Tarih, toplumların dini, milli ve manevi bütün değerlerini nesilden nesile aktararak, geçmişin yaşanmışları ile geleceğe ışık tutan bir meşaledir. Tarihin gelecek toplumların hayatındaki önemini algılayamayanlar, onu bir masal, hikaye, safsata, tefrikaya sebebiyet veren ve tekrar edilen can sıkıcı geçmişin hatıraları olarak görür. Dolayısıyla tarihte gelişen ve yaşanan olaylarla yüzleşmekten ve günümüzle ilişkilendirmekten korkarlar.
Bu kısa girişten sonra asıl konumuza dönerek günümüzle uyarlanacak şekilde kısa bir tarihi analiz yapalım. ‘Tarih tekerrürden ibarettir’ realitesini her dönemde her asırda görmemiz mümkündür. Bu ümmetin içine düştüğü handikap, kaos ve kavgalara sebebiyet veren virüsleri tespit etmeden tedavi etmek hayli zor gibi görünüyor.
Hz. Peygamber (s.a.a.)’in rihletinden sonra savaşların nispeten bitmesi, savaşlardan yorulan sahabenin dünyevi hayata atılmalarına sebep olmuştu. Savaşlardan elde edilen ganimet ve fidye ile beytülmal artmış, herkes beytülmalden payına düşeni alıyordu. Maddi olanakların artması yaşantıları daha da müreffeh kılıyor, maddi olanaklar artıkça manevi boyut daha bir zayıflıyordu. (Aslında bu her dönemde tüm toplumlar için geçerli bir durumdur) Yavaş yavaş baş gösteren dünyevileşme temayülleri, 3. Halife döneminde daha ileri boyutlara ulaştığını, Medine’de inşa edilen lüks evler, hesapsız koyun ve develere sahip olanların sayısının artmasını, altın ve gümüşleri biriktirenlerin bir birleriyle yarıştıklarını tarihi kaynaklar bize aktarmaktadır.
Hal böyle olunca 4. Halife döneminde çıkar ve menfaatleri kesileceğini anlayanlar kaos ortamı yaratmaya başladılar. İmam Ali (a.s.) hilafet makamına oturduktan hemen sonra minberin sağına ve soluna bakıp, insanları iyice süzdükten sonra şöyle buyurdu: Ey insanlar! Şimdiden ilan ediyorum, milletin hakkı olan beytülmalden ceplerini doldurup mülkler edinen ve en güzel atlara binip, en güzel cariye/köleleri alıp, dünya lezzetlerinde boğulmuş olanların yarın engellediğimde ve haksız yere elde ettiklerini geri alıp, sadece hak ettiklerini bıraktığımda, “Ali b. Ebu Talip, bizi gafil avladı” demesinler. Bu gün açıkça söylüyorum. Bütün ayrıcalıkları ortadan kaldıracağım. Hz. Ali’nin Mescidi Nebi’deki bu can alıcı sözlerinden sonra, mescitten mırıldanmalar yükselmeye başlamıştı. Mevkii makamları tehlikeye girenler seslerini daha da yükseltmeye başlamışlardı. Bu itirazlar Mescidi Nebi’nin dışına taşmış, Medine’nin evlerinden, sokaklarından Basra’ya, Şam’a, Küfe’ye, Mekke’ye kadar ulaşmıştı. Medine’de tutunamayacaklarını anlayanlar hac mevsimi olmadığı halde hac bahanesiyle Mekke’ye orda Peygamber (s.a.s.)’in eşi Umul Müminin Aişey’i de yanlarına alarak Basra’ya doğru hareket ederek ilk fitne ateşini tutuşturdular. Cemel vakası İslam tarihinde açılan ilk gedikti. Daha sonra bu ateş Şam’a sıçramış önü alınmaz bir fitnenin alevleri tüm ümmeti ve İslam alemini sarmıştı.
Şam Fitnesi
Muaviye b. Ebu Süfyan, Halife Osman zamanında akraba kontenjanından Şam valisi olmuştu. Hz. Ali'nin halifeliği esnasında Şam valiliğinden azledilmesine öfkelenip, Şam’da, Medine’deki hilafet merkezine karşı başkaldırarak hilafetini ilan etmişti. Dolayısıyla Şam, İslam tarihinde yeni bir sürecin dönüm noktası ve başlangıcıydı. Muaviye’nin Şam’da tesis ettiği sahte dikta hilafetine meşruiyet kazandırmak için hak Halifeyi ve hak cephesini karalama kampanyası başlatarak, dezenformasyon, iftira, yalan hadis uydurma yani kısacası nameşru olan her yola başvurmuştu. Amr bin As gibilerini de yanına çekerek yalan ve iftiralarını konfirme ettirmek suretiyle siyahı beyaz beyazı da siyah göstermiş, Şam halkını kendine inandırtmıştı. Buna tarihi kaynaklardan birçok örnek verebiliriz. Ancak analizimizin uzamaması için tarihte vukuu bulan şu meşhur olayla yetiniyoruz:
“Olay Muaviye’nin saltanat başkenti Şam'da geçiyor. Hz. Ali’nin hilafet başkenti Küfe'den gelen biri, devesiyle Şam'a gitmiş. Şam'da dolaşırken, Şamlının biri bunun Küfeli olduğunu anlamış, yanına gelip: "ver o dişi deveyi bana!" diyerek zorla sahiplenmiş. Küfeli, "bu deve benim, ayrıca erkektir" diye kendini savunmuş ama başarılı olamamış. İş Muaviye'ye kadar ulamış. Muaviye, tarafları dinlemiş, sonra da, "bu dişi deve Şamlınındır" diye karar vermiş. Ardından halka dönüp: "ey cemaat, bu dişi deve kimindir?" diye sorunca bütün halk "Şamlınındır!" diye bağırmış. Muaviye Küfeliyi yanına çağırmış kulağına eğilerek: Küfeli, dinle! biliyorum, bu deve erkek ve ayrıca senindir. Ama dönünce Ali'ye şu mesajı ilet: Muaviye'nin, dişi deveyi erkekten ayıramayan, o ne derse "evet" diyen 10 bin adamı var ve ayağını denk al.”
Bu olay, Muaviye’nin toplum üzerinde gerçekleştirdiği dezenformasyonun ulaştığı korkunç boyutların açık bir delildir.
İslam tarihinde gelişen bu yeni süreç, günün şartlarında bir medya oluşturarak, manipüle haberlerle propagandalarına başlamıştı. Bunun yanı sıra uydurma hadislerin yolunu açılmış, sahte halife ve akrabalarına methiyeler dizilirken, Allah Resulü (s.a.a.)’in pak Ehlibeyti’ne cami minberlerinde ve ezanlarda lanetler ediliyordu. Şam sokaklarında herkes, Hz. Ali ve evlatlarının dinden çıktığına, kafir olduğuna inanıyordu. Hatta mescitlerin eşiklerine Ehlibeyt’in isimlerini yazarak, Ehlibeyt taraftarlarının mescitlere girmelerini engellemeyi bile amaçlamışlardı. İslam tarihinin bize aktardığına göre, Muaviye ile başlayan yaklaşık 70 yıl süren lanet ve hakaretler, Ömer Bin Abdulaziz döneminde son buluyordu.
Hz. Ali’nin hilafeti öncesi arz ettiğimiz toplumun yavaş yavaş manevi değerlerden soyutlanarak, maddi temayüllere yönelmeleri, ek olarak Şam’ın toplum üzerindeki manipüle propagandalarla korku imparatorluğunu genişleterek, İslam’ın paradigmalarının içi bir bir boşaltılarak, ruhları hapsedilmiş, benliklerine zincir vurulmuş, beyinleri kiraya verilmiş bir toplum yaratmıştı. Artık ne dese kendisine inanan, ne emretse yerine getiren bir toplum var etmişti. Şam’ın propagandalarının etkisinde kalan Şam ve civar beldelerin halkları, Ehlibeyt-i Resule haşa, namazı terk etmiş, Allah Resulünün yolundan ayrılmış, yoldan çıkmış, sapık kimseler olarak öğrenmiş, bilmişlerdi.
“Muberred ve İbn-i Aişe şöyle diyorlar:
Şam halkından olan bir adam, Muaviye’nin kötü propagandası etkisinde kalarak, ruhunda yerleşen çirkin bir tanıtmanın eseri onu, Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine düşman etmişti. Bir gün Medine’ye geldiğinde pazarda İmam Hasan (a.s.)’a gözü ilişti. “Bu nur yüzlü ve heybetli adam kimdir?” diye sordu. “Hasan b. Ali İbn Ebu Talib (a.s.)’dır.” denildi. İmamın yanına giderek, Allah rızası için Hasan b. Ali’ye edebildiği kadar küfretti, çirkin sözler söylemeye başladı. İmam Hasan (a.s.) ise şefkat ve merhametle adamın yüzüne bakıyordu. Adam çirkin sözlerini sarf ettikten sonra İmam (a.s.), ona selam verdi ve gülümseyerek şöyle buyurdular: “Ey şeyh (yaşlı adam)! Galiba sen bu şehirde garipsin, hakkımızda yanılmışsın, gerçeği sana yanlış anlatmışlar. Eğer senden razı olmamızı istersen, razı oluruz. Eğer bizden bir şey talep edersen veririz. Eğer bir yol gösterici istersen, seni hidayete yöneltiriz. Eğer yükünü taşımak için bizden yardım dilersen, yükünü taşırız. Aç isen doyururuz. Çıplak isen giyindiririz. İhtiyacın varsa ihtiyacını gideririz. Evin yoksa yer veririz. Bir isteğin varsa karşılarız. Eğer bütün yolculuk eşyanla evimize gelirsen, gidene kadar konuğumuz olursun. Biz de şevk ve muhabbetle seni ağırlarız. Çünkü bizim geniş bir evimiz ve misafiri ağırlamak için yeterli vesilemiz vardır.”
Şamlı adam, İmam (a.s.)’ın sevgi ve şefkatle dolu sözlerini duyunca şiddetle ağladı, söylediklerinden utanç duyarak şöyle dedi: “Senin Allah Teala’nın yeryüzündeki halifesi olduğuna şehadet ederim. Allah Teala, risaletini hangi ailede karar kılacağını daha iyi biliyor. Ey Hasan! Sen ve senin baban benim yanımda, Allah’ın en düşman kulları idiniz; şimdi ise sizler benim yanımda Allah’ın en sevimli kullarısınız.”
Şam’ın, Hz. Ali’ye karşı başlattığı bu saldırganlık, sözlü saldırılarla sınırlı kalmayıp Sıffin’de fiili savaşa dönüşüyor. Cemel savaşından sonra ikinci defa Ehlibeyt-i Resule kılıç çekiliyor. Manipüle propagandalarla Allah rızası için cihada gelen Şam ve civar beldelerin ahalileri cennet arzusuyla hakka kılıç çekiyorlardı. Şam’ın fitnesi her geçen gün büyüyerek İslam’ın tüm belde ve şehirlerine ulaşmıştı. Hatta Hz. Ali’nin askerleri arasına kadar girmişti. Hz. Ali’nin şahadetinden sonra, Resulullah’ın reyhanelerinden İmam Hasan hedef alınmıştı. Manipülasyon, dezenformasyon, karalama, tüm araç, gereç ve söylemler mubah sayılmıştı. İmam Hasan (a.s.), haşa dinden çıkartılmış ve yine bu ümmetin evlatları tarafından şehit edilmişti. Muaviye ölmüş, saltanatını, şarap içen, kadın ve eğlence düşkünü oğlu Yezid’e devretmişti.
Şam İmparatorluğu, İslam’ı asıl mecrasından saptırtmış, Allah’ın dini tahrif etmiş, Peygamberin sünneti ayaklar altına almış, kendi saltanatlarını ayakta tutan yeni bir ‘Emevi dini’ ihya etmişti.
Yezid ile devam eden Şam fitnesi, İslam’ın ahkamını aleni bir şekilde tahrife kalkmış, kendisine karşı gelen herkesin malını, canını ve namusunu helal bilmiş, saltanatını zülüm ve korku üzerine bina etmişti. Bu gün olduğu gibi, o gün de İslam alemi, gücün, zerin (altının), cehaletlerinin, bölünmüşlüklerinin ve korkularının esiri olmuşlardı. İmam Hüseyin (a.s.), böyle bir dönem ve ortamda zulme sessiz kalmayıp, o günün zalim diktatörlerine baş kaldırıyordu.
İmam Hüseyin (a.s.)’ın askeri gücü yoktu, zira halk sindirilmişti, altınla satın alınmıştı, kılıçla korkutulmuştu. Diğer bir kısım halk ise Şam medyasının yalan ve iftiralarına öylesine inanmıştı ki, Hüseyin bin Ali dinden çıkmış, ‘Emirel Müminin Yezid’e biatını bozmuş isyankar olmuştu. Dolayısıyla katli vacip ve öldürülmesi gerekiyordu. Kimileri de Hüseyin bin Ali’ye karşı cihat edip sevap kazanma peşindeydi.
Buna benzer daha onlarca olayı tarihi kaynaklardan aktarabiliriz. Amacımız tarihi kavga ve kargaşaları günümüze taşımak değil, bazı müphem noktaları aydınlatarak günümüze ışık tutabilmektir. İslam tarihinde devrim niteliğindeki bu süreci doğru algılayamazsak günümüz de ki gelişen olayları doğru okuyamayız.
Günümüze baktığımızda benzer tabloları görmemiz mümkündür. Gücü ellerinde bulunduranlar, tarihte itikatları jenerasyon geçirmiş toplumları istedikleri gibi dizayn edebilirler. Önce toplumların dünya temayüllerini artır, sonra manevi değerlerden soyutla, jakoben bir kitle oluştur maddi olanaklar sağla, sonra paradoksal ruh yapısına sahip bir kesimin eline kalemi diğerinin eline silahı ver. Sonra bak, kan gövdeyi götürüyor. Tarihin kahpeliklerini, namertliklerini, iki yüzlülüklerini, cehaletlerini, paradoksallığını ve kısacası yansımalarını günümüzde bire birini yaşıyoruz.
Emin olun emperyalistler, bizim tarihimizi bizden daha iyi biliyorlardır. İtikadımızı, zafiyetlerimizi, kişiliklerimizi en az bizim kadar biliyorlardır. 20 yıl önce bir arkadaşım anlatmıştı. Fransa’da bir müzenin girişinde şöyle bir yazı yazılıymış. “Muaviye bin Ebu Süfyan’ı ihya edin”. Gerçekten de bugün Muaviye ve Yezid’in yolu, siyaseti yeniden dizayn ediliyor, ihya ediliyor.
Tarihte olduğu gibi bugün de Muaviye ve Yezidlerin saltanatına boyun eğmeyen Ehlibeyt muhipleri, yiğit Hüseyniler vardır. Ehlibeyt dostlarına her türlü saldırı ve iftirayı mubah görerek kendi meşruiyetlerini kazanma peşindeler. Onlar tüm maddi olanaklarını, medyalarını, kalemşorlarını kullanarak, onlara körü körüne inanan, itaat eden kitleleri meydana getirme gayreti içerisindeler. Zahiren başarılı olmuş gibi gözüküyorlar.
Bir farkımız var, sizin bir kısmınız ‘Emevi jenerasyonu’ elinden çıkmış tarihi okur ancak o kadar beslenir. Diğer bir kısım da mezhep üstü, tarih üstü düşünen sözde entelektüel geçinenlerdir ki, nereleri kıble edindikleri, kimlerin kucağında oturdukları ortada. Biz tarihi okuruz ibret alırız aynı hatalara düşmemeye gayret gösteririz. İhanet edenlere karşı Cemel’de, Sıffin’de, Nehrivan’da, Ali’nin yanında yer alırız. Korkaklar gibi “kılıçlarımız o kana bulaşmadığı gibi dillerimizi de bulaştırmayalım” demeyiz. Muaviye’nin hilelerine karşı Hz. Hasan’ın safında yer alırız. Yezid’e karşı İmam Hüseyin’in cephesindeyiz. Dolayısıyla Velayet ve Velayet-i fakih çizgisinde yürümeyi ve o çatı altında toplanmayı kendimize destur ediniriz.
Mescid-i Aksa, direnişin kıblesidir.
Kabe, ibadetin kıblesidir.
Kerbela ise, aşkın kıblesidir.