Hüseyin, umutları yüzünden Kerbela yolculuğuna çıkmıştı; tıpkı babası ve dedesinin Kufe ve Medine yolculukları gibi. Ama o da babası ve dedesi gibi umutlarının peşinden sürüklenen insanlar tarafından yarı yolda bırakıldı. Hüseyin yolculuğunu tamamlayamadı sanıldı, yanında yer almayanların ise seyirlerini ikmal ettiği; tıpkı babası ve dedesinin hem kendileri ve hem de insanların kaderini değiştirmek için çıkmış oldukları seferi tamamlayamadıklarına inanıldığı gibi. Oysa yolculuğu tamamlayamayanlar, bu düşüncede olup da Hüseyin'i yarı yolda bırakıp kendi maceralarını tamamlamak için başka bir yola girenlerdi.
Neden buna inanmış, inandırmışlardı kendilerini? Mutsuzdular çünkü. Bauman'un dediği gibi, "insan kendini mutsuz olduğuna inandırdığı kadar mutsuzdur." (Zygmunt Bauman, Yaşama Sanatı, Ayrıntı Yay., s. 51.) Hüseyin ile yola çıkarlarsa mutsuz olacaklarına inanmışlardı. Bu yolda istediklerini bulamayacaklardı çünkü; servet bulamayacaklardı, makam edinemeyecekleri demek istemiyorum. Seçmiş oldukları mutsuzluk yolunda azık edinecekleri fikri ve ameli bir şey bulamayacakları için Kerbela yolculuğuna çıkmak istemediler. Hüseyin, onların beklentilerini karşılayamadığı için evhamlarının hayal dünyasında gark oldular.
Hüseyin, tutkulu bir aşkla yalnızlığın en uç belki de en son dünyevi durağı Kerbela'da kendi karakterinin içindeki yolculuğunu tamamlamak istedi. Zira kendi içindeki yolculuğun gemini mutlak varlığın ahlakıyla ahlaklanarak süslemişti. Diğerleri ise ahlakın mutalakiyetini görmezden gelerek, her an dümen kırma selahiyetlerinin kendilerine mutsuz olmak için verildiği düşüncesinde oldular. Hüseyin, onlar için her zaman bunun böyle olmadığını anımsattığı için yola çıkılması gereken biri değil, ortadan kaldırılması gereken biri oldu. Çünkü Hüseyin onlar için, bu kötü düşüncelerinin hakikikat aynasındaki yansımasının kirini gösteren misal ve timsaldi. Bu çerçevede Hüseyin onlar için, kötülüğün kaynağının insanın kendine olan sadakatsizliğini ifade eden (Jacques Ranciere, Cahil Hoca, Metis Yay., s. 61) bir ahlak mihengiydi.
Onlar, Hüseyin'in aksine, hayatın anlamsızlığına inandılar ve bu da onları kendi anlamlarını yaratmaya zorladı (Stanley Kubrick, Katilin Busesi, 1955).
Yarattıkları anlam ise Hüseyin gibi tutkuyla aşkın peşine düşememek ile ilgiliydi. Bundan yoksundular; mutlak maşuklarını unuttukları için O da unutmuştu onları. Bundan böyle, aşklarını kanıtlama olanakaızlığına düştükleri için (Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar, Metis Yay., s. 195) sürekli bir acı çekme seansı içine girmişlerdi.
Bu seanstaki ruh halleri hemen hemen tüm maktel kitaplarına yansımıştır mutsuzluk olarak. Oysa onlardı yolu tamamladıklarına inananlar. Ama maktellerde anlatılanlara göre yaptığına pişman olan, ağlayan, hayatı tam bir girdaba dönen de onlar. Ailesi ve yarenleriyle hunharca katledilen Hüseyin ise hiç bir maktel veya tarih kitabında yaptığına pişman olmuş, bunun için ağlamış, ne yapacağını bilememiş veya kararsızlıklar yaşamış biri olarak tasvir edilmemiştir. Çünkü o, mutluydu. Merhum Fuzûlî'nin meşhur eserine neden Hadîkat-üs-Su'eda/Mutlular Bahçesi dediğini anlıyor muyuz?