Paralel din

Hazım Koral

2067 kere okundu
29 Eylül 2016 Perşembe
215973_140028932731896_1451794_n.jpg

“Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Al-i İmrân:18-19)

İmanın ibrazı olan “tevhid” kelimesinde Allah'tan başka ilâh olmadığı ifade edilmektedir. Aktarmış olduğumuz ayet-i kerimede de bu gerçek ifade edilmektedir. Ve yine ayette teyid olarak Allah'ın mutlak güç ve mutlak egemenlik sahibi olduğu vurgulanıyor. Akabindeki ayette ise Allah nezdindeki dinin İslâm olduğu vurgulanıyor. Ayetleri bir bütün olarak ele aldığımızda İslâm'ın tevhidî değere sahip bir din olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak bu vurgulardan sonra ayet devamında can alıcı bir hususa temas edilmektedir: “Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler.” Görüldüğü üzere ayet sadece ehl-i kitaptan söz etmiyor. Bu ihtiras, kıskançlık ve çekememezlik Müslüman gruplar arasında da ne yazık ki fazlasıyla görülmektedir. Eğer Müslümanlar tevhidî değerler muvacehesinde Yüce Rabbimiz'in emrettiği şekilde birlikteliklerini tesis etmiş olsalardı paralel dinler de devreye girmeyecekti. İhtiras ve kıskançlıklar din adına hizmet verdiklerini iddia eden cemaatleri de birbirlerine husumet beslemeye itebilmektedir ne yazık ki!

Gerek önceki ümmetler döneminde ve gerekse Sevgili Peygamberimiz'den sonra tarih boyu tefrika örnekleri hep görülmüştür. Şu hakikati çok açık bir şekilde itiraf etmiş olalım ki, tefrika çıkaranlar tevhidî özden ayrılıp paralel din oluşturanlardır. Ancak burada şöyle bir gerçek daha vardır, tefrikacılar kendilerinin fırkayı naciye  ve doğru yol üzere oldukların iddia edebilmektedirler. Rabbimiz onları bu konuda da uyarmaktadır:  “Onlara, 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın' denildiğinde, 'Biz ancak ıslah edicileriz!' derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir.” (Bakara:11-12)

15 Temmuz kanlı darbe girişimi esnasında 246 vatandaşı katletmiş oldular. Eğer halkımızın direnci ile püskürtülmeselerdi belki muvaffak olana kadar binlerce insanın ölümüne sebebiyet vermiş olacaklardı. Buna rağmen Fethullah Gülen'in müntesiplerinden birine sorsanız asla kendilerini haksız görmeyeceklerdir. Çünkü bunların saraylarda yazılmış fıkhî referansları var. Paralel din aslında o fıkıh anlayışı ile oluşturulmuştu. Ve bugün de devam etmektedir. Sorsanız, “Biz hilafeti geri getirecektik, Allah'ın yasalarına uygun bir yönetim biçimi oluşturacaktık” derler. Ama öte yandan Allah'ın yanısıra kan içici ABD ve Siyonist İsrail'i de otorite kabul etmektedirler. Aslında onlar bu noktada kaybettiler. Zira bu yaklaşımları ve gizli mahfillerde onlarla iş tutmaları tevhidî değerlere ihanet ettiklerini çok bariz bir şekilde ibraz etmektedir. Daha işin başında Allah Teâlâ'nın hükümlerini çiğnemekle nasıl hak üzere olunabilir ki? Yine halkın silahı ile halkı acımasızca ve humnharca katletmeye kalkacaksınız sonra da “Hak üzereyiz” diyeceksiniz! Bu mümkün değil.

Yapısal değişim bir ihtiyaçtır. Zira Allah Teâlâ'nın yasalarından inhiraf etmiş bir rejimle karşı karşıyayız. Bu bir gerçek. Ancak biz bu ihtiyacı temin için TSK içine ve emniyet birimlerine sızmamızı mı gerektiriyor? Aslında “sızma” kelimesi ironik bir durumu ortaya koymaktdır. Çünkü  bir yönüyle ve halkımızın tabiriyle “Ordu Peygamber ocağıdır!” Ancak bu ne kadar gerçeği yansıtmaktadır. Zira “Peygamber ocağı” denilen ordunun içerisinde nice İslâm düşmanı generallere tanık olduk. Bu generaller tarafından dinî değerlerimiz sürekli aşağılanmış ve tezyif edilmiştir. Erat ise Müslüman ahalinin çocuklarından müteşekkil. Şu hâlde “sızmak” kavramı yerine “asli unsur” olgusu kullanılmalıdır kanaatindeyiz. Ancak rejimin statüsü kavramsal kargaşalara sebebiyet vermektedir. Demek oluyor ki mevcut rejim bile kurulurken İslâmî yönetim biçimine rağmen paralel bir yapı oluşturularak kurulmuştur. Biz bunu devletin seküler ideolojisinde de görmekteyiz.

Bütün bu gerçekliğe rağmen yapısal değişim için her yol ve yöntemi mubah görebilir miyiz? Yüce dinimiz İslâm buna cevaz veriyor mu? Buna bakmalıyız. Tarihte yaşanmış olumsuz örnekler bizim için emsal olabilir mi? Bizim için o hadiseler referans kaynağı olabilir mi? Şu bir gerçek ki, saraylarda oluşturulan din anlayışı “paralel” olmaktan öteye gidemez. Ne olurdu da bunu Fethullah Gülen anlasaydı. Ancak şu gerçeği de ifade etmiş olalım ki, bu zihniyet Fethullah Gülen ile sınırlı değildir. İslâm coğrafyasında daha nice Fethullah Gülen'ler var. IŞİD, DEAŞ, El Kaide, El Nusra ve Boko Haram gibi nice örgütler var ki, yapısal değişim adına katliam üzerine katliam yapıyorlar. Yapısal değişim bir gereksinimdir. Hatta ilâhî bir emirdir. Ancak bu iş şiddete baş vurmayı zorunlu kılmıyor. Kırmadan, dökmeden ve kan akıtmadan hâlledilmesi gereken bir iş bu. İslâm şiddete cevaz vermiyor ancak paralel din bu işe fetva veriyor. Bunun en somut örneğini biz Cemel, Sıffin ve Nehrevan'da görmekteyiz.

Ortada bir İslâm devleti var ve bu devletin başında meşru bir İmâm var, ancak buna rağmen “paralel din” anlayışı ile işi oluk oluk kan dökmeye vardırdılar. 15 Temmuz darbe girişimi elbette ki motamot verdiğimiz örnek gibi değil. Fethullah Gülen tıpkı Tayyip Erdoğan gibi yapısal değişimden yana idi ve bu nedenle Ak Parti hükümetini seçimlerde desteklediler. Hatta bu aleni destekten dolayıdır ki, kurulan hükümet için “Cemaat – AK Parti Koalisyonu” denilir oldu. Birlikte yola çıkmışlardı. Ancak belirli bir süre sonra gizli kapılar ardında pazarlıklara koyuldular. “Şu kadar milletvekili istiyoruz, filan bakanlıkları bize verin!” Pazarlık kızıştı ancak talepler yerine getirilmedi. Ardından Siyonist İsrail ve ABD adına Cemaat açık açık “İran'la ticareti kesceksin” demeye başladı. Halk Bankası'na yapılan operasyonun tek nedeni budur. Petrol ve altın ticaretinin paraları Halk Bankası'na yatırılıyordu. Ayakkabı kutularında bulunan para İran'ın bağış olarak verdiği, Makedonya'da yapılacak olan ilahiyat fakültesi içindi. Paralel devlet buna tahammül edemedi ve polis üzerinden 17 – 25 Aralık'ta darbe girişiminde bulundu. Başaramadılar.

Ancak bu paralel yapı 40 yıldan beri yaptığı plânlarına ulaşmak için tekrar pusuya yatmış fırsat kolluyordu. Bir taraftan da hükümet polis, asker ve bütün kamu kurumlarında Cemaat'e yönelik tasfiye hareketine devam ediyordu. Ancak bunlar içeride öylesine palazlanmışlar ki, at at bitmiyordu. Hâlâ ordu içerisinde kendilerini kamofle edebiliyorlardı. Bunlar üstelik generalliğe kadar terfi etmiş kimseler olarak büyük bir yekün tutuyorlardı. Ancak buna rağmen onları bir tehlike bekliyordu. Bu tehlike 30 Ağustos'taki Yüksek Askeri Şura toplantısı idi. Bu tarihte görev devir tesliminden mütevellit bazı generaller emekliye ayrılacaktı. Şu hâlde pusuda bekleyen paralel yapı acele etmeliydi. Adeta bir atımlık barutları kalmıştı. Bununla hedefi tam 12'den vurmalıydılar. Bu onlar için “altın vuruş”tan başkası olamazdı. Nitekim öyle de yaptılar.

Bunların yaptığı hesapta on binlerce insan tutuklanacaktı. Ancak başta Tayyib Erdoğan olmak üzere “Selâm – Tevhid Terör Örgütü” kapsamında değerlendirilenler sorgusuz - süalsiz infaz edileceklerdi. Bu listenin başında “Selâm – Tevhid Terör Örgütü Siyasi Kanat Lideri olarak gördükleri Tayyib Erdoğan vardı. Niteki Marmaris'teki otele yapılan baskında bu amaç güdülüyordu. Nitekim Tayyib Erdoğan'a ulaşamayınca iki koruma polisi acımasızca katletmişlerdi. Operasyonu başlattıklarında direkt olarak halka ateş açmaları, acımasızca insanları tanklarla ezmeleri ne kadar şiddete teşne ve ne kadar kan dökmeye meyyal olduklarını ortaya koymaktadır. Bunlar işgalci İsrail'den daha beter çıktılar. Siyonist İsrail kendi halkını katletmiyor, düşman addettiği mazlum Filistin halkını katlediyor. Bunlar ise öylesine alçalmışlar ki, kendi halkını öldürüyor. Bir yönüyle Cemel ve Sıffin'de yaşananlar bundan farklı değildi. Muaviye'de o dönemde paralel yapıdan önce, saraylarına aldığı sözde alimler vasıtası ile “paralel din” oluşturmuştu.Zira “paralel din” oluşturmadan “paralel yapı” oluşturmak mümkün değildir. Bu demektir ki, “paralel yapı”, “paralel din”in ürünüdür. İnsanlar önce bu “paralel din'e eklemlendi.

Önce insanların inancını ifsad ettiler. “Diyalog ve hoşgörü” adına Hıristiyan ve Yahudilere şirin görünme adına insanları tevhidi değerlerden uzaklaştırdılar. Ezandan “Muhammed'en Resulullah” lafzını çıkarmaya teşebbüs ettiler. “Siyasal İslâm'ın İflası” isimli eseri yazan Olivier Roy ile ağız birliği yapıp İslâm'ın kıyamete kadar baki olan siyasî yönünü inkâr eder oldular. Özellikle 17 – 25 Aralık operasyonundan sonra bu konu kendi medya kuruluşlarında pompalanıp durdu. Madem sizin din anlayışında siyaset yoktu neden kanlı darbe girişiminde bulundunuz. Maksadınız yönetim ve siyaset merkezi olan devleti ele geçirmek değilmiydi? Madem ki sizce siyasetten uzak durmak gerekiyordu neden bu işe bulaştınız? Elbetteki bu cürmü ilk defa siz işlemiyorsunuz. Açık bir şekilde görülen o ki, siz Emevîlerin ardıllarısınız. Tarih boyu Emevîler nicelerine emsâl olmuş. Bu nedenle diyeceğimiz o ki; “Emevîlerden beri Müslümanların bir numaralı problemi paralel dindir.” Bugün İslâmî ilimler ve İslâm fıkhı diye bilinen metinlerin çoğu ne yazık ki, bu “paralel din” tarafından üretilmiştir. Bu nedeledir ki Müslümanlar tarihî süreç içerisinde gerçek İslâmî ilimlerden ve gerçek İslâm medeniyetinden fersah fersah uzaklaşmış oldular. Müslümanlar sağlıklı düşünme ve problem çözme yeteneklerini geliştiremediler.

Sonuç itibariyle Müslümanlar paralel fıkıh anlayışını ve dolayısıyla “paralel dini” iyi tahlil etmeliler. Eğer bu yapılmazsa Müslümanlar din adına, din tacirleri tarafından sömürülmeye devam edecektir. Şu hâlde tevhidî değerleri önceleyen öz Muhammedî İslâm'a rücu etmeliyiz. Şu bir gerçek ki, öz Muhammedî İslâm bütün dünya Müslümanlarını tek bir İslâm Devleti çatısı altında evrensel birlikteliğe davet etmektedir. Ayrılıklar ve ihtilaflar ise sosyal şirktir. Müslümanla her hâlü karda ümmet birlikteliğini esas almalıdır. Rabbimiz buyuruyor ki:

“Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz.” (Enbiya:92) 

Bu ümmeti başka kimlikler altında bölmeye çalışmak ve bir takım alt kimlikleri üst kimliğimizin yerine ikame etmeye kalkmak şirkten başka bir şey değildir. Bu nedenledir ki tarihte hangi zaman diliminde başlatılmış olursa olsun, “her paralel yapı” ve her “paralel din” şirkten başka bir şey değildir. Çok açık bir şekilde ifade etmiş olalım ki, bunun Ak Partisi ile de bir alakası yoktur. Zira tevhidin merkezi bu parti değildir. Bugüne kadar nice partiler geldi geçti. Asıl olan hak ve adalet temeline dayalı hizmetin uğraş ve çabasını vermektir. Asıl olan Yüce Allah'ın rızasına uygun yapısal değişim için sırat-ı müstakim üzere olabilmektir. 

 

Öne Çıkan Haberler
İktibaslar