Nûr suresinin üçüncü ayetinde tüm mü’minler toplu bir tövbeye davet edilmektedir, “hep birlikte Allah’a tövbe ediniz; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” Burada mü’min sıfatını taşıyan, taşımak veya bu özelliğini muhafaza etmek isteyenlerden yapılması istenen bir eylemdir bu topluca, hep birlikte tövbe etme infiali. Bu tövbeyi şeytanın Hz. Adem’e secde etmemesi üzerine kendisine yöneltilen cümlelerle hatırlayalım: “ (Allah) Dedi ki: “Ey İblis! İki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan neydi? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin?” (Sâd sûresi, 75). Allah şeytanın niyetini bilmekle birlikte ona neden emredileni yerine getirmediğini sordu. Burada şeytan ile ne bir istihza söz konusu ne de onu hor görme; aslında ondan istenen ateş ve toprak kıyaslamasını yapması değil, bir özür beyan edip secdeye kapanmasıydı. Secdeyi yerine getirmeyi reddedip itirazda bulunması onun bu fırsatı kaçırmasına neden oldu. Oysa o da biliyor olmalıydı fırsatların birer bulut misali olduğunu ve ortaya çıktıkları anda ganimet bilinmesi gerektiğini.
Bu çerçevede düşünüldüğünde Kerbela hadisesi Müslüman toplumun Hz. Resul, Hz. Fatıma, İmam Ali, İmam Hasan’a yaptıklarından dolayı kendileri için bir arınma fırsatı, tövbe vesilesi ve kurtuluş çağrısıydı. Ama Hz. Hüseyin’in diriliş muştusuna müstesna insanlar haricinde cevap veren olmadı: “Her kim bizim yolumuzda kanını akıtmak ve nefsini likâullahta vatan sahibi kılmak istiyorsa bizimle hareket etsin.” Dünyevîyi melekûtî olana, ednâyı a’lâya, Ebu Süfyan’ı Hz. Resul’e, Muaviye’yi İmam Ali’ye ve İmam Hasan’a, Yezid’i İmam Hüseyin’e tercihte önceleyenlerin ve dahi bu kötü tablonun aksine insan olmanın ne anlama geldiğinin dersini verenlerin bir makteli haline geldi Kerbela.
Hadisenin bir katilgâhta bu şekilde cereyan etmesini birçok oryantalistin dile getirdiği gibi Emevî-Haşimî çekişmesinde aramak ve Kerbela’nın vukuunu sadece bu bağlamda değerlendirmek, kendileri de Haşimî olan Abbasîlerin hükümranlığı müddetince meydana gelen Şii ayaklanmaları, sâdât-ı kirâmın önder olarak kabul ettikleri İmam Hüseyin’in kıyamını devam ettirip direniş sergilemelerini nasıl açıklamak gerekir? Emevî-Haşimî teziyle hak ve batıl mücadelesinin sadece basit bir ailevî çekişmeye indirgenmeye çalışılması, bu savın öncelenmesi pek de doğru görünmemektedir. Elbette Emevî oligarşisinin Haşimî ailesiyle Hz. Resul öncesine dayanan bir çekişmesi bulunmaktaydı; burada dikkat edilmesi gereken husus iki aile arasındaki ve onların etrafında meydana gelen kamplaşmanın altyapısının doğru tayin edilmesidir. Emevîlerin islamî bir kisveye bürünmesi, amaçlarına ulaştıran her eylemi meşru görmesini göz önünde bulundurmadan -ki durumun böyle olduğunu birçok tarihi delil mevcuttur- iki aile arasındaki siyasal repertuvar ve bunun neticeleri üzerinde doğru yargılara varmak mümkün değildir.
İslam toplumunun ulema-cahil, havas- avam, yöneten-yönetilen kısaca her tabakasından insanın aklî melekelerini ve buna bağlı fiillerini tayin etme eylemiyse bırakın şer’î düzlemden, insanî ortak paydadan bile çıkmış durumdaydı. Emevî ailesi insanların bu kapasitelerini kullanmalarını unutturdu; kullanmak isteyenleri ise engelledi. Söz konusu engelleme kimi zaman zor kullanarak kimi zamansa İslamî ve insanî düşünme melekelerinin hadımlaştırılmasıyla gerçekleştirildi. Toplumu bu durumdan haberdar edebilecek ve halkın ufkunu açabilecek ilmiye sınıfından birçok kişi Emevîlerin tasvir edilen siyasetinden kurtulamadı; âlimlerin kimi severek kimi sevmeyerek, kimi benimseyerek kimi benimsemeyerek, kimi cebren ve kahren kimi tam bir gönül rızasıyla bu fâsit siyasal dairenin içerisinde yer aldı.
Bu siyasal sürecin uygulamaları ne İslam toplumunun iç siyasetinde ve ne de Emevî devletinin dış politikasında İslam kurulları ve insanî müşterekler çerçevesinde belirlenmekten çok uzaktı. Mevcut durumun garabetine rağmen Emevîlerin kendi siyasetlerini İslamî olarak lanse etmeleri ve daha vahim bir şekilde İslam toplumunun bunu kabullenmesi içerisinde meydana gelen toplumsal çölde bir bulut kümesi göründü. Bu bulut kümesi hiç şüphesiz İmam Hüseyin ve yarenlerinden başkası değildi.
Kerbela kıyamı hedeflerinin kendi zamanıyla ve dönemim toplumuyla ilgili olduğunu düşünmek en az yukarıda tenkit edilen oryantalist zihniyet kadar hatalı ve tehlikelidir. Kerbela kıyamı gerçekleşmeseydi, Emevî politikasının her eyleminin İslamî olduğu gerek yerli ve gerekse yabancı oryantalistler tarafından yazılıp çizilmeye çalışılacaktı.
Bu meyanda çağlar ötesi saf İslamî hareketin günümüz toplumumuza zikredilen çerçevede de önemli bir silkelenme fırsatı olduğunu ifade etmemiz gerekmektedir. Şeytanın kendisine sunulan fırsat gibi tepilmemesi gereken bir ganimet zamanıdır Aşura. Müslüman halkların tek bir sesle tövbe edebilecekleri bir gündür. Dolayısıyla zamanımızın Emevî oligarşisinin kimlerden oluştuğunu ayırt etme kabiliyetine sahip olmayı, Emevî İslamı’nın Kur’an’da açıklanan İslam’ın en büyük düşmanı olduğunun yüksek bilincine varmayı gerektiren bir hazırlık ve bu hazırlık akabinde de arbain metaforunda da bir sürekliliği zorunlu kılar. Aksi halde bilincini, düşünme yetisini zamanın sultasına ihale etmiş Kufe halkı olmaktan ve "Zamanın Hüseyni"ne kılıç çekmekten başka bir yol yokmuş gibi bir toplumsal hastalığa düşülür. Herkes Müslim b. Akil olamayabilir ama Hür olmak ve Hür kalmak için Kerbela çölündeki bulutları takip edip onlardan kalp gözümüzü ayırmamamız yeterli olacaktır.