Giriş
Bu gün dünya çapında bir mesele olan Siyonist İsrail rejiminin yerleştiği bölge, Filistin, insanlık tarihi boyunca özel bir önemi haizdir. Medeniyetin yeşermeye başladığı Mezopotamya ile olan coğrafî yakınlığından ayrı olarak bu bölge Kuzey Afrika, Anadolu, Arap yarımadası ve hatta Asya’nın kesişme noktasıyken, aynı zamanda tüm bu bölgelerden gelenlere verdiği hizmetle Avrupa limanlarının da giriş kapısı olmuştur. Alfabenin mucidi, tüccar kavim Fenikeliler ve zeytin ile sembolleşen bu bölgeyi mühim kılan bir unsur daha vardır: Din.
Bölge bugün kullandığımız Filistin (Palaestina) ismini henüz almadan, İbranîlerin Hz. Musa önderliğinde Mısır’dan çıkışı sırasında kutsanmış ve tek tanrıcılığın simgesi Mabed’in Kudüs’te inşası ile bu kutsama tescil edilmiştir. M.S. 70’de Mabed Romalılar tarafından yıkılsa ve bundan 65 sene sonra İsrailoğulları bölgeden sürülse de Yahudilik içinden çıkan Hıristiyanlık ve ardından gelen İslam da bölgenin kutsiyetini teyit etmiştir.
Haçlı Savaşları’nın yıkıcı etkisini saymazsak, son 700 yıl boyunca bölgede görece bir istikrarın varlığını teslim etmek gerekir. Bu istikrar Birinci Dünya Savaşı’na kadar sürmüş, bu dönemde bölge üzerinde hesabı olan aktörlerin sayısının artmasıyla yeni bir kaos çağının kapısı aralanmıştır. Birinci Dünya Savaşı Batılı devletlerin galibiyeti ile sonuçlandığında onlara ilişmiş siyasî gruplar da bundan çeşitli şekillerde nemalanmışlardır. Siyonist hareket bunlardan birisidir.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından bölge yoğun bir Yahudi göçü ile karşılaşmış, patlak veren İkinci Dünya Savaşı ve sona eren İngiliz Mandası’nın akabinde, 1948’de, varlığını ilan eden Siyonist İsrail rejimi sonrası da çeşitli düzeylerde de olsa, bitmek bilmeyen bir çatışmalar dönemine girilmiştir.
Önce Arap–Yahudi, ardından Arap ülkeleri–Siyonist İsrail rejimi, daha sonra Filistin halkı–Siyonist İsrail rejimi şeklinde ifade edilebilecek olan çatışma ekseni bugün itibariyle çatışmaya dahil olan başkaca taraflar ve farklı bakış açılarıyla yeni bir tanımlamaya ihtiyaç duyar haldedir. Bir bakış açısı bunu Filistin Özerk Yönetimi (veya Filistin Devleti)–Siyonist İsrail rejimi çatışması olarak isimlendirirken bir diğer görüş çatışmayı Direniş Ekseni–Emperyalist Dünya çatışması olarak tarif etmektedir.
Bu çalışmamız ile Orta Doğu’da çözümsüzlük üzerine dayanan bir stratejiyle varlığını kabul ettirmeye çalışan ve böylelikle tüm dünya halklarını ilgilendiren bir meseleye dönüşen Siyonist İsrail rejimi ile Filistin halkı özelinde bir çatışma çözümü imkânlarını değerlendireceğiz.
I.Bölüm
ÇATIŞMAYI TANIMLAMA VE ÇATIŞMA ÇÖZÜMÜ ANALİZİ
A – Çatışma teorileri
Bir tanıma göre çatışma, hayatın her aşamasında gerçekleşebilen, değer, statü, güç ve/veya kaynaklar üzerinde hak iddia etmek ve ele geçirmek için sahiplerini etkisiz hale getirme, yaralama veya ortadan kaldırma mücadelesidir.[1]
William Wilmot ve Jojce Hocker ise çatışmayı, kıt kaynaklar ve hedefleri konusunda birbiriyle uyumlu olmayan ya da zıt algılar taşıyan ve hedeflerine ulaşmada karşı tarafın müdahalesi ile karşılan fakat birbirine bağımlı en iki taraf arasında yaşanan açık mücadele şeklinde tarif ederler.[2]
William Donahue ve Robert Kolt için çatışma, birbirleriyle bağımlı olan kişi ve grupların çıkarlarını ve ihtiyaçlarını elde etmeye çalışırken farklılık göstermeleri ve hedeflerine ulaşmaya çalışırken karşı taraftan müdahale görmeleridir.[3]
Carolyn Manning’e göre çatışma ya statü, toprak ve güç gibi harici kaynaklar üzerindeki rekabetten ya da tarafların çıkarlar, değerler ve inançlar gibi iç duygu veya algılarındaki uyuşmazlıklardan ortaya çıkar. Bunlar objektif ve sübjektif sebeplerdir.[4]
Heilderberg Uluslararası Çatışma Analizi Enstitüsü’ne göre; çatışma, hedeflerini başarma ve çıkarlarını korumada kararlı en az iki taraf arasında cereyan eden ve bir zaman diliminde tanımlanmış ulusal çıkarların uyuşmazlığıdır.[5]
Tüm bu tanımlardan anlaşılacağı üzere çatışmada üç unsur bulunur:
1 – En az iki taraf arasında açık mücadele
2 – Karşılıklı bağımlılığa dayalı ilişki
3 – Hedefe giden yolda karşı taraftan gelen bir engelleme algısı.[6]
Bir çatışma taraflar, amaçlar, sorunlar, ihtiyaçlar, koşullar, değerler ve çıkarlar örgüsü olarak anlaşılabilir.[7] Bir başka ifadeyle bir çatışmayı çözüme ulaştırmak istediğimizde bu unsurlar etrafında bir çalışma yapacağız demektir.
B – Çatışma Çözümü Analizi
Çatışma analizi bir çatışmanın tarihi arka planını, nedenlerini, aktörlerini, özelliklerini ve barış sürecini etkileyen dinamikleri inceleyen, planlama ve çözüme yönelik stratejileri geliştirmekten oluşan sistematik bir çalışmadır. Bir başka ifadeyle, bir çatışmanın doğasını, dinamiklerini ve etkisini inceler ve çatışmayı anlamayı amaçlayan uygulamalı süreçleri kapsar. Analizin amacı; çatışmaya neden olan, çatışmanın uzamasına yol açan ve çatışma sonrası ortamlarda şiddetin yeniden canlanmasına neden olan bütün etkenleri belirlemektir. İlk adım çatışmanın tüm boyutlarını ortaya koymaktır.[8]
Bir çatışmayı çözüme kavuşturmak için çatışmayı doğuran sebepler, çatışmada yer alan aktörler ve nihai hedefe götürecek bir uygulama planı ele alınır.[9] Yapılan iş, geleneksel hukuk ile çözülemeyen sorunlara hukuk dışından alternatif çözüm yöntemleri sunmaktır. Bu ise potansiyel veya gerçek bir çatışmanın önlenmesi ya da şiddetinin azaltılması yahut çözülmesi amacıyla örgütlü, diyalog-temelli ve partizan olmayan bir üçüncü tarafın müdahalesini gerektirir. Buna “Çatışma Yönetimi” adı verilir ve “Çatışmayı Yatıştırma”, “Çatışmayı Çözme” ve “Çatışmayı Dönüştürme” dahil olmak üzere çatışmanın çözümüne yönelik tüm süreçleri kapsar [10]
Çatışmayı Yatıştırma aşaması çatışmanın nedenlerini dikkate almadan doğrudan şiddeti sonlandırmaya yönelik atılan adımlardır. Hedef, şiddetin olmamasıdır. Soruna müdahil olan üçüncü tarafın stratejisi, sıfır–toplam anlayışını değiştirip bir anlaşmaya varmaya çalışmaktır.[11]
Çatışmayı Çözme aşaması silahlı çatışmaları ortadan kaldırma safhasıdır. Çatışmanın nedenleri ortaya konulur ve taraflar arasında uzun soluklu ilişki kurulmaya çalışılır. Bozulan kurumsal altyapıları, güven ilişkilerini, algı bozukluklarını onarmayı amaçlar.[12]
Çatışmayı Çözme stratejisi orta vadeli adımlar önerir. Üçüncü taraflar soruna müdahil olur ve kolaylaştırıcı rol oynar. Üçüncü tarafın rolü çatışmanın doğasına, bulunduğu aşamaya göre değişebilir. Bu safhada barış, çatışmanın yokluğu anlamına gelmektedir. Taraflar işbirliği düşüncesi ile hareket etmelidir. Önyargılardan uzak durulmalıdır. Talepler netleştirilir. Daha az karmaşık/ daha az öneme sahip konularda işbirliği imkânları değerlendirilir. Çatışma sonrasında ortaya çıkabilecek sorunların halli ve engellenmesi için yapısal değişikliğe gidilmelidir.[13]
Çatıştırmayı Dönüştürme aşaması ise uzun vadeli sosyal dönüşüm öngörür. Çatışmayı Yatıştırma ve Çatışmayı Çözme süreçleri geçici stratejilerdir. Çatışmayı Dönüştürme stratejisi içermeyen, kültürel dönüşümü ve yapısal değişiklikleri temel almayan her barış girişimi eksiktir. Çatıştırmayı Dönüştürme stratejisi yapısal değişim odaklıdır. Toplumu sosyal, kültürel ve siyasal açıdan dönüştürmeyi, kültürel ve psikolojik menfi unsurları ortadan kaldırmayı amaçlar.[14]
Bir çatışmayı sona erdirmek için çatışmanın aşamasına göre takip edilmesi gereken adımlar vardır. Çatışmanın seviyesi ve koşulları dikkate alınarak uygun zaman ve zeminde uygun araçlar kullanılmalıdır. Aksi halde çatışma sona ermeyeceği gibi kullanılan araçların etkisizliği taraflar arasındaki çözüm umudunu sona erdirip çatışma halinin uzamasına yol açabilir.
Çatışma öncesi dönemde sivil toplum kuruluşları ve siviller erken uyarı ve engelleme çalışmalarında bulunabilir. Bu dönemde önleyici/zorlayıcı diplomasiye başvurulmaktadır. Önleyici/zorlayıcı diplomasi tarafları çatışmaya girmemeleri konusunda ikna etmek için sınırlı güç kullanımı veya başka yaptırımlar ile tehdit etmeyi içerir.[15] Yine bu dönemde ağırlıklı olarak sivil çabalar kullanılır. Askerî çabalara ancak sivil çabaları desteklemek için yer verilir. Bu dönemde başvurulan yöntemler şunlardır: Siyasî koordinasyon, mâlî yardım, hukukî araçlar, polis, arabuluculuk, seçimleri ve insan hakları ihlallerini gözleme, siyasî diyalog, kalkınma hamleleri ve benzeri.[16]
Tırmanma Aşaması’nda taraflar arasında tek tük çatışmalar görülmektedir ve taraflar taleplerini açıkça dile getirmektedir. Yine daha fazla sivil yöntemlere başvurulmaktadır. Bu aşamada iyi niyet misyonu, diplomatik yaptırımlara başvurma, siyasî diyalogu teşvik, özel temsilciler gönderme, ekonomik yaptırımlar ve benzeri yöntemler kullanılır. Silah ambargosu, sınırlı müdahale ve benzeri askeri yöntemler sivil çabaları desteklemek için kullanılabilir.[17] (s: 46)
Çatışma ve/veya Şiddetli Kriz Dönemi’nde ağırlıklı olarak askerî yöntemlere başvurulmaktadır.[18]
Çözüm Aşaması’nda, sivil ve askeri yöntemler birbirini destekleyecek şekilde kullanılmaktadır. Bu dönemde çatışmalar halen sürmektedir. Askeri araçlar bölgede saha güvenliği sağlamaya çalışırken, sivil unsurlar da sosyal hayatı normalleştirmeye gayret eder.[19]
Çatışma Sonrası Yeniden Yapılandırma Süreci’nde, siyasî, askerî, güvenlik, insanî ve sosyo-ekonomik boyutlar devreye girmektedir. Bu süreçte çatışmaya sebep olan tüm nedenlerin ortadan kaldırılması için çaba harcanır. Üçüncü tarafların sürece dahil olması elzemdir. Üçüncü taraflar barış anlaşmasının sürdürülmesi için güvenceler verebilmektedir. Geçiş dönemi kurumları oluşturulmalıdır.[20]
Çatışmanın sona erdirilmesi ve yeniden yapılanma süreçlerinde Birleşmiş Milletler’in de rolü söz konusu olabilir. Birleşmiş Milletler bu süreçte dört tip Barış Gücü operasyonu ile yer alabilir. Bunlar, 1 – Barış Gücü, 2 – Barışın Tesis Edilmesi, 3 – Barışın Zorlanması, 4 – Barışı İnşa Edici Operasyonlar olarak isimlendirilir. Çatışmanın içinde bulunduğu aşamaya uygun olan operasyon ile Birleşmiş Milletler çözümde yer alabilir.
Birleşmiş Milletler gibi ulus üstü kurumlar çözüm sürecinde yer alsa bile, soruna ilişkin çözümler yerel aktörlerin isteği doğrultusunda oluşturulmalı ve dışarıdan taraflara dayatılmamalıdır. Zira çözüm için tarafların ortak kabulü, çözümü benimsemesi, kendilerini güvende hissetmeleri gerekmektedir. Çözüm seçenekleri arasında ise herhangi bir şekilde öncelik sırası bulunmamaktadır.[21]
Bu noktada çatışmanın uluslararası hukuk açısından türünü de belirleyebilmek önemlidir. Çatışma bir terör eylemi niteliğinde midir yoksa bir gerilla hareketi midir? Benzer yöntemleri kullansalar da bu ikisi farklılıklar içerir. Terör, topluma karşı yöneltilen ve toplum arasında korku ve endişeyi sevk etmeye çalışan, siyasi amaçlar içeren, planlı, sistematik ve hesaplı şiddet eylemleridir.[22] Gerilla hareketi ise belirli bir hiyerarşik yapılanma içinde askerî birimler gibi hareket etmekte, düşman askerî birliklerine saldırılar düzenlemekte, belli bir toprak parçası üzerinde egemenlik yetkileri kullanmaktadır.[23]
Bir çatışmanın çözümü için göreve çağrılan uzman/kurum/kuruluş Çatışma Analizi yöntemleri çerçevesinde hareketle belli bir plan ve program dahilinde nihai hedefe ulaşmayı amaçlamalıdır. Belirlenmiş bir plan ve programı olmayan, bir sonraki adımı belirlememiş/hesaplamamış müdahaleler çatışmanın uzamasına da sebebiyet verebilir.
Yukarıda bahsettiğimiz teorik çerçeve içinde özelde Orta Doğu’nun ve genelde dünyanın önemli çatışma noktalarından birisi olan Filistin bölgesindeki çatışmanın nasıl çözümlenebileceğine dair bir program şu noktaları gözetmelidir.
- Tarihi arka plan
- Çatışmanın geçmişteki ve günümüzdeki tarafları
- Çatışmanın sosyal, kültürel, siyasal nedenleri
- Çatışmayı çözümsüzlüğe iten faktörler
- Çatışmanın çözümü için yapılan faaliyetler ve sonuçları
- Çatışmanın bugünkü görünümü
- Çatışmayı dondurmak için neler yapılması gerekir?
- Çatışmayı dönüştürmek için neler yapılması gerekir?
- Çatışmayı sona erdirmek için neler yapılması gerekir?
II. Bölüm
FİLİSTİN–SİYONİST İSRAİL REJİMİ ARASINDAKİ ÇATIŞMANIN “ÇATIŞMA ANALİZİ YÖNTEMİ” İLE İNCELENMESİ
A – Tarihi arka plan
Medeniyetlerin beşiği ve tek tanrılı üç dinin doğuş yeri Orta Doğu M.Ö. 750’den itibaren Asurlular, Babilliler, Persler, Makedonyalılar ve Romalılar tarafından bastırılmış, bölünmüş ve dağıtılmıştır.[24] Geriye bakıldığında, bugün bölgedeki çatışmanın taraflarından birisi olan Yahudilerin etnik kökeni olan İbranîlerin Filistin’e yerleşmelerinden önceki tarihlerine dair kuvvetli bilgilere rastlanmaz. Bilinen, onların da büyük Aramî göç dalgasının içinde oldukları ve topraksız kaldıklarıdır.[25] Bu dönemde, İbranî kelimesi ile aynı köke sahip “Habiru”lara dair bazı kayıtların olduğu görülmektedir. Habiruların etnik bir topluluk mu yoksa bir sosyal sınıf mı oldukları bilinmese de topraksız kalmaları sebebiyle muktedirler tarafından sömürüldükleri ve kimi zaman da eşkıyalık yaptıkları ve hatta şehirleri ele geçirmeye çalıştıkları bilinmektedir.[26] Ne var ki, İsrailoğulları’nın Filistin’e yerleşmeyi başarmasından sonra bir daha onlardan bahsedilmemiştir.[27] Yahudilerin bölgeye yerleşmesinden sonra, dışarıdan gelen işgalci büyük göçlere karşı bölgenin bir başka halkı olan Araplar ile yaptıkları ittifak da bu işgalleri engelleyememiştir.[28]
M.Ö. 1000’li yıllarda ise Hz. Davut (as) İsrailoğulları’nı birleştirmiş ve Kudüs’ü başkent yapmıştır.[29] Krallığın en görkemli zamanı ise Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın (as) Kudüs’te Mabed’i inşa ettiği dönem olmuştur.[30] Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra, M.Ö. 931’de krallık, kuzeyde İsrail ve güneyde Yehuda olarak ikiye bölünmüştür. Bu bölünmenin ovada ve şehirlerde yaşayan kuzeyliler ile dağlarda yaşayan güneyliler arasında sosyo-kültürel farktan kaynaklandığı düşünülmektedir.[31] Kuzeydeki İsrail Krallığı Asurlular tarafından işgal edilmiş ve halkı sürgüne gönderilmiştir.[32] Güneydeki Yehuda Krallığı ise Romalıların M.Ö. 63 yılında bölgeyi işgali ile son bulmuştur. Ancak Mabed’in bir kez daha yerle bir edilmesi zaman zaman ortaya çıkan ve uzun süre devam eden Yahudi direnişinin ardından M.S. 70 yılında gerçekleşmiştir.[33] Bundan yaklaşık 65 yıl sonra da Yahudi direnişi tamamen bastırılmış, bölgeye “Palaestina” adı verilmiş ve Yahudiler iki bin yıl sürecek bir sürgüne gönderilmiştir.[34] Böylece Habirular ile başlayan, Kenan diyarının fethi ile devam ederek krallıklarla yükselen ve bazı işgallerle sekteye uğrayan süreç iki bin yıl sonra yeniden başlamak üzere sona ermiştir. Büyük Roma Sürgünü neticesi Yahudiler Kuzey Afrika, İran, Anadolu, Balkanlar, Batı Avrupa, Doğu Avrupa ve Yeni Dünya’nın keşfinin ardında da Amerika’ya dağılmış, bulundukları bölgelerde Müslümanlar, Hıristiyanlar ve paganlarla iç içe ve kimi zamanda, İtalya’daki getto örneğinde görüldüğü üzere, toplumdan soyutlanmış halde yaşamışlardır.[35] 19.yüzyılda yükselen milliyetçilik akımlarının tetiklemesine kadar, Eski Ahit’in ana prensibi olsa da Mabed ve Kudüs, Yahudi kimliğinde bir mistik öğe olarak kalmıştır.[36]
İki bin yıl sonra kurulan Siyonist İsrail rejimine gelene kadar bölge kısa süren bir Haçlı kontrolü dışında Müslümanların hâkimiyeti altında kalmıştır. 19. yüzyılda yükselen milliyetçilik akımları Yahudileri bir millet olarak tanımlama çabasını doğurmuş ve bu da günümüzdeki siyasî duruma sebep olmuştur. Komünist bir Alman Yahudi olan Moses Hess, Filistin’de Yahudiler için bazı koloniler kurmak istese de[37] Yahudileri Batılı anlamda bir ulus şeklinde yeniden tanımlayan ve örgütlemeye çalışan fikrî ve siyasî hareketin ilk örneği sanıldığı gibi Avrupa’da değil Çarlık Rusya’sında görülmüştür. Bir Rus Yahudi olan Nathan Birnbaum tarafından siyasî literatüre sokulan “Siyonizm” tabiri “Musevîleri Filistin’e yerleştirmek amacını güden ve üyelerinin Yahudilerden oluştuğu bir siyasî parti örgütü” olarak anlaşılmıştır.[38] Vakıa, 1881’de Odessa’da “Hovavei Zion” (Siyon Âşıkları) adı ile Siyonizm’in ilk basamağı olarak kabul edilen ve Rusya’daki Yahudileri Filistin ve Kudüs’e nakletmeyi amaçlayan bir dernek, kurulmuştur.[39] Bundan on beş sene sonra, 1896’da, Siyonizm kendisini Avrupa milliyetçiliğinden doğmuş siyasî bir hareket olarak ilan etmiş ve hareketin lideri Theodore Herzl meseleyi “ne sosyal ne de dinî”, “sadece millî bir mesele”[40] olarak açıklamış ve hatta Siyonizm’in sömürgeci bir doktrin olduğunu dile getirmiştir.[41] 1897 tarihli Basel Kongresi ile Siyonizm’in üç temelde yükselen bir hareket olduğunda ittifak edilmiştir: Siyasî, milliyetçi ve sömürgeci.[42]
Herzl, Tekvin 15/18’de yer alan, “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.”[43] İfadesini, kurmak istediği devletin psikolojik temeli olarak kabul ederken, bu devletin sınırlarını da Anglikan rahip Hechler’in açtığı bir harita üzerinden “Kuzeydeki sınır, Kapadokya’nın karşısındaki dağlar olmalı; güneydeki ise Süveyş Kanalı.”, olarak belirlemiştir.[44] Bu dönemde bahsi geçen toprakların Osmanlı Devleti’nin egemenlik sahasında bulunduğunda ihtilaf yoktur. Osmanlı Filistin’deki Yahudi nüfus toplam nüfusun ancak %3 kadarını oluşturmakta ve Müslüman nüfus da %85’in altına düşmemekteydi.[45] Bunun ise bölgede bir Yahudi Yurdu inşa etmek yahut Yahudi Devleti kurabilmek için yetersiz olduğu açıktı. Siyonist hareketin önemli isimlerinden Yahudah Alkalai “kutsal toprak”ların yeniden fethi için üç yol öngörüyordu; diplomasi, satın alma ve kılıç.[46] Osmanlı Devleti’nin ve hassaten Sultan Abdulhamid’in Yahudilerin (Osmanlı tebaası bile olsalar) toprak satın almaya getirdiği kısıtlamalar Siyonist hareket açısından, bu yoldan istenildiği kadar yararlanılmasına engel teşkil ediyordu.[47] Sadrazam Avlonyalı Ferit Paşa, 1903 yılında, Siyonist hareketin destekçilerinden Parisli Baron Rotschild’in Tel Aviv’de 20 bin hektar arazi kiralama talebini reddederken, bugün Filistin’in Araplara ait olduğunu ve bu durumu değiştirmek için dinî veya siyasî bir nedenin bulunmadığını, devletin kendi elleriyle bir Arap-Yahudi sorunu yaratmasının tehlikeli olacağını düşünmüştü.[48]
Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı mevcut dengeleri değiştirmeyi başardı. Savaş boyunca Arap kabilelere Birleşik Krallık kurma sözünü veren İngiltere bununla özgürlük havarisi olmayı değil, bölgede yeni keşfettiği petrol sahalarını kontrol edebilmeyi umuyordu.[49] Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın 1922 tarihli bir raporuna göre; Birleşik Krallık, Orta Doğu topraklarını gezegenin petrol rezervleri için temel stratejik nokta olarak kabul ediyordu.[50] Bu önemine binaen bölge her halükarda kontrol edilmeliydi. Bir yandan Birleşik Arap Krallığı sözü verilirken, öte yandan Siyonist harekete Filistin’de bir “Yahudi Yurdu” hakkı tanıyan 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’nun temel mantığını yine Balfour’un kendisi açıklamıştı: “Kullanılan sistem pek önemli değil, yeter ki, biz Orta Doğu’nun petrollerini elimizde tutalım. Asıl önemli olan bu petrolün ulaşılabilir olarak kalmasıdır.”[51]
Siyonist hareket için diplomatik bir başarı olan bu Deklarasyon’un sahada bir anlam ifade etmesi Filistin’e Yahudi göçünün hızlandırılmasına bağlıydı. Sömürgeci bakış açısı, bir toprakta Beyazlar, yani Batılılar oturmuyorsa orayı “boş” kabul ediyordu ve bu anlamıyla Filistin “halksız”, “boş” bir topraktı. Öyleyse “halksız bir toprak topraksız bir halka” verilmeliydi.[52] Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1918’de Filistin’deki Yahudi nüfusu çoğu Arap olmak üzere 56 bindir. İngiliz işgali ve Balfour Deklarasyonu’nun da hukukî bir metin olarak içinde yer aldığı, Milletler Cemiyeti tarafından onaylanan Manda Tasarısı ile İngiliz mandası[53] altında geçen 13 senenin ardından 1931’de yapılan sayımda bu rakam, çoğu Avrupa kökenlilerden oluşan 174 bin Yahudi’ye yükselmiştir. Yüzyılın başındaki %3’lük oran neredeyse altı kat artarak %17’e ulaşmıştır. %2’lik arazi payı ise %6’ya çıkmıştır. Manda yönetiminin sona erdiği, Siyonist hareketin kendisini bir “devlet” olarak ilan ettiği 1948’de ise Filistin’de arazileri, sanayisi, şehirleri ve ordusuyla görünür hale gelmiş 640 bin Yahudi vardır.[54]
Filistin’in Arap ve Yahudiler arasında taksimi kararı BM Genel Kurulu tarafından 29 Kasım 1947’de kabul edilmiştir. Bu tarihte Yahudiler nüfusun %32’sini oluştururken toprakların da %56’sına sahip olmuştu.[55] Yahudilerin bu topraklara nasıl sahip olduğunu izah etmesi açısından Kont Folke Bernadotte tarafından hazırlanarak Eylül 1948’de Birleşmiş Milletler’e sunulan rapor önem arz eder. Bu raporda Cohen şunları dile getirmiştir: “Çok geniş çaplı Siyonist yağmalar yapılmakta ve görünürde askerî bir zorunluluk yokken köyler yakılıp yıkılmaktadır.”[56]
14 Mayıs 1948’de Siyonist İsrail rejimi bir “devlet” kurduğunu ilan etmiş ve Amerika Birleşik Devletleri ve diğer Batılı ülkeler tarafından derhal tanınmıştır.[57] Yine Amerika Birleşik Devletleri diğer devletlerin BM oylamasında Siyonist rejimi tanımaları için baskı yapmıştır.[58] Siyonist İsrail rejiminin devlet ilanı Arap devletlerinin savaş ilanı ile sonuçlanmış, ancak Birinci Arap – İsrail Savaşı denilen bu savaşta Araplar yenilgiye uğramışlardır. Bu savaşın bir sonucu olarak, Yahudiler toprak oranını %78’e yükseltmişlerdir.[59] İsrail Devleti’nin ilanından sonra ve bu savaşta, Siyonistler yaklaşık 940 bin Arap’ı Yahudi bölgesinden Batı Şeria ve diğer bölgelere sürmüştür.[60] Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) kamplarında toplanan bu insanlar ‘1948 Mültecileri’ olarak anılmaktadır. Diğer taraftan, 1948’den 1996’ya kadar 2,5 milyon civarında Yahudi işgal edilmiş Filistin’e yerleştirilmiştir.[61]
1956’da Süveyş Kanalı sebebiyle çıkan savaş İkinci Arap – İsrail Savaşı olarak bilinse de aslında daha geniş etkileri olan, İngiltere ve Fransa’nın bölgedeki askerî varlığının sona erip Amerika Birleşik Devletleri’nin yerleşmesine yol açan bir çatışmadır.[62] Bu savaşın akabinde, 1959’da Yaser Arafat tarafından El-Fetih örgütü kurulmuştur.[63] Bundan yaklaşık beş sene sonra aralarında El-Fetih’in de yer aldığı Filistinli örgütler bir kongre düzenlemiş ve bu kongrede, 3 Haziran 1964’te Filistin Kurtuluş Örgütü’nün varlığı ilan edilmiştir.[64]
5 Haziran 1967’de Siyonist İsrail rejimi ani bir saldırı ile Mısır’ın hava gücünü imha etmeyi başarmış ve altı gün süren savaşta Arap ülkelerinin ordularını mağlubiyete uğratmıştır. Bu savaşın neticesinde 300 bin kişi mülteci konumuna düşmüş, 1948 Savaşı sırasında işgal edilmemiş olan Filistin topraklarına ilaveten Suriye’nin Golan ve Mısır’ın Sina bölgesi işgal edilmiştir. Bu savaşla birlikte Kudüs’ün tamamı Siyonist İsrail rejiminin kontrolü altına girmiştir. Birleşmiş Milletler 242 sayılı kararla bu toprak kazanımlarını yasal bulmadığını açıklamıştır.[65] Altı Gün Savaşı Filistinli örgütleri silahlı direniş seçeneği üzerinde durmaya sevk etmiş ve bu yolu benimseyen El-Fetih, Filistin Kurtuluş Örgütü içinde etkin hale gelmiştir.[66]
Amerika Birleşik Devletleri Mısır’ı İsrail ile bir anlaşma yapmak için ikna etmeyi denedi. Bunun için Birleşik Devletler iki politika izledi. Birincisi, barış için zorlamak ve ikincisi Asuan Barajı inşaatı için Mısır’a yardım sözü vermekti. Mısır iki şart öne sürdü; İsrail Negev Çölü’nden çekilmeli ve 1948’de topraklarından sürülen mültecilerin dönüşüne izin vermeliydi.[67]
Ne var ki, ABD politika yapıcıları Siyonist İsrail rejimini Orta Doğu’daki Arap müttefiklerine tercih ettiler. Noreng’e göre, Birleşik Devletler’in yardımıyla Siyonist İsrail rejimi bir askerî üs oldu ve Araplara karşı muazzam bir askerî üstünlük sağladı.[68] 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından ABD ve Siyonist İsrail rejiminin ilişkileri geri dönülemez noktaya ulaştı. Bu savaş bugün Orta Doğu’da gördüğümüz birçok stratejik pozisyonun temellerini oluşturdu.[69] Bu savaştan sonra ABD ve İsrail’in ilişkileri stratejik alanlarda gelişti. Öyle ki, ABD şayet bir gün Fars Körfezi’ni ve özellikle Suudi Arabistan’daki askerî üslerini terk etmek zorunda kalırsa, İsrail’i askeri üssü olarak kullanmaya devam edeceğini hesaplıyordu.[70]
Dördüncü Arap – İsrail Savaşı (Yom Kippur Savaşı) 1973’de patlak verdi. Bu savaşın sonucunda Araplar 1967 Altı Gün Savaşı ile kaybettikleri bazı yerleri geri alsa da işgal altındaki toprakları tümüyle kurtarmayı başaramamıştır. Yine bu savaşın neticelerinden biri olarak, 1974 yılında yapılan Arap Zirvesi’nde Filistin Kurtuluş Örgütü Filistinlilerin yasal temsilcisi kabul edilmiş, FKÖ’ye Birleşmiş Milletler’de gözlemci statüsü verilmiştir. 1973 savaşı ile başlayan süreç Mısır açısından 1978 Camp David Anlaşması ile tarihî bir kırılma yaşanarak son bulmuştur. Bu anlaşma ile Mısır, İsrail’in varlığını resmen tanımıştır.[71]
1979 İran İslam İnkılabı Siyonist İsrail rejiminin “Periferi Teorisi” uyarınca müttefik olduğu İran’ı bu ittifaktan çıkarmış ve Camp David öncesi Mısır’ın konumuna sokmuştur. Bu teoriye göre; düşman Arap devletleriyle çevrili Siyonist İsrail rejiminin Arap olmayan müttefiklere ihtiyacı vardı ve yine Arap ülkeleri içindeki etnik azınlıkları güçlendirerek Arap devletlerini zayıflatmalıydı; petrol zengini olması ve gelecekte ulaşması muhtemel güce binaen[72] Irak’tan başlayarak.[73] Siyonist İsrail rejiminin 1979 İslam İnkılâbı öncesi, bölgenin Arap olmayan iki büyük devleti İran ve Türkiye ile kurduğu ilişkinin temelinde de bu teori yatmaktadır. Siyonist İsrail rejimi, Türkiye ve İran’ın Irak devletini zayıflatmak için Kürtleri de kullanmak suretiyle bir dizi gizli operasyon yürüttüğü düşünülmektedir.[74] Şah’ın Fars Körfezi’ne hâkim olma stratejisi de onu Amerika ve Siyonist İsrail rejimi yanında yer almaya itmiş, Irak Kürtlerine ulaştırılmak istenen Amerikan ve Siyonist İsrail rejimi silahları için İran bir geçiş noktası olmuştur.[75]
1982’de Siyonist İsrail rejimi Lübnan’a saldırmış ve binlerce kişiyi öldürmüştür. Saldırı ve ardından gelen işgal Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan’dan çıkmasına sebep olmuştur.[76] 1987 ile 1993 arasında Filistinlilerin Birinci İntifada adını verdikleri ilk toplu karşı koyuş hareketi başlamıştır. Hareketin öncülüğünü Gazze’de kurulan HAMAS örgütü yapmıştır. HAMAS’ın dışında bölgede bulunan diğer örgütler de bu ayaklanmaya destek vermiştir.[77]
1993’te Siyonist İsrail rejimi ile Filistin halkının yasal temsilcisi sayılan Filistin Kurtuluş Örgütü arasında Oslo’da yapılan bir anlaşma ile FKÖ Siyonist İsrail rejiminin varlığını kabul etmiş, Siyonist İsrail rejimi de Filistin Özerk Yönetimi adı altında bir yapıyı tanıyacağını ve bu yapı ile nihai çözüme dayalı görüşmeler yapacağını taahhüt etmiştir.[78]
Siyonist İsrail rejimi 2000 yılında başlayan bir diğer intifada neticesi 2003 yılında Gazze’den çekilerek bölgeyi Filistin Yönetimi’ne bırakmıştır.
2005 yılında Filistin Özerk Yönetimi bölgesinde (Batı Şeria ve Gazze) yapılan seçimlerde HAMAS büyük başarı gösterdi. Avrupalı gözlemcilerin seçimlerin şeffaf olduğunu belirtmesine rağmen Siyonist İsrail rejimi Gazze’ye ambargo uygulamaya başladı.
Temmuz 2006’da Siyonist İsrail rejimi Lübnan’a saldırdı, ancak 33 gün süren savaşta Lübnan’daki Direniş Güçleri tarafından mağlup edildi. Bu mağlubiyet iki silahlı gücün karşı karşıya gelmesi suretiyle gerçekleşen çatışmalar açısından Siyonist İsrail rejimi için bir ilki oluşturdu. Siyonist İsrail rejimi devlet olmayan bir silahlı güç karşısında yenilgiye uğradı.
Aralık 2008’de Siyonist İsrail rejimi Gazze Şeridi’ne saldırdı. Saldırının amacı HAMAS’ın askerî ve siyasî kanadının tasfiye edilmesi olarak açıklanmasına rağmen bu hedefe ulaşılamadı. Saldırının Türkiye’nin arabuluculuğu ile yürütülen Suriye – Siyonist İsrail rejimi barış görüşmeleri sırasında gelmesi Türkiye ile de gerginlik yaşamasına sebep oldu.
2010 yılının sonunda Tunus’ta başlayan ve Batılı ülkelerin Arap Baharı olarak andıkları halk hareketlerinin neticesinde Mısır’da da Müslüman Kardeşler iktidara gelmiş ve bu da Filistin ile Mısır arasında daha yakın ilişkiler kurulacağı beklentisini doğurmuştur. Ancak Mısır uluslar arası anlaşma ve taahhütlerine bağlı kalacağını ilan etmiştir. Siyonist İsrail rejimi 2012 Mart ayında Gazze’ye saldırmış ve bu saldırı neticesi Filistin Direnişi Siyonist İsrail rejimi tarihinde ilk kez Tel Aviv’i füzelerle vurmaya muvaffak olmuştur. Mısır’da iktidarda olan Müslüman Kardeşler temelli hükümetin arabuluculuğu ile bir ateşkes sağlanmışsa da Siyonist İsrail rejimi ateşkes şartlarına riayet etmemiş ve daha sonra de Gazze’ye saldırmıştır.
Görüldüğü üzere, Filistin bölgesinin son yüzyıldaki tarihi ancak bir “Çatışmalar kronolojisi” olarak tasvir edilebilir. Bu çatışmalar neticesinde bölgenin Arap halkı tehcir ve katliama uğramıştır.
B – Bölgenin nüfus yapısı
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, 20. yüzyılın başında Filistin bölgesinin nüfus dağılımında Yahudiler ancak %3’e tekabül etmekteydi. İkinci Dünya Savaşı öncesi bu oran %20’lere yaklaşmış, savaş sonrası ise %32’ye çıkmıştır. Birinci Arap – Siyonist İsrail rejimi Savaşı’nda bölgeden sürülen yaklaşık 940 bin Filistinlinin durumu nüfus yoğunluğunu da Filistinliler aleyhine değiştirmiştir.
Bugün Siyonist İsrail rejiminin toplam nüfusunun 8 milyonun biraz üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu nüfusun yaklaşık %20’si Arap asıllıdır. Yahudilerin sayısı ise 6 milyon civarı sanılmaktadır. Rakamın net olmaması çok sayıda kaçak göçmenin varlığına bağlanmaktadır. Nüfusun %90’ı kentlerde yaşamaktadır.
Filistin Özerk Yönetimi sayılan Gazze’de 1 milyon 600 bin, Batı Şeria’da ise 2 milyon 500 bin civarında Filistinli yaşamaktadır. Batı Şeria’da Filistinlilerden ayrı olarak, sayıları tam olarak bilinmese de 400 bin civarı Siyonist bulunmaktadır. Filistinlilere ait evler çeşitli bahanelerle yıkılarak Filistinlilerin bölgeyi terk etmesi istenmektedir.
Nüfusa ilişkin bu veriler mülteciler meselesini birinci derecede önemli hale getirmektedir. Zira Filistin dışında yaşayan Filistinli sayısı Filistin’de yaşayandan daha fazladır. Siyonist İsrail rejimi mültecilerin kendi topraklarına dönüşüne izin vermemektedir.
C – Ekonomi
Filistin, 20. yüzyılın başlarında tarıma dayalı bir ekonomiye sahipti. Yahudilerin bölgeye göçü ile birlikte görülmeye başlanan yeni tarım kolektifleri (Kibbutz) hem ekonomik hem de gelecekteki Siyonist İsrail rejiminin çekirdekleri olması hasebiyle siyasî/idarî anlam ifade ediyordu. Bugün Siyonist İsrail rejiminin işgal ettiği Filistin topraklarında toplam nüfusun %3’üne tekabül eden ve değişen nüfusları 1000 ile 2000 arasında değişen 250 kadar Kibbutz bulunmaktadır.
Yahudilerin bölgeye yerleşmesi ile birlikte sanayi açısından da gelişim sağlansa da teknolojik imkân ve kabiliyet gerektiren bu alan Filistin’in yerel unsurlarına çoğunlukla kapalıdır. Arazilerine el konulması suretiyle Filistinlilerin tarımsal faaliyetten de yoksun bırakılması amaçlanmaktadır. Yerlerinden edilen Filistinliler Siyonist yerleşimcilerin ve işverenlerin yanında gündelikçi olarak çalışmak zorunda kalmışlardır. Batı Şeria’da üretilen malların diğer bölgelere nakli farklı prosedürlere tabi kılınmış, Filistinlilerin üretiminin kendi imkânlarıyla pazara ulaştırılması engellenmiştir.
Bir başka mesele de Siyonist İsrail rejiminin Filistinlilere ait ve bölgenin önemli bir gelir unsuru olan zeytin ağaçlarını sökmesidir. 2007-2010 yılları arasında sökülen zeytin ağacı sayısı 10 bin olarak tahmin edilmektedir.
D – Çatışmanın Tarafları
Filistin bölgesinde baş gösteren çatışmanın tarafları zaman içinde pozisyon değiştirmiştir. Osmanlı döneminde basit bir şekilde, bir cemaat olarak Yahudiler ile Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında yaşanan ve asayiş seviyesinde değerlendirilen gerilimler 19.yüzyılda Avrupa devletlerinin Kutsal Mekanları bahane göstererek müdahale etmesiyle uluslararası bir boyut kazanmıştır. Siyonistlerin bölgeye göçü teşvik etmesi ve bunun akabinde yaşananlar ise çatışmaya yeni taraflar eklemiştir. Tüm bunlara rağmen, bugün için çatışmanın aktif ve pasif taraflarını ana hatlarıyla şöylece belirleyebiliriz:
1- Çatışmanın aktif tarafları
Siyonist İsrail rejimi; 1948’de bir devlet olarak varlığını ilan eden, ardından da Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na üye kabul edilen siyasî yapıdır. Bölgede Yahudi kimliğini temsil etmekle beraber, içinde yer alan %20 oranındaki Arap vatandaşın da uluslararası hukuk düzeyinde temsilcisi varsayılmaktadır. Siyonist İsrail rejimi 1967 Savaşı ile işgal ettiği topraklardan, Birleşmiş Milletler’in bu kazanımları yasadışı saymasına rağmen, çekilmeyi kabul etmemekte, bu alanlardaki gayrı meşru yerleşimleri devam ettirmektedir. Yine Siyonist İsrail rejimi İsrail’in bir Yahudi devleti ve Kudüs’ün de bu Yahudi devletinin başkenti olarak tanınması istemektedir. Gerek 1948 ve gerekse 1967 mültecilerinin topraklarına dönüş haklarını reddetmektedir.
Filistin Özerk Yönetimi; Oslo Anlaşması sürecinde kurulan, Ramallah merkezli ve fakat bugün Batı Şeria ile Gazze arasında parçalanmış olan (Yakın zamanda hükümet yeniden birleşmiştir), Filistin halkını temsil eden yapıdır. Bu yapı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylama ile “Üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazanmıştır. Filistin Özerk Yönetimi (Filistin Devleti) Oslo Barış Anlaşması temelinde, 1967 Savaşı öncesindeki sınırlar dahilinde bir Filistin devletini kabul etmektedir. Mültecilerin dönüş hakkı konusunda farklı alternatiflere açıktır. Bir başka ifadeyle mültecilerin kendi topraklarına olmasa da Filistin ve İsrail içinde uygun görülecek bölgelere dönmesine sıcak bakmaktadır. Bir ordusu olmayacak olan Yönetim asayişi sağlayacak polis gücü ile yetinmeyi de kabul etmiştir. Batı Şeria’daki Siyonist yerleşimcilerin nihai statüsü bu yerleşimcilerin toplam nüfustaki ağırlığı sebebiyle endişe kaynağı olmaya devam etmektedir. Yine bu yerleşim bölgeleri Batı Şeria’yı onlarca parçaya böldüğü, buraların korunmasının Siyonist İsrail rejimine bırakılmak istenmesi de Filistin Özerk Yönetimi’nin itiraz ettiği hususlardandır.
Yerel Direniş örgütleri; Bölgede yer alan ve farklı ideolojik zeminlerde hareket eden, ancak Siyonist İsrail rejiminin yıkılması amacında birleşen, siyasî ve askerî faaliyetler yürüten gruplardır. Bu gruplardan bazıları, HAMAS ve El-Fetih örneğinde olduğu gibi, Filistin Özerk Yönetimi’nin (Şimdi Filistin Devleti) hukukî ve siyasî bileşeni konumundadır. Bazıları ise hükümet süreçlerinde yer almamakta, daha sınırlı ve dışa kapalı bir örgütlenme biçimiyle silahlı mücadeleye odaklanmaktadır. Yerel Direniş örgütleri Siyonist İsrail rejiminin varlık hakkını kabul etmemekle birlikte, HAMAS özelinde Oslo Barış Süreci’nin getirdiği kurumlara sahip çıkmaktadırlar. Bunlar 1948 öncesi sınırların geçerliliği konusunda ısrarcıdırlar ve BM’nin 1947 Taksim Planı’nı da kabul etmemektedirler. Bu grupların temel sloganı “Denizden nehre özgür Filistin”dir.
Orta Doğu Dörtlüsü; Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ve Rusya tarafından oluşturulan uluslararası gruptur. Bu aktörler bölgedeki çatışmanın yatıştırılması, dönüştürülmesi ve çözüme kavuşturulması için hareket ettiklerini söyleseler de, çatışmanın taraflarına verdikleri siyasî ve askerî destek ile çatışmanın uzamasına da sebebiyet vermektedirler. Amerika Birleşik Devletleri Siyonist İsrail rejimini bölgedeki gayrı resmî askerî üssü ve nihai çekilme noktası olarak telakki etmekte ve Siyonist rejim aleyhine çıkması muhtemel uluslararası kararları ya engellemekte, veto etmekte veya yumuşatmaktadır. Amerika, Siyonist rejimin “Yahudi Devleti” ilanına resmî olarak karşıdır. Vakıa, 1948’de Siyonist hareketin ilanında yer alan “Jewish State” (Yahudi Devleti) ibaresi kabul edilmemiş ve Siyonist İsrail rejimi yapılan bir düzeltme ile “İsrail Devleti” olarak tanınmıştır. Yine Amerika resmi düzeyde Kudüs’ün başkent olmasını kabul etmemektedir.
Rusya zaman ve zemine göre hareket etmekte, Amerika’nın bölgedeki ağırlığını dengelemek adına Arap devletlerine sınırlı düzeyde askerî ve siyasî destek sunmaktadır. Ne var ki, birçok vakada Rusya da Siyonist İsrail rejiminin diplomatik açıdan korunmasına yardım etmiştir.
Birleşmiş Milletler Siyonist İsrail rejimi ve Filistin arasındaki çatışmada çok zaman etkisiz eleman rolündedir zira Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi farklı doğrultuda hareket etmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları bağlayıcı özellik taşırken, Genel Kurul kararlarının (belli bir orana kadar ve belli konular dışında) bu özelliği yoktur. Güvenlik Konseyi’nin veto hakkına sahip üyesi Amerika Birleşik Devletleri Siyonist İsrail rejimi aleyhinde olacak bir çok karar tasarısını veto etmektedir.
Avrupa Birliği ülkeleri ise Siyonist İsrail rejiminin varlık hakkını tanımakta ve fakat insan haklarına riayet etmesini talep etmektedirler. Filistinli mültecilerin bir kısmı bu ülkelerde yaşamaktadır. Bir tarife göre, ekonomik bir dev, siyasî bir cüce ve askerî bir solucan olan Avrupa Birliği, kendisinin finansmanı ile kurulan bir çok kurumun Siyonist İsrail rejiminin saldırılarıyla yok edilmesine sessiz kalmıştır.
Arap ülkeleri; Çatışmanın kimi zaman doğrudan tarafı kimi zaman ise dolaylı şekilde tarafı olmuşlardır. 1948’de çatışma bir Arap meselesi olarak görülürken, Mısır’ın devreden çıkması çatışmanın niteliğini Filistin–Siyonist İsrail rejimi çatışması şekline çevirmiştir. Bununla birlikte Siyonist İsrail rejiminin Lübnan, Gazze ve Batı Şeria’ya yönelik saldırıları sırasında Arap ülkelerinin kendi içinde farklı tepkiler verdiği görülmektedir.
Mısır Camp David Anlaşması ile Siyonist İsrail rejimini tanıyan ilk Arap ülkesi olmuştur ve Arap Baharı’na rağmen Siyonist rejim ile ilişkilerini devam ettirmeyi kabul ve taahhüt etmiştir. Yine Mısır Siyonist İsrail rejimine verdiği doğalgaz ile onun enerji ihtiyacını karşıladığı ana partnerlerden birisi olmuştur. Öte yandan Gazze’ye yönelik ambargonun uygulayıcılarından birisi de Mısır’dır. Refah sınır kapısı bu ambargonun fiili kontrol noktalarından birisidir. Mısır Siyonist İsrail rejiminin Filistin bölgelerine yönelik askeri saldırılarından rahatsız olduğunu belirtse de bu saldırılar karşısında arabuluculuk rolünün ötesine geçmemiştir.
Ürdün uzun süre en kalabalık Filistinli nüfusa sahiplik yapmış bir ülkedir. 1967 Savaşı’nda Doğu Kudüs dahil kontrolü altındaki toprakları kaybetmiştir. Filistinliler ile Ürdün kraliyeti arasında yaşanan Kara Eylül vakası Ürdün’ü Filistinlilerden tedirginlik duyan bir ülke konumuna getirmiştir.
Suudi Arabistan Arap ülkeleri içinde ekonomik olarak dev kabul edilen bir devlettir. Resmî olarak Siyonist İsrail rejimini tanımasa bile gizli ve özel ilişkileri olduğuna dair bir kanaat vardır. Arabistan bölgedeki Müslüman Kardeşler ve Şîî etkisine karşı Siyonist İsrail rejiminin fayda sağlayacağını düşünmektedir. Kendini oyun kurucu telakki ettiğinden Arap Barış Planı gibi toprak takası içeren projelere öncülük ve hamilik etmiştir. Arabistan bu proje çerçevesinde bir normalleşmeyi desteklemektedir.
Körfez ülkeleri nüfus ve askeri kapasiteleri olmamasına rağmen sahip oldukları ekonomik güç ile siyasî güç devşirmeye çalışan, daha ziyade Amerika Birleşik Devletleri himayesinde olan ülkelerdir. Bu ülkelerin Amerikan himayesini talep etmelerinin sebebi Siyonist İsrail rejiminin yayılmacılığından kurtulmak istemeleri olduğu kadar ülke içindeki muhalefeti bastırma amacı da gütmektedir. Bu ülkeler de Suudi Arabistan ve Arap Birliği tarafından önerilen Arap Barış Planı’na destek vermektedirler.
Tunus, Libya ve Cezayir ise resmî olarak Siyonist İsrail rejimini tanımayan ülkelerdir. İçinden geçtikleri süreç itibariyle, bu ülkelerin şu an için bir politika geliştirmeleri mümkün görünmemektedir.
Direniş Ekseni; İran İslam İnkılâbı sonrası oluşan yeni bir zemin olarak belirir. Bu eksende başını İran’ın çektiği ve Suriye’nin kolaylaştırıcı devlet olarak yer aldığı, İran tarafından desteklenen devletler ile yerel direniş hareketleri bulunmaktadır. İran, Hizbullah, İslami Cihad, HAMAS ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi silahlı direniş hareketlerine desteğini açık bir şekilde ifade etmekte, bu yerel direniş hareketleri de bu desteği yadsımamaktadır.
İran, 1979’da gerçekleşen inkılaba kadar Siyonist İsrail rejimi ile müttefikken, İnkılab sonrası tam anlamıyla karşıt kampa geçmiştir. Siyonist İsrail rejimi ile diplomatik ilişkiler kesilmiş, Tahran’daki elçilik binası Filistin Kurtuluş Örgütü’ne tahsis edilmiş, kısa bir süre sonra başlayan Irak Savaşı’na rağmen gerek Filistin içindeki ve gerekse Lübnan’daki yerel direniş örgütleri her açıdan desteklenmiştir. İran, Siyonist İsrail rejiminin varlık hakkını tanımamakla birlikte, çözümün tümüyle askerî bir müdahaleden geçmediğini, bunun bir kısım sivil süreçlerle de sağlanabileceğini düşünmektedir. Bu süreçlerden ilki, mültecilerin kendi topraklarına dönüşüdür. Ardından, devletin niteliği konusunda yapılacak referandum ile vatandaşlık haklarının yeniden düzenlenmesi gibi hususlar gelmektedir. Bununla birlikte İran, Siyonist rejimin bu aşamaya ancak ve ancak silah zoruyla getirilebileceği kanaatindedir. Öte yandan İran, Siyonist İsrail rejimi ile Amerika Birleşik Devletleri’nin bu noktada aynı kategoride yer aldığını, Siyonist İsrail rejimi tarafından işlenen tüm suç ve ihlallerin aslında ABD tarafından irtikap edildiğini savunmaktadır.
Suriye, 1967 Savaşı’nda Golan bölgesini kaybetmiştir. Bu bölge halen Siyonist İsrail rejiminin işgali altındadır. Siyonist rejim bu bölgeyi su kaynakları için elinde tutmaktadır. Mısır ile yapılan Camp David anlaşması neticesi Sina’dan çekilmeye razı olan Siyonist İsrail rejimi, Golan’dan vazgeçmeye yanaşmamaktadır. Suriye ile Siyonist İsrail rejimi arasında sıcak çatışma olmasa da hukukî zeminde bir barış da yoktur. Ulusal bir amaç olarak, Suriye, Siyonist İsrail rejiminin Golan’dan çekilmesini isterken, Lübnan ve Filistin’in yerel örgütlerine ve yönetimlerine verdiği destekle de Siyonist İsrail rejiminin geri adım atmasını sağlamaya çalışmaktadır. Mevcut haliyle Suriye, İran ile Lübnan ve Filistin arasında bir köprü olmayı sürdürmektedir.
HAMAS Şeyh Ahmed Yasin tarafından kurulan Filistinli yerel bir örgüttür. İdeolojik açıdan Müslüman Kardeşler’in bir parçasıdır. Siyasî ve askerî kanatları olan bu hareket Oslo Barış Anlaşması’nın getirdiği kurumları kullanmış ve seçimlere katılarak Filistin Özerk Yönetimi’nde yer almıştır. Buna rağmen Siyonist İsrail rejiminin varlık hakkını kabul etmediğini beyan etmektedir.
İslami Cihad, Fethi Şikaki tarafından kurulan Filistinli yerel bir direniş örgütüdür. HAMAS’tan farklı olarak daha az sayıda üyeye sahiptir ve daha kapalı bir yapısı vardır. Siyonist İsrail rejiminin tümüyle yok edilmesinden evvel kurulacak bir yönetim veya devletin anlamsız olacağını, öncelikle toprağın özgürleştirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu açıdan HAMAS’tan ayrılsa da Siyonist İsrail rejiminin saldırıları sırasında gerek HAMAS ve gerekse diğer direniş örgütleriyle işbirliği yapmaktadır.
2 - Çatışmanın pasif tarafları
Çatışmanın yatıştırılması için taraflar arasında kimi zaman arabuluculuk yürütmeye çalışan, kimi zaman da saldırılar sebebiyle oluşan yıkımı gidermeye gayret eden gerek tümüyle sivil gerekse uluslararası kurum ve kuruluşlara bağlı yapılardır. Bunlar arasında Kızılay, Kızılhaç gibi insanî yardım organizasyonları yer aldığı gibi, daha alt düzeyde dernek ve vakıflar da bulunmaktadır. Yine Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, UNESCO gibi uluslararası kuruluşlar da çatışmanın pasif tarafları olarak kabul edilebilir.
E – Temel sorunların belirlenmesi
Yukarıda tarihî arka planı verirken belirttiğimiz gibi, 20. yüzyılın başında bölgenin nüfus yapısı son 700 yıldaki doğal seyrinde devam ederken, ani ve öngörülemez bir değişime uğramış ve bu da bölge içindeki güç dengelerini değiştirmiştir. Bölge içinden çıkmayan bir siyasî hareket, yani Siyonizm, bölgeye Batılı ülkeler tarafından eklemlenmiş, Siyonist hareketin temas ettiği tüm unsurlar çatışmanın içerisine çekilmiştir. Bu durumda, bölgedeki temel sorunun bölgeye sonradan eklemlenen bir ideoloji temelinde yükselen bir siyasî hareket olduğunu söylemek mümkündür. Bu siyasî hareketin var ettiği ve bugün için çözüm bekleyen ana meseleler ise şöyledir:
1 – Mülteciler sorunu (Geri dönüş hakkı)
2 – Vatandaşlık meselesi
3 – Siyonist İsrail rejimi içindeki hukuki, siyasi, ekonomik ve fiili ayrımcılık
4 – Yerleşimciler meselesi
5 – Kutsal mekanlar konusu
6 – Siyonist İsrail rejiminin ideolojik temelinin “devlet”in mahiyetine etkisi
7 – Bölgedeki diğer halk ve devletlerle ilişkiler
F – Çatışmanın yatıştırılması aşaması
Siyonist İsrail rejimi ile Filistinliler (Filistinli yerel direniş hareketleri) arasındaki çatışmanın öngörülemez zamanlarda askerî saldırılara dönüştüğü tartışmasızdır. Şu an için çatışmaların dondurulmasını sağlamak öncelikli hedef olmalıdır. Bunun başarılması Siyonist İsrail rejimi ile yerel direniş hareketleri tarafından yapılan ateşkes anlaşmalarına tarafların bağlı kalmasını sağlamaya bağlıdır. Siyonist İsrail rejiminin ateşkes anlaşmasını bozma amacı gütmeyen ve çok zaman da kimin tarafından yapıldığı belli olmayan küçük çaplı ihlalleri bahane göstererek bütüncül saldırılar gerçekleştirdiği bilinmektedir. Bu saldırıların birçoğu çatışmanın aktif taraflarından sayılan Amerika Birleşik Devletleri tarafından “varlık hakkının korunması” olarak adlandırılmakta ve bunun neticesinde uluslararası kurum ve kuruluşlar tarafından yapılacak diplomatik müdahaleler sonuçsuz kalmaktadır. Bu durumda, uluslararası aktörlerin Siyonist İsrail rejimine karşı asayiş meselesi ile stratejik çatışmanın farklı şeyler olduğu konusunda bir kararlılık göstermesi gerekmektedir. Asayiş meselelerinin stratejik konumlanma olarak telakki edildiği her halde taraflar arasındaki çatışma yeniden silahlı şiddet aşamasına tırmanacaktır.
Çatışmasızlık halinin devamı açık bir şekilde Siyonist İsrail rejiminin birçok kez ilan edilen ve neredeyse sabit hale gelen ateşkes şartlarından öncelikle insanî olanlarına tam riayetinin sağlanmasına bağlıdır. Bu cümleden olmak üzere, Gazze’ye yönelik ambargonun kaldırılması, sınır kapılarının açılması, Gazze’nin enerji ihtiyacının kesintisiz giderilmesi, uluslararası insani yardım kuruluşlarının bölgede gösterdiği faaliyetlerin kolaylaştırılması, her çatışma sonrası harap olan Gazze’nin imarına izin verilmesi, Gazze sahillerinde balıkçılık faaliyetinin engellenmemesi hususları zikredilebilir. Bunun karşılığında Filistin Özerk Yönetimi (Filistin Devleti) de asayiş düzeyindeki ihlallerin stratejik bir saldırıya dönüşmesini engelleyecektir.
G – Çatışmanın çözülmesi aşaması
Bu aşamada hem iyi niyeti göstermesi hem de hukukî bir zorunluluğun gereği Siyonist İsrail rejimi Filistin Özerk Yönetimi (Filistin Devleti) ile işbirliği içinde saldırılar sırasında zarar gören Filistinli mağdurların zararlarını belli ölçüde tazmin etmeyi teklif edebilir. Bu husus açık olmasa da örtülü bir kusur kabulü olarak telakki edileceğinden, iki toplum arasında insanî bir diyalog zemini oluşması için bir başlangıç noktası olabilir.
Yine Siyonist İsrail rejimi, Filistin Özerk Yönetimi’nin (Filistin Devleti) ihraç ettiği ürünler sebebiyle alması gereken vergileri zamanında ve tam olarak ödemeyi kabul ve taahhüt edebilir. Böylelikle Filistinliler binlerce insanın istihdam edildiği idari alanda yer almanın angarya olmadığını fark ederler.
İşbirliği ve toplumsal geçişkenliği sağlama adına, Filistinlilerin Batı Şeria ile Gazze arasındaki seyahatleri dahil olmak üzere Siyonist İsrail rejiminin diğer bölgelerine gerek iş bulma maksadıyla gerekse sair sebeplerle geçişleri kolaylaştırılabilir.
Filistinli tarım işçilerinin ve çiftçilerin çalışma hürriyetlerine sınır getirilmemesi ve yine balıkçıların avlanmalarına yönelik tahditlerin kaldırılması da iyi niyet çerçevesinde değerlendirilecek orta vadeli işlerdendir.
Tüm bunlar yapılırken bir sonraki aşamada mültecilerin konumu açısından iki tarafın gösterebileceği esnekliğin sınırları tespit edilir. Kudüs gibi sadece tarafları değil Müslüman ve Hıristiyan dünyayı da ilgilendiren müşterek konuların daha geniş bir perspektiften çözüme kavuşturulması için öneriler sunulabilir. Mülteciler ve vatandaşlık haklarının yeniden düzenlenmesi halinde oluşacak yeni durumun -Siyonistlerin bakış açısıyla- İsrail vatandaşlarının kazanılmış haklarını ne düzeyde ihlal edeceği ve böylesi bir durumda oluşabilecek şahsi zararların ne suretle tazmin edileceği hususunda müzakereler yürütülebilir. Yine vatandaşlıkla ilgili düzenlemelerin ardından yapılacak işlerin zaman çizelgesi belirlenebilir.
Yukarıda saydığımız tüm bu hususlar bir devlet çatısı altında yer alan eşit vatandaşlık statüsüne sahip iki toplum modeli gözetilirse gerçekleşebileceğinden tarafların bu statüde birlikte yaşamı isteyip istemeyecekleri önem arz eder.
H – Çatışmanın Dönüştürülmesi aşaması
Bu aşamada çatışmanın kökeninde yer alan unsurların orta ve uzun vadeli eylem planı dahilinde ortadan kaldırılması amaçlanır. Bunlar daha ziyade sosyo-kültürel ve sosyo-psikolojik çalışmalardır. Yine buna adım adım eşlik edecek olan hukuki düzenlemeler de birlikte gelecektir.
Yukarıda da izah ettiğimiz üzere Filistin bölgesindeki çatışmanın temelinde son yedi yüz yıldır bölgede hakim olan Müslüman unsurun dışında bir unsurun bölgenin doğal dokusuna aykırı bir şekilde yerleştirilmesi gerçeği vardır. Bu unsuru yabancılaştıran asıl etmen ise göçün başlangıcında niyetin belirsizliğidir. Siyonist hareketin önemli simalarından Martin Buber geçmişe yönelik bir öz eleştiri yaparken şunu ifade eder: “Bizler Filistin’e döndüğümüzde, kesin ve asıl soru şu oldu: ‘Sizler buraya bir dost, bir kardeş, Ortadoğu halkları topluluğunun bir üyesi olarak mı geliyorsunuz, yoksa sömürgeciliğin ve emperyalizmin temsilcileri olarak mı?’”[79]
Çatışmanın çözülmesi için öncelikle Siyonist İsrail rejiminin ideolojik alt yapısı olan Siyonizm’in terk edilmesi gerekir; zira bu ideoloji yabancıyı/göçmeni yerleştirmek için yerliyi toprağından uzaklaştırma esasına dayanan ırkçı bir fikriyattır.[80] Bunun ardından bölgeye yeni göçlerin önü kesilmeli ve mevcut nüfusun doğal artışı yoluna gidilmelidir. Araplar ve Yahudiler arasında kaynakların kullanımı konusunda var olan tüm ayrımlara son verilmeli, iş, eğitim, sağlık imkânlarına ulaşma, idari hizmetlerde yer alma gibi hususlarda eşitlik ve liyakat esaslarına itibar edilmelidir.
Devletin mahiyetinin çok kültürlü ve etnik unsurlu olduğu kabul edilmeli ve bununla birlikte her iki unsurun da devleti yabancılamaması için her iki dil de resmi dil sayılmalı ve iki dilli bir eğitim verilmelidir.
Devletin adı, ordusu, güvenlik anlayışı gibi hususların çözümü belki de bir sonraki kuşağa bırakılmalıdır.
SONUÇ
Filistin, medeniyetin yükseldiği, tüm yolların kesiştiği bir noktada olması hasebiyle hiçbir zaman önemini yitirmedi. Buna eklenen dinî unsur da onun önemini yitirmeyeceğinin garantisi niteliğindedir. Filistin herkese açık bir barış yurdu olabileceği gibi, herkesi yutan bir savaş alanı da olabilir. Bu bir tercihtir ve insan ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Siyonizm kendi milliyetçi hedefleri için bu bölgenin halkını sonu gelmez çatışmalara itmiştir. Bu çatışmanın nihayete erdirilmesi de ancak Siyonizm’in zararlı bir ideoloji olduğunun ön kabulüne bağlıdır.
Siyonizm zararlıdır, zira ırkçıdır. Bölgeyi tekeline almak, bölge halklarını topraksız ve avare bırakmak istemektedir. Bununla birlikte, Siyonizm de insan unsuru üzerinden hayat bulmaktadır ve onların da bu açmazı görmesi mümkündür. Bu imkan ise ancak tüm dünyanın onlara bu seçeneği ısrarla sunması ile gerçekleşebilir.
[1] Ertan Efegil, Devlet-içi Çatışmalar ve Çatışma Yönetimi, Sakarya, 2014, s: 15.
[24] Şlomo Dov Goiten, Yahudiler ve Araplar, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011, s: 21.
[25] Roger Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, Türk Edebiyatı Vakfı, İstanbul, 2011, s: 72.
[26] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, ss: 72-73.
[27] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s: 74.
[29] Abit Yaşaroğlu, Yahudilik ve Siyonizm Tarihi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2013, s: 18.
[30] Salime Leyla Gürkan, Ana Hatlarıyla Yahudilik, İSAM Yayınları, İstanbul, 2014, s: 21.
[31] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s: 83.
[37] Yves Lacoste, Büyük Oyunu Anlamak, NTV Yayınları, İstanbul, 2007, s: 289.
[38] Işıl Işık Bostancı, XIX. Yüzyılda Filistin, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Elazığ, 2006, s: 88.
[39] Nazgul Sultanova, İsrail’in Siyasi Yapısındaki Rus Yahudilerinin Rolü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 2011, s: 8.
[40] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, ss: 18-19.
[41] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s: 19.
[42] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s: 19 ve yine sömürgeci yöntem ve uygulamalar için ss: 173-187 arası.
[43] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s: 31.
[44] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s: 346.
[45] Bostancı, ss: 158-159.
[47] Bostancı, ss: 97-98.
[48] Avlonyalı Ekrem Bey, Osmanlı Arnavutluk’undan Anılar (1885-1912), İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, ss: 134-135.
[49] Qyestein Noreng, Ham Güç –Petrol Politikaları ve Pazarı-, Elips Yayınları, İstanbul, 2004, s: 84.
[50] Nial Ferguson, İmparatorluk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013, s: 298.
[51] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s: 10.
[52] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, ss: 256-257.
[53] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s: 269.
[54] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s: 271.
[55] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s: 360.
[56] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s: 172.
[57] Richard Holbrooke, “Washington’s Battle Over Israel’s Birth”, The Washington Post, 7 May 2008 (http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/05/06/AR2008050602447.html?hpid=opinionsbox1) Erişim tarihi: 19.12.2014
Başkan Truman’ın, “Üzgünüm beyler, fakat Siyonizm’in başarısını bekleyen yüz binlerce insana cevap vermek zorundayım. Benim seçmenlerim arasında yüz binlerce Arap yok ki!”, dediği nakledilir. Bkz: Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s: 361.
[58] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s: 170.
[59] Siyonizm Düşünden İsrail Gerçeğine Filistin, İHH Yayınları, İstanbul, 2009, s: 70.
[60] Yves Lacoste, Büyük Oyunu Anlamak, NTV Yayınları, İstanbul, 2007, s: 295.
[62] Henry Kissenger, Diplomasi, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007, s: 39.
[63] Siyonizm Düşünden İsrail Gerçeğine Filistin, s: 72.
[64] Siyonizm Düşünden İsrail Gerçeğine Filistin, s: 72.
[65] Siyonizm Düşünden İsrail Gerçeğine Filistin, s: 73.
[66] Siyonizm Düşünden İsrail Gerçeğine Filistin, s: 75.
[68] Qyestein Noreng, Ham Güç –Petrol Politikaları ve Pazarı-, Elips Yayınları, İstanbul, 2004, s: 14.
[71] Siyonizm Düşünden İsrail Gerçeğine Filistin, s: 77.
[72] Sargis Mamikonian, “Israel and The Kurds (1949-1990)”, Iran and the Caucasus, vol. 9, no. (2), s: 397.
[73] Ghada Hashem Talhami, “Diplomacy of the Kurdish territorial nation, International Journal of Contemporary”, Iraqi Studies, Vol. 7, No., 1, s: 28.
[74] Robert Olson, “The Kurdish question in the aftermath of the Gulf War: geopolitical and geostrategic changes in the Middle East”, Third World Quarterly, Vol. 13, No. 3, 1992,s: 484.
[76] Siyonizm Düşünden İsrail Gerçeğine Filistin, s: 79.
[77] Siyonizm Düşünden İsrail Gerçeğine Filistin, s: 80.
[78] Lacoste, ss: 295-298.
[79] Garaudy, İsrail Mitler ve Terör, s: 21.
[80] Garaudy, İlahi Mesajlar Toprağı Filistin, s: 404.