Neredeyse her şeyin yalama yaptığı, yozlaştığı, değer erozyonuna uğradığı bir dönemdeyiz. Herkesin dilinde; Allah, din, iman, ibâdet, iyilik, güzellik, hak, hukuk, adâlet, özgürlük, barış, demokrasi, insan hakları, eşitlik vs. kavramları…
Kimse “en güzel adam olmaklığı” kimseye kaptırmıyor. Herkes @ kalite. İnsanlık davası yarışında birinci. Altın kupa, altın madalyada hak sahibi.
Bu hal elle tutulur, gözle görülür pozitif sonuç ve değerleri olan konularda da böyle; soyut, göreceli konular ve siyasi-dini alanlarda da böyle.
Ve işin garibi bütün bu görüntüler, iddialar % 99,5 gibi yüksek oranda Müslüman oldukları kimliklerinde belirtilmiş bir toplumda var olan hal-u ahvâl...
Ehli Beyt’in Piri Hazreti Muhammed döneminde toplum içinde kariyer sahibi bir takım zevat yanlış yaptığında hem bir dini otorite ve hem de devlet başkanı sıfatıyla Allah’ın Elçisi (s.a.a) yanlış yapanın kişiliğine, kimliğine, kabile durumuna, maddi zenginliğine, hangi tabakadan biri oluşuna bakmadan hukuk neyi gerektiriyorsa o cezayı takdir eder ve gerekeni yapardı… Cezalandırmada bu hak ve adalet uygulaması gerçekleştirildiği gibi görevlendirmede de kişinin ehliyetini dikkate alır ve ona görev verirdi efendimiz...
Kendilerinin eşraftan oldukları vehminde olan bir takım kimseler de duruma göre Efendimize (s.a.a) gelir bazen cezayı pas geçmesini veya ehliyetleri olmamasına rağmen bir takım işlerin kendilerine verilmesini talep ederlerdi. Tarih bütün çıplaklığıyla şahittir ki Gönüller Sultanı (s.a.) zerre kadar dahi olsa haksızlık etmeyerek hak ve adalet neyi gerektirmiş ise onu takdir buyurmuştu. Hata bir seferinde (bir hırsızlık cezasının verilmesi konusunda), “kızım Fatıma bile olsa cezası ne ise onu çekinmeden uygulardım.” buyurmuş ve ne denli yandaşlıktan uzak adalet ehli olduğunu sözü ve davranışıyla ortaya koymuştur.
Yine Müminlerin Emiri Hazreti Ali de kendi hükümetleri döneminde kardeşi Akil’in; ‘ya bana devlet hazinesinden yüklü miktarda yardım yaparsın veya Muaviye’nin safına geçerim’ tehdidi karşısında, zerre miktarı zulme sapmayarak kardeşinin teklifini kesin ve şiddetle reddedişi tarihin kaydettiği adalet örneklerindendir.
Ve gelelim zamane din(i)darlarının dindarlık ölçülerine:
Görevlendirmede, bir iş vermede, cezaları uygulamada, Yüce Kuran’ın; “… emâneti ehline veriniz.” [Nisâ (4): 58], “… Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, cezayı uygulama konusunda … acıma duygunuz size engel olmasın.” [Nûr (24): 2], “…Adâletli olun, muhakkak ki Allah adaletli olanları sever.” [Hucurât (49): 9] vs. gibi evrensel ölçütlere uygun mu davranılmakta, yoksa taraftarlık, yandaşlık, candaşlık, mezheptaşlık, partizanlık, hemşehricilik, kabilecilik, ilkel milliyetçilik mi yapılmakta?
Görevlendirmeler meydanda, ihaleler meydanda, atamalar meydanda, zenginleşenler meydanda, cezalandırmalar meydanda… Her şey göz önünde…
Şimdi tekrar soruyoruz: Allah ayetinde; “Allah katında en değerli olanınız en takvalı (Allah’ın emir ve yasaklarına en fazla uyanınız) olanınızdır.” [Hucurât (49): 13] buyuruyorken neden bu tersine çevrilerek “Allah katındaki değer” “İnsanlar yanındaki değer”e dönüştü ve görevlendirme de ehliyet değil de Hak katındaki değer ölçüsü öne çıkarıldı?
Ve yine soruyoruz bu dindarlık mı, yoksa din(i)darlık mı?
Yoksa bu durum dinsizlik mi, densizlik mi?
Kurân’ın evrensel beyanlarını tersyüz etmek dindarlık ise, bu durumda dinsizlik ve densizlik ne?