TELEVİZYON DİZİLERİ-I

H.Hüseyin Güneş

1463 kere okundu
13 Temmuz 2015 Pazartesi
742-7551-c6eb6ea5yazi.jpg

Dizi sektörü son yıllarda tüm dünyada bir çıkış yakalamış durumda. Bu durum öyle bir hâl almıştır ki dizilerin, Holywood’un sinema sektörüne büyük darbe vurduğu yorumlarının yapılmasına neden olmaktadır. Bu çıkışın ticari önemi bir yana, bizi ilgilendiren tarafı insanlığın dizilere olan teveccühü; bu teveccühten yapımcıların kimi mercilerle işbirliği içerisine girerek sosyal, psikolojik ve sosyo-psikolojik algı operasyonlarına başvurmalarıdır.

Öncelikle insanların neden sinema yerine daha çok dizilere teveccüh ettiğinin sorgulanması gerekmektedir. Arkası yarına duyulan bir merakla izah edilebilecek bir durum mu bu? Yoksa başka nedenler de bulunmakta mıdır? Elbette her sosyal hadise gibi bu vakıayı da tek bir nedene (arkası yarına meraka) bağlamak pek sağlıklı olmayacaktır. Dolayısıyla söz dizi izleme ritüelinin tüketim kültürüyle de çok yakın bir ilişkisi bulunmaktadır. Bu ilişkiyi çok basitçe iki kategoride ele almak istiyorum.

İlk olarak izleyicinin sinemadaki doyumunun filmin bitmesiyle sona ermesiyle bunu ilişkilendirmek gerekmektedir. İzleyici, içinde bulunduğu tüketim kültürünün bir nesnesi (ve aynı zamanda da bir üreticisi olarak da öznesi hâline geldiğinden) tatminkâr izleme eyleminin sinemanın the end yazısıyla son bulduğunu artık keşfetmiştir. Tabii eğer izlediği film tatminkâr ise… Bu nedenle tatmin durumunun sürdürülmesi için (çünkü artık kendi tüketim alanını kişi kendi yaratmaya, inşa etmeye adaydır) izleyici yeni film arayışlarına girmeye başlar; bu hâl bir peş peşe film izleme ritüeline dönüşür.

Burada söz konusu olan eylem, bir biriyle bağıntısız filimler serisine, yani kişinin kendi zihin dünyasına ve zevklerine göre şekillenen sinemalar dizisine dönüşmektedir. Ancak bunun bazı açmazları vardır. Zira her film izleyiciyi tatmin etmemekte, üstelik bu tatmin etmeyen filmler kümesini bir araya getirebilmek için çok çaba ve zaman harcamak gerekmektedir. Tam da bu çıkmazlar nedeniyle kişi konusunu ve senaryosunu beğendiği dizileri keşfetmeye başlar. Keşfettiği dizileri haftalık izler ve sonraki hafta da izleyeceği bölümden çok tatmin olacağını bildiğinden, heyecanla haftanın günlerini sayar. Yakın çevresine de diziyi tavsiye eder ve eğer 4-5 sezonluk tatminkâr bir diziye başlayan yeni birisiyle karşılaşırsa, bu kişinin bir günde bir sezonu izleme olanağının bulunmasını büyük bir şans olarak tanımlar; zira bu tür bir tatmini kendi de daha evvel tecrübe etmiştir.

İkinci neden ise, tüketim kültürünün fast food anlayışıdır. İzleyici tatmin olup olmayacağını kestiremediği 2-3 saat sürecek bir film yerine en çok 40-45 dk. sürecek ve daha fazla tatmin olacağı bir zaman dilimini tercih etmektedir. Kısa sürede çok tatmin şeklinde tanımlayabileceğimiz bu etkenin de dizi izlenme oranlarının yükselişinde payı olduğunu düşünüyoruz. Bunun yanında dizi sektörü yeni bir kategori daha oluşturarak kendine yeni bir alan yaratmayı da başarmıştır. Dizi sinema şeklinde başlıklandırılabilecek The Fall ve Sherlock Holmes ve benzeri kategorideki yapımlar, bir sezonda 3-4 bölümden oluşmakta ve her bölüm de bir buçuk-iki saat sürebilmektedir. Bu ve benzer diziler de kendine bir tatminkâr izleyici kitlesi yaratabildiğinden Kısa sürede çok tatmini uzun sürede çok tatmine yaymaktadır.

Meselenin asıl boyutuna geldiğimizde şunu sormamız gerekmektedir: Diziler ne işe yarar? Yukarıda çok kaba bir şekilde tasvir etmeye çalıştığımız durumdan da anlaşılacağı üzere, kitlelerin tüketim toplumunda tutulması işe yaramanın akla ilk gelen neticelerden biridir. Ama bunun ötesinde de hizmet ettiği bir şey var gibidir. Mesela siyasi iktidarlar kendi söylemlerini diziler üzerinden pazarlayıp kitlelerin algısını değiştirebilmekte veya üzerlerinde oynayabilmektedir. Bunu Kurtlar Vadisi’nde yıllarca gördük; şimdilerde de benzer bir durum Diriliş dizisi için söz konusu Er-Doğan ve Er-Tuğrul arasında kurulan ilişki gözden kaçmayacak kadar barizdir. Doğan ve Tuğrul’un anlamlarının yırtıcı kuş olduğu bir tarafa, yırtıcılıklarının Suriye toprakları üzerine yoğunlaşması da gayet manidardır. Var olduğu iddia edilen Yeni Osmanlıcılık akımının bir yansıması olarak addedilebilecek dizileri de bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Kanunî Sultan Süleyman biyografisi niteliğindeki muhteşem yüzyıl adlı dizi tam anlamıyla postmodern bir yapıyla insanlara sunuldu. İçi boşaltılmış bu tarih dizisinde Kanunî’nın dizinin ilk sezonunda neredeyse Harem-i Hümâyûn’dan dışarı çıkmadığı her akl-ı selîm kişinin garibine gitti. Üstelik bu nasıl bir Harem’di ki dizi boyunca isteyen her er kişi elini kolunu sallaya sallaya buraya girebilmekteydi. Burada dizinin bir kurgu olduğu iddiasıyla bir savunma yapılabilir; ancak tarihî bir dizi yapılıyorsa bu işin de bir ciddiyeti ve âdâbı olduğu herkesçe bilinmelidir.

Benzer bir durum TRT-1’de bu Ramazan ayı münasebetiyle ekranda yerini alan Yunus Emre Aşkın Yolculuğu adlı dizide de söz konusudur. İnsan ilk başta bu aşkın ilahî aşkı çağrıştırması gerektiğini düşünse de yirmi küsur bölüm yayımlanmış olmasına rağmen henüz Yunus’ta bu tür bir ilerleme kaydedilmiş değildir; üstelik şeyhinin kızıyla bir yakınlaşma da söz konusudur ve hatta şeyhin kızı Yunus’a sırılsıklam âşıktır.  Ayrıca dikkatleri celbeden önemli bir husus da dizide meydana gelen son gelişmelerdir. Buna göre Yunus’un intisap ettiği Taptuk Emre’ye asılsız iftiralar atıldığından Şeyh hazretleri, Selçuklu merkez kâdılığı tarafından soruşturmaya tabi tutulur ve bir müddet hapiste tutulur. İftiraların yalan olduğunun ortaya çıkmasıyla Taptuk Emre ve yönetim arasındaki sorunlar çözülmüş olur. Bu kurgu bizlere hemen AKP ve Gülen hareketi arasındaki soğuk savaşın bir iz düşümü gibi görünmektedir. Ancak aklımızı kurcalayan mesele cemaat şeyhinin TRT dizisinde neden aklandığıdır. Biraz komplo teorisi üreterek bunun Fethullah Gülen cemaatine bir zeytin dalı uzatma girişimi olabileceği ihtimali üzerinde duralım; zira AKP son seçimlerde istediği oy oranını yakalayamadı; muhtemel bir erken seçim de ufukta göründüğünden neden olmasın?

 Bu komplo teorilerini bir tarafa bırakıp mevzuya kaldığımız yerden devam edelim. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayında Mısır’da Ramazan dizisi olarak gösterime giren حارة اليهود/Yahudi Mahallesi adlı dizi de benzer özellikleri taşıyarak gösterime girmişti. Dizinin ilk bölümlerinde Mısır’da yaşayan Yahudiler üzerinden bir Yahudi sempatisi oluşturulmaya çalışıldı. Öyle ki Mısır’daki İsrail sefareti resmi Facebook sahifesinden diziye methiyeler dizdi. Ancak gerek kamuoyunda ve gerekse bazı Arap medyasında konunun irdelenmesi nedeniyle olacak ki sonraki bölümlerde işin seyri değişmeye başladı; tabii İsrail sefaretinin yeni açıklaması tam aksi yönde seyir değiştirdi. Kamuoyunda ve bazı Arap medyasında dizinin eleştirilme sebebi, dizinin İsrail’in Arapları hezimete uğrattığı 1948 yılında geçmesine rağmen yaratılmak istenen algıydı; üstelik Filistin-Kudüs sorunun İsrail tarafından iyice çıkmaza sokulduğu yıl da aynı yıldı. Bu tür siyasi algı şekillendirmelerinde dizilerin kullanımına Amerika yapımı dizilerde de rastlamak mümkündür; bunların öne çıkanlarından biri hiç şüphesiz 24 dizisidir.

Yeri gelmişken şunu hatırlatmamızda fayda olduğu kanaatindeyiz: Aşk-ı Memnû, Fatmagül’ün Suçu Ne, Gümüş vb. bazı Türk dizilerinin çok önemli bir misyonu daha bulunmaktadır. Bunlar ve benzer diziler Ortadoğu coğrafyasına ihraç edilmekte ve kimi ahlakî değerlerin hiçe sayılmasını meşrulaştırma zeminini yaratmaktadır. Bu dizilerin ihtiva ettiği müstehcen sahneler bir yana, sundukları seküler yaşam tarzı da ayrıca üzerinde durulması gereken hususlardır. Müstehcen sahneleri tıklanma rekorları kırıyor diye ulusal medyamızda haber konusu olan bu tür dizlerin Orta Doğu’daki Müslüman Türk algısını da yerle bir ettiğinin farkına varmamız gerekmektedir. Ama ne yazık ki önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bile, Cumhurbaşkanı olduğu dönemde bir vesile ile Arap ülkeleri temsilcilerine verdiği yemeğe, dizide Gümüş (Arapların tabiriyle Nur) karakterini canlandıran Songül Öden’i çağırmıştı.

Aşk-ı Memnû adlı dizi ise daha bir faciaydı. Halit Ziya Uşaklıgil’in eminim kemikleri sızlamıştır eserinin dezenformasyonu yüzünden. Tolstoy Anna Karenina’yı hangi gayeyle yazdıysa Halit Ziya da Aşk-ı Memnû adlı romanını aynı gayeyle yazdığını düşünmekteyim; Evli bir bayanın ve bekâr bir erkeğin yaşayacakları yasak aşkın doğuracağı sosyal ve psikolojik kaosun ortaya konulması. Ancak eserin dizi versiyonunda Bihter (Beren Saat) ve Behlül (Kıvanç Tatlıtuğ) adlı karakterlerin gayr-i ahlakî ilişkisi sevimli ve kutsal hale getirildi.

Diziler hakkında söylenecek çok şey var; o halde bu yazı da devam etmeli…

 

 

Öne Çıkan Haberler
İktibaslar