Kürdistan da “Son Devlet”in bir şubesidir

Gürkan Biçen

3132 kere okundu
29 Aralık 2015 Salı
5328-hqdefault.jpg
Paradigmanın İflası isimli kitabında Fikret Başkaya evrensel bir iktisat biliminin olmadığı, bunun Batı'nın bir dayatması olduğu iddiasını koçbaşı olarak kullanır. Böylece kapıdaki adam, kapıyı nazikçe çalmamakta, kibirden ve sömürüden inşa edilen bu kalenin muhafızlarını “gelenin kim olduğunu görmek üzere” surlara koşturmaktadır. Hali hazırda kalenin avlusunda kapıyı nazikçe çaldıkları için içeri kabul edilen onlarca insan vardır ve bunlar kurallara riayet edeceklerini peşinen taahhüt etmişlerdir. İçerideki konuşmaları, gülüşmeleri ve hatta tartışmaları kalenin kurallarına riayet ölçüsünde müsamaha ile karşılanmaktadır.
 
Kutsalın geri plana atılmasından evvel siyasi yapılanmaların temel mantığını aynı inanç sistemini paylaşanların hâkimiyet hakkına sahip olmaları oluşturuyordu. En üstte dini aidiyet ve bunun altında yine görece etkileri ile kavim ve aşiret örgütlenmesi yer alıyordu. O dönemde siyasi yapılanma kalesinin kuralı bu idi ve Fransız ihtilali ardından gelen süreç kutsalın geri plana itilmesi ve siyasi yapılanmada dil ve kavim birliğinin öne çıkarılması sonucunu doğurdu. Bu yönüyle ihtilalciler iktisat bilimi kalesinin önündeki Fikret Başkaya mesabesinde idiler. Süreci etkileyen sair unsurlar bir yana, şahit olduğumuz üzere bu koçbaşı kale kapısını yıkmayı başardı ve hassaten son yüz elli yıllık serüvenimiz dil ve kavim birliği üzerinde inşa edilmeye çalışılan devletlerin harcını kanlarımızla karma çabamız olarak özetlenebilir hale geldi. Birçok farklı rengi, kültürü, anlayışı yüksek basınç altında tutarak elmasa çevireceğini varsayan bu bakış açısı sadece kutsala karşı durmakla kalmadı, tabiatın kanunlarına da itimat etmedi.
 
Müslüman coğrafya da insanlığın bu tecrübesinden uzak değildir. Balkan kavmiyetçilikleri, Arap kavmiyetçiliği, Türk/Azeri kavmiyetçiliği, Fars kavmiyetçiliği ve bunlarla birlikte gelişen ve fakat siyasi anlamda hedefe ulaşamayan Kürt kavmiyetçiliği Anadolu'nun merkezinde ve çevresinde görülen kutsala karşı hareketlenmeler olarak telakki edilebilir. Çerçeveyi genişlettikçe yerel düzeyde birçok kavim/aşiret temelli ayrışmayı da görebiliriz. Bu iddiaların sahiplerinin tümünün günümüz koşulları içinde ileri sürdükleri husus bir toprağa bağlı olarak yaşadıkları ve bu toprağın inkârı mümkün olmayacak şekilde uzun bir süredir meşru bir yolla kendilerinde bulunduğudur. Bu bakış açısıyla, kavim ile toprak arasındaki bu türden bir ilişki tüm diğer kavimler gibi kendilerinin de toprakları üzerinde meşru bir siyasal örgütlenme kurma hakkına sahip olmaları sonucunu doğurmaktadır. Bu iddianın sahipleri bu haklarının tanınmasını yahut en azından buna yakın bir statünün belirlenmesini talep ederler.
 
Toprağı iskân eden unsurun hem toprakla hem de o toprakta yarattığı medeniyetle irtibatı hilafsızdır. Ne var ki, bir bütün olarak bakıldığında insanlık tarihi tek tek kavimlerin serüveninden daha fazlasını ifade eder. Bir başka deyişle, insanlık tarihi cımbızla çekilmiş herhangi bir kavmin serüveni değil, bir bütün olarak nihai noktaya varma çabasındaki insanlığın bütüncül bir hareketidir. Bu bağlamda, kavimlerin tarihi seyir içindeki vaziyetleri nihai hedefe nispetle sübut bulmuş sayılmaz. Hal böyle olunca, insanlığı tümüyle aydınlığa çıkarmayan koşullara dayanan ve bu suretle tarihin sonunu ilan eden her iddia şüphe ile karşılanmayı hak eder.
 
Müslümanlar açısından insanlık tarihi mükemmel olanda başlamış ve mükemmel olanda sona erecek bir süreçtir. İslam insanın atası Adem'i (as) her bir insan için vaad edilen hedefe şahit olmuş birisi olarak tasvir eder. Yine İslam insanın/insanlık ailesinin varacağı noktanın aydınlık olduğunu, insanın zulme meyyal yapısına rağmen nihayetinde hayrın galebe çalacağını, bu noktada gaybi alemin varlıklarının yürüttüğü tahminlerin, öne sürdükleri itirazların ilahi ilmin karşısında anlamsız olduğunu ifade eder. Bu, her bir insanın şahsi ahvalinde böyle olduğu gibi cemiyetlerin, kavimlerin ve daha büyük örgütlenmelerin seyrinde de böyledir. İnsan, işlediği tüm kötülüklere rağmen hayra doğru yürüyen, bu istidatta bir varlıktır.
 
Müslümanlar hem her bir insanın hem de toplumların fiillerinin meşruiyet dairesinde kalmasını isterler ve en genel anlamıyla bu meşruiyetin kaynağının Allah'ın insanlığa son mesajı olarak kabul ettikleri Kuran'dan ve bununla birlikte son peygamber telakki ettikleri Hz. Muhammed'in (as) işaret ettiği membadan kaynaklanması gerektiğini savunurlar. Böylesi bir bakış açısı şeri ahkamın siyasi boyutunu da kapsar. Peygamber ahlaki bir önder olduğu kadar aynı zamanda siyasi bir önderdir. Peygamber'in işaret ettiği kişiler de böyledir.
 
Müslümanlar Peygamber'in sadece Arap kavmine değil, insanlığın bütün renklerine ve bütün dillerine onları nihai hedefe götürecek bir önder olarak gönderildiğini kabul ederler. Öyle ki, Peygamber'in misyonu dünyadaki her noktayı ve her insanı kuşatacak mahiyettedir. Bu kuşatma hem insanı/nesli hem de toprağı ilzam etmektedir. Neslin ve toprağın ilzamına dair Müslümanların öne sürdüğü teori, hâkimiyet hakkının yeryüzünün vasat/adil ve özünde mustazaf topluluğu olarak kendilerine verildiği yönündedir. Bu noktada birleşseler de, nihai emrin kimde olacağına dair ihtilaf farklı bakış açılarının gelişmesine sebebiyet vermiştir. Müslümanlardan bir kısmı şartları sağlayan herhangi birisinin Müslüman toplumun idaresini ele alabileceğini savunurken, bir kısmı Arapların belirli bir soyunun bu işe ehil olduğunu ve bir diğer grubu da ancak Peygamber'in işaret buyurduğu kişilerin (Ehli Beyt) bu işte salahiyet sahibi olduklarını söylemişlerdir.  
 
Peygamber'in rıhletinden bu yana Müslümanların büyük fetihler gerçekleştirdikleri, kudretli devletler kurdukları, birçok toplumu İslamlaştırdıkları, İslamlaşan kavimlerin/toplumların yeni dinamikler ve anlayışlarla büyük İslam ailesi içinde yer aldıkları sabittir. Buna rağmen Müslümanların İslam'ın ileri sürdüğü nihai amacı tahakkuk ettirdiklerini söylemek mümkün değildir: İlahi adalet devleti.
 
İlahi adalet devletinin tesisine yönelik olarak İslam kaynakları Peygamber'in ardından idareyi ele alacak meşru kişileri belirten bazı rivayetleri işaret ederler. Bu rivayetlere istinaden iki ana ekol, Sünnilik ve Şiilik, insanlık ailesini İslam'ın kuşatıcı ikliminde yaşatacak bir kişinin idaresinin gerçekleşeceğini, bu kişinin insanlık ailesi hazır olduğunda zuhur edeceğini söyler. Muhammed Mehdi (as) olarak anılan bu şahsın doğup doğmadığı, halen sağ olup olmadığı konusunda ihtilaf olsa da, Müslümanlar onun muhakkak geleceği konusunda müttefiktirler. Sünniler onun henüz doğmadığını ama muhakkak doğacağını ve gelip Müslümanları birleştireceğini, ilahi adalet devletini kuracağını söylerken, İsna  Aşeriyye  Şiileri onun 12.İmam ve halen sağ olduğunu, Allah'ın dilediği bir vakitte zuhur edip ilahi adalet devletini kuracağını ve bu devletin İslam'ın hedeflerini kamilen gerçekleştireceğini savunurlar. Şii kaynaklarda İmam Cafer Sadık'a (as) nispet edilen bir rivayet bunun “son devlet” olacağını işaret eder. Bu rivayette İmam Cafer, “Bizim devletimiz son devlettir”, demektedir. Her iki halde de, halen zulmet içinde olsa da,  aydınlık bir geleceğe yürüyen insanlık ailesinden bahsetmek mümkündür.
 
Müslümanlara göre İmam Mehdi önderliğinde gelecekte kurulacak olan devlet mevcut halkları/toplumları bir sancak altında toplayacaktır. Her bir kavim İmam Mehdi'nin meşru idareci olduğunu kabul edecek ve toprağın ve neslin/halkın idaresinde onun hakkını teslim edecektir. Bu zaviyeden yaklaştığımızda, bugün var olan halkların her birinin hem toprakları hem de bizzat kendi varlıklarıyla birlikte ilahi adalet devletinin birer şubesi olduğunu kabul etmek gerekecektir. Bir başka deyişle, bu gün parçalanmış halde görülen kavimler ve topraklar aslında halen bir bütünün içinde yer almaktadırlar. Bu da gelecekteki ilahi adalet devletidir. Bu durumda, her ne suretle olursa olsun, bir toprağın doğal halkına/kavmine yönelik tehdit veya taarruz aslında İmam Mehdi'nin meşru idare hakkını tanıyacak halka yönelik bir saldırı telakki edilecektir.
 
Kürdistan özelinde, Kürtlerin bu coğrafyanın tarihi ve asli unsuru olduklarını, bu coğrafyadaki diğer halklarla birlikte varlıklarını sürdürdüklerini, kahir ekseriyetinin Müslüman olduğunu ve mensup oldukları mezhepler sebebiyle ilahi adalet devletinin kurucusu İmam Mehdi'ye inandıklarını ve onların da ilahi adalet devletinin bir şubesi olduklarını yadsımak mümkün değildir. Bu durumda, Müslüman yahut gayrı Müslim hiçbir kavmin/gücün/devletin İmam Mehdi'nin ilahi adalet devleti üzerindeki halklara taarruz etmesinin meşru bir gerekçesinin var olduğunu söyleyemeyiz. Bu bakış açısıyla, bu halkları temsil iddiasındaki kavmiyetçi unsurlar da, bu halklara başka bir halkın/kavmin varsayıma dayalı haklarına binaen saldıran diğer güçler/kavimler de haddi zatında ilahi adalet devletinin şubelerinden birisinde bir savaş yürütmektedirler. Bu savaşta verilen her kayıp İmam Mehdi'nin devletinde açılan bir yaraya tekabül etmekte ve şer'i sorumluluk doğurmaktadır.
 
İlahi adalet devletini insanlığın nihai noktası kabul edenler için bu noktaya kavimlerin tabii haklarının tanınması ve telifi;  barışın İslam'ın, Peygamber'in ve İmam Mehdi'nin en temel düsturu olduğunun teslim edilmesi ile gelinecektir.
 
Ulus devlet paradigmasına karşı çıkan herkes Kürdistan'ın da son devletin/ilahi adalet devletinin bir parçası olduğunu ve yeryüzünde bozgunculuğun kaynağı olmayan Kürdistan'a yönelik her taarruzun İmam Mehdi'nin meşru haklarına yapılan kabul edilemez bir saldırı anlamına geldiğini yüksek sesle söylemelidir. 
 
 
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar