünün altı çizilmeli ve kapalı medeniyetler açık medeniyet hüviyetine bürünerek, ölümcül hale getirdiği kimlikleri kucaklanmayı öğrenmelidir.
Tam da burada günümüz dünyasının duçar olduğu kapalılık hastalığına değinmek gerekmektedir. Kapalılık toplumsallıktan medeniyete geçememe durumu değildir. Kapalı medeniyet cihanşümul bir portre çiziyor olsa da bu cihanşümulluk hoşgörü anlamına gelmemektedir. Kendi medeniyetinin sahip olduğu değerleri diğer toplum ve medeniyetlere dayatma çabası bu tür bir değerlendirmenin yapılmasına engel oluşturmaktadır. Zira dünyanın yakın geçmişte yaşadığı tecrübeler bu doktrinin devlet sistemlerinde de yer ettiğini göstermiştir.
Bunun en bariz örneği ulus devlet yapısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Ulus devletin muhtaç olduğu kudret devletin kurucu unsurunun damarlarında aranmaya kalkışılmıştır. Hâl böyle olunca modernitenin hasta çocuğu ulus devlet, kimlikleri savaşa sürüklemiş ve bu kimlikler ölümcül hâle gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde -Zwaigh’ın tabiriyle Dünün Dünyası’nda- kimlikler daha çok teârüfe yaramaktayken, bugünün dünyasında ise durum tam aksi istikamette yol almaktadır. Yarının dünyasında ise ne şekilde seyir edeceği ise meçhul.
*** *** *** *** ***
Ulus devlet, müteşâbih bir kimlikten hareketle bir erk oluşturmaya çabaladı. Yukarıda değinmeye çalıştığım gibi, muhkem kimliğin önüne geçirilerek yapılacak her türlü inşa insanlığa kalıcı çözümler üretmek yerine, kesin çözümü engelleyici “kör çözüm”ler olacaktır. Peki, neden ulus devlet müteşâbih bir kimlikten hareket etti?
Aydınlanmanın bir eseri olan Fransız ihtilali ulus kimliğe yapılan vurguyu başka bir mecraya çekti. Amerika’nın bağımsızlık savaşına yapılan maddi yardımlar Fransız halkını zor duruma sokmuştu. Bundan böyle kaynakların yabancı bir uyruk için harcanması söz konusu olmamalıydı. Fransızların parası yine Fransızlara harcanmalıydı. Neticede ihtilal gerçekleşmişti; ama bunun öncülü sadece Amerika özgürlük savaşına yapılan yardımlar değildi. “Aydınlanmacı” aklın da bu kurguda önemli bir rolü bulunmaktaydı.
“Aydınlanma” paradigması, toplum içinde bireyi öne çıkardığı gibi, toplumlar içerisinde de sadece kendi toplumunu öne çıkarmaya başladı. Toplum içerisinde ferdin yeri neyse, bundan böyle de dünya içerisinde ferdin “aydınlanmacı” ulus da aynı varlık mertebesinde yer almaktaydı. Günümüz dünyasına da sinen bu hastalığa halen giriftarız. Günümüz Fransa’sı Müslüman Mağriblilere bu yüzden tahammül edemediği gibi, Almanya’daki vatandaşlarımıza da bu nedenle çeşitli eziyetler yapılmaktadır. Orta doğunun -benim tabirimle- ölümsüz kimlikleri aydınlanmacı modernist ulusçulukla -Maalouf’un tabiriyle- ölümcül bir hale dönüştürülmüştür.
Aslında Avrupa tarihi kendi kimliklerini aydınlamadan evvel (100 Yıl ve 30 Yıl savaşlarıyla) ölümcül hale getirmişti. Şimdi Müslümanların ekseriyetini oluşturduğu Ortadoğu coğrafyasında benzer bir senaryoyu izlememiz istenmektedir. Ama şu unutulmamalıdır ki bu coğrafya birlikte yaşayabilme sınavından geçmiş birçok kültürü barındırmaktadır.
Bu sınavı verebilmiş olmak çok kültürlü bir yaşam sahasında, farklı kimliklerin bir arada yaşamış olma tecrübesini gerçekleştirebildikleri anlamına gelmektedir; bu da günümüzün müzmin hastalığına çarenin mevcut olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
Günümüz dünyasında bunun ne kadar zor ve gerçekleştirilemez olduğu iddialarını duyuyor gibiyim. Sabırsız yüreklerin, titreyen zayıf gönüllerin inançlarını yitirdiklerini müşahede etmekteyim. Bu zevata -anlatmaya çalıştığım derdimin ispatlanabilir olduğunu göstermesi hasebiyle- Hatay örneğini vermek istemekteyim. Müslüman, Hıristiyan, Yahudi kimliklerin bir arada yaşadığı bu nadide şehir günümüz dünyası için belki de bir umut olabilir.
*** *** *** *** ***
Bu umutların Ortadoğu’da filizlenmesini istemeyenler farkı aktörlerle kimlik savaşını körüklemeye çalışmaktadır. IŞİD operasyonu da bu çerçeve içerisinde düşünülmelidir. Bu tekfirci zihniyet piyonuyla, coğrafyada tarihsel kökleri bulunan ölümsüz Şia ve Ehl-i Sünnet kimlikleri arasında bir savaş çıkarmak istenmektedir. Savaşta Müslümanlar birbirlerini katlederken Amerikan çiftçisi, kendisine sömürülerek getirilen ucuz ve kanlı bir benzinle sürdüğü kanlı tarlasından beslendiğinin farkında olabilecek mi? En azından Obama ve petrol sermayedarları farkında… Şia ve Ehl-i Sünnet arasında meydana getirecekleri savaş onlara hammadde, gayr-ı meşru çocukları İsrail’e ise güvenlik sağlayacak(!). Ölümcülleştirilmeye çalışılan kimlikler üzerindeki bu oyunun bizatihi kendisi, planın hedeflerini ifşa etmektedir.
Ülkemiz açısından da tehlikeli bir mecraya sürüklenebileceğimiz bu desiseye çok ihtiyatlı yaklaşmak gerekmektedir. Kürt-Türk kimlikleri üzerinden yapılan çalışmalara Alevî-Sünnî anlaşmazlığı da eklenmeye çalışılmaktadır. İstanbul’da yakılan Caferî mescidini bu minvâlde okumak gerekmektedir. Allah’ın mescidinde, Allah’ın ayetlerinin okunması ve namaz kılmak için toplanan insanların ateşe verilmek istenmesi ne şekilde yorumlanabilir? Yönetici, münevver ve âlimlerimzin bu konuda çok ama çok hassas olması elzemdir. Benzer olayların hemen akabinde yetkili bir ağızdan derhal kınama gelmesi ve olayın faillerinin bulunması gerekmektedir. Zira ı) devlet vatandaşının hayatını, malı ve canını korumakla mükelleftir. ıı) Bu duruşun sergilenmemesi halinde de iki tehlike söz konusu olur: a) saldırıya maruz kalan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının meşru yönetime itimatlarının azalması/kalmaması b) saldırıyı yapanların cesaret bulup eylemlerine devam etmesi. Bu şekilde de kısır döngü devam edip gider.
Tüm bunların yanında şu ebedî düsturları da herkesin hatırlaması gerekmektedir:
Savaş ateşini ne zaman körükleseler, Allah onu söndürür. Yeryüzünde bozgunculuğa çaba harcarlar. Allah bozguncuları sevmez. (Mâide Sûresi: 64)
Doğrusu onlar, (hileli) bir düzen planlayıp kuruyorlar. Ben de bir düzen kurup hazırlamaktayım. Sen şimdi kâfirlere bir mühlet ver, kendilerine az bir süre tanı. (Târık Sûresi: 15-17)