Siyaset dediğimiz şey nedir? Kelimenin kökeni itibariyle seyislikle ilgili olduğunu biliyoruz. Tıpkı bir atın terbiye edilip, ehlileştirilmesi ve dizginleştirilmesi sürecinde olduğu gibi, toplumun da terbiye edilme sürecine ihtiyacı vardır.
“(Süleyman) ‘onları(atları) bana geri getirin’ (dedi). Sonra da (onların) bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.” (Sâd: 33)
Siyaset, doğası gereği çatışma alanıdır. Bu alanda ahlakî olmayan tutumlar dizginlenmediği takdirde toplumda ideal olan istikrarın elde edilmesi mümkün görünmemektedir. Bu istikrarın sağlanabilmesi için sorunlara toplum odaklı bir anlayışla çözümler üretilmeye çalışılmaktadır. Bu çerçevede toplum “dizginlenebildiği”, “terbiye” edildiği müddetçe siyasetin başarılı olduğu genel kabul gören bir durumdur. Tam da bu noktada şunu sormak gerekmektedir: Söz konusu toplumun “terbiye” edilmesi, dizginlenmesi başka bir deyişle ıslah edilmesi ne şekilde mümkündür?
Bu soruya Müslüman hekîm ve filozofların görüşleri bağlamında ele almaya çalışalım. Bu mütefekkirler siyaset denilen olguyu üç ana kategoride incelemişlerdir; ı) siyâsetü’n-nefs (nefis siyaseti), ıı) siyâsetü’l-beyt,(hâne siyaseti) ııı) siyâsetü’l-mudun (şehirler-ülke siyaseti).
Yukarıdaki sıralama boşa yapılmamıştır. Devleti yönetmek için insanın öncelikle kendi ev idaresini yerine getirebilmesi gerekmektedir. Elbette ev yönetimini de hakkıyla yerine getirebilmenin temel şartı, insanın ilk çatışma alanı olan kendi nefsini dizginleyebilmek ve onu terbiye edebilme yolundan geçmektedir. Dolayısıyla ariflerin seyr û sülûk dedikleri mesele de kesinlikle toplumsal alandan uzak bir eylem repertuarına sahip değildir. Bu şahıslardan en üst zirveye çıkmış olanlarının bile topluma nasıl intibak ettikleri, zalim ve zorbalara karşı mücadele ettiklerine tarih sahifeleri tanıktır. Bu münevver zatlar toplumu gerçek anlamda yönetebilecek salahiyete sahip hakiki önderlerdir.
Haliyle toplumun idarecisi, mürebbisi, seyisi olacak kişilerin öncelikle kendine içkin bir siyasi repertuarı olmalı ve bu repertuardan edindiği donanım ve zenginlikle toplumu da yönlendirebilmelidir. Aksi halde kendi nefsindeki zaaf ve hastalıkların da toplumsal karşılığını bulmaması düşünülemez. O zaman da balık baştan kokmaya başlar.
Peki, erdem sahibi böyle bir seyisin mevcudiyetinin, toplumsal karşılığını bulmaması mümkün müdür? Peygamberlerin ve Masum İmamların bu toplumsal karşılığı bulmadığı tarihsel bir hakikattir. Altını tekrar çizelim; kendi derunî yolcuğu esnasında, nefis patikalarında diken ve çalılara takılmadan ne şekilde yürüneceğini bilen bilge kişi, bu patikaların dış dünyadaki karşılığı olan yollarda da topluma kılavuzluk edebilir; başkası değil. Bu kişinin bu yolda rehber olarak seçilebilmesi için toplumsal bir mutabakatın olması gerektiğini de gözden kaçırmamak gerekmektedir.
Bu durumda bilgelerin iş başına gelebilmesi için toplumun bu yönde bir istek ve arzusunun bulunması şarttır. Sosyal tabakaların her birinde iyiye ve erdeme yolculuk etme ve bu doğrultuda yetiştirilme talebi bulunmalıdır. Zikredilen talebin olmaması hâlinde ise bilinmezlik, erdemsizlik ve vahşetle dolu bir siyasi eylem repertuarıyla karşı karşıya kalınmaktadır.
Günümüz modern Batılı aydınlanmacı siyaset uygulayıcılarının “Nereye gidiyorsunuz?” (Tekvîr: 26) ilahî sualine verdikleri cevap tam olarak da bu çerçevede önem arz etmektedir. Ârifler “Öyleyse Allah’a kaçın; gerçekten ben sizi, O’ndan yana açıkça uyarıp korkutmaktayım.” (Zâriyat: 50) derken, “Onlar ateşe çağırmaktadır.” (Bakara: 221)
Tüm bunlar mikro kozmos ve makro kozmos arasındaki ilişkinin bir benzerinin birey ve toplum arasında da mevcut olduğunu hatırlatmaktadır. Bu nedenle, toplumsal olanın siyasal tezahürü olarak şu hadis üzerinde düşünmek icap etmektedir: “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.” Binaen aleyh, bu sahada da ilahî kanun haricinde gerçek bir sosyolojik kuralın bulunmadığı ortaya çıkmaktadır: “Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirinceye kadar, bir toplulukta olanı değiştirmez.” (Ra‘d: 11)