kuyu 1.jpg

Yusuf’un (a.s.) Muhlaslığı ve Masumiyet

Hayattaki üzüntülerimizin çaresi ve günahlara karşı kalkanımız marifetullah ve muhabbetullahtır. Bu ikisini üst düzeyde kendilerinde barındıran muhlis, ihlasının karşılığını görmek istiyorsa Resûlullah’a sımsıkı sarılmalıdır. Sımsıkı sarılan kimse muhlaslığa adım atmış olacaktır.

4 Kasım 2014 Salı

Yusuf'un (a.s.) Muhlaslığı ve Masumiyet

Cevher Caduk (ilahiyatçı-öğretmen)

Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o muhlas kullarımızdandı.” (12/Yusuf/24)

Önceki çalışmamızda (http://intizar.web.tr/inanc-ve-dusunce/haber/924/muhlas-kavrami-baglaminda-masumiyet#.VFkTkvmsUZk) muhlas kavramı ile masumiyet arasındaki ilişkiyi ele almıştık. Makalenin son bölümünde peygamberlerden muhlas olanların isimlerini sunmuştuk. Bu çalışmamızda ise hakkında muhlas kavramı kullanılan Hz. Yusuf'un muhlaslığını ele alacağız. Ayrıca peygamberlerin masum olmadığına ilişkin olarak da kullanılan bir ayeti inceleyecek ve bu ayetin masumiyeti olumsuzlamadığını aksine masumiyete delalet ettiğini ortaya koymaya çalışacağız.

Günümüz Türkiye'sinde peygamberlerin masumiyetini sorgulamak için kullanılmaya çalışılan argümanlardan birisi de bu ayettir. Peygamber'in beşeriyetini ve günah işleyebilirliğini ispat sadedinde kullanılmaya çalışılan bu ayetin vermek istediği mesajı incelememiz sonucunda masumiyeti nakzeden bir delil değil, aksine ispatlayan bir delil olduğu görülecektir.

Şunu öncelikle vurgulamak gerekmektedir. Peygamberlerin beşeriyetinin Kur'anî bir hakikat olduğu noktasında herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Dahası, peygamberlerin beşer oluşu gönderildikleri kavimler tarafından itiraz gerekçesi olarak kullanılmıştır. Bunların bütünü birer hakikat. Ancak Kur'an'ın beşer derken yelpazenin genişliği iyice kavranmadan da bu tür çıkarsamaların yerli yerinde olmayacağı da bellidir. Beşer yelpazesi Hz. Hatem'den Nemrud'a kadar bir alanı kuşatmaktadır. Beşer yelpazesinin genişliği başlı başına ele alınması gereken bir konu olduğundan şimdilik bu konuya değinmeden geçeceğiz. Ama şunu hemen belirtelim ki Mekkeli müşriklerin ve nübüvvete karşı duran diğer kavimlerin beşeriyet sözcüğü ile vurguladıkları ve amaçladıkları şey de onların hata yapabilecekleri değildir. Dahası kavimleri bu bağlamda ‘İnneke le ente'l-halimü'r-Reşid' gibi tezkiyeyi ifade eden cümleler de kullanmaktaydılar. Bu bağlamda modernistlerin, beşeriyete yükledikleri hata işleme zorunluluğu şeklindeki bir anlamı Kur'an'ın onayından geçirmeleri gerekmektedir.

Biz bu ayetin ilk bölümünün anlaşılması için son bölümden başlanılması gerektiğini kanaatindeyiz. Ayetin son bölümü ayetin içeriğinin talilidir. Kur'an-ı Kerim'de ayet sonlarının ayetin baş bölümünün talilini oluşturan birçok örnek vardır ve örneklerin sunulması makalenin hacmini genişletmekten başka bir şeye yaramayacağından örnek veya örnekler sunmayacağız. Sadece şu kadarını söyleyelim innallahe veya innehu şeklinde başlayan ayetlerin son bölümleri genel bir kural olarak talil cümleleridir ve ayetin baş ve orta bölümlerinin nedenlerini bildirir. Bunlar bağımsız olarak değil, ayetin önceki bölümüyle değerlendirilerek anlamlandırılır.

Bu açıklamanın daha bir belirginleşmesi için iki örnek verelim:

‘Ene uhibbe Ahmede. İnnehu mine'l-muhsinin' ‘Ben Ahmedi severim. O Muhsinlerdendir.' Bu cümlede kişi, Ahmed'e olan sevgisinin gerekçesi olarak, şahsın muhsinlerden oluşunu göstermektedir.

‘Muhammedun akılun. İnnehu yutiu ebeveyhi' ‘Muhammed akıllıdır. O anne-babasına itaat eder.' Cümleye göre Muhammed'in akıllı olmasının gerekçesi anne-babasına itaatkar oluşudur.

Bu açıklamalar ışığında ayetin son bölümü bir gerekçe cümlesidir. Hz. Yusuf'tan sû' ve fahşânın uzaklaştırılmasının gerekçesi onun muhlas kullardan olmasıdır. Bir diğer ifade ve çıkarsamayla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Muhlas olan her kişiden Allah Teâlâ sû'u ve fahşâyı uzaklaştırır. İlahî lütuf olan bu feyiz sû'a ve fahşâya karşı bir kalkandır.

Ayetin anlamının daha bir belirginleşmesi için sû' ve fahşâ' kavramlarının açıklanması gerekmektedir.

Rağıb el-İsfahanî sû' hakkında şu açıklamalarda bulunur: “Dünyevî olsun uhrevî olsun insanı hüzne sürükleyen her şeydir… Bundan dolayıdır ki kabih olan bütün şeyler de sû'a sözcüğü ile kullanılmış ve hüsnâ sözcüğünün mukabili olarak Kur'an literatüründe yerini almıştır.”[1]

İnsanı hüzne sürükleyen ve üzülmesine neden olan bütün şeyler sû'dur. Bunun dünyevî olmasıyla uhrevî olması arasında fark bulunmamaktadır. Kur'an terminolojisinde hüsnâ ve sû' veya türevleri birbirine karşıt olarak kullanılırlar.[2] Kabih olan bütün şeyler de sû'un kapsamına girmektedir. Günahlar/zünûb da kabih olduğuna göre muhlaslar zenbden ilahî bir lütuf gereği uzaklaştırılmışlardır. Dolayısıyla muhlaslar masumdur. Muhlaslar büyük olsun küçük olsun bütün zenblerden uzaktırlar. Bir adım daha ileri gidebiliriz. Bir günahı işlemeye yeltenmek hatta o günahı işlemeyi kastetmek daha da ötesi zihinden geçirmek de kabihtir ve sû'un kapsamında yer almaktadır. Muhlaslar bunlardan da beridirler.

Fahşâ hakkında el-İsfahanî şöyle der: “Fuhş söz olsun eylem olsun kubhu büyük olan şeylerdir. Kur'an-ı Kerim'de fuhşun veya fahişeliğin zina anlamında kinaye olarak kullanıldığı görülür.”[3] Kur'an-ı Kerim'de fuhşun en açık fenomeni olarak zina gösterilir.[4]

Bir şeyin “fhş” köküne dahil olabilmesi için büyük bir kabih söz veya eylem olması gerekiyor. Dolayısıyla bu sözcük su köküne göre umumluk noktasında daha özel ve daha dar bir alanı ifade ediyor. Bu iki sözcüğün anlamları göz önüne alındığında ayetin anlamı şu iki şıkka düşüyor:

a- “Her türlü hüzün verici şeyi ondan uzaklaştırdık nerede kaldı ki hayasızlığı ve zinayı Ondan uzaklaştırmayacağız.” Bu durumda ayette zikrü'l-hass ba'de'l-âmm gibi bir edebî sanat göze çarpmış oluyor.

b- Diğer olasılık, “Biz Yusuf'tan fuhşu uzaklaştırdığımız gibi ondan fahşânın hazırlık aşamaları olan zinayı tasavvur etmeyi aklından geçirmeyi de uzaklaştırdık.”[5] Bu durumda bir önceki maddede söz konusu ettiğimiz edebî sanat ortadan kalkmış oluyor. Fahşâ ve su' da Hz. Yusuf'un Züleyha ile arasındaki geçen macera ile ilgili sözcükler olmuş oluyor.

Ancak bu iki anlam birbirini olumsuzlamamaktadır. İlki, muhlas olan Yusuf'un bütün hayatında sû' ve fahşânın kendisinden uzaklaştırıldığını dile getirirken, ikincisinde ise bir örnek olarak, bu olayda su' ve fahşânın uzaklaştırıldığını söylemektedir. Yusuf'tan bunu uzaklaştırmanın gereği onun muhlas oluşudur. Muhlas olan her kuldan bütün sû' ve fahşâlar uzaklaştırılmıştır.

Masumiyet karşıtlarının beşeriyet kavramı üzerinden Hz. Yusuf'u eleştirmeye çalıştıkları bölüme şimdi de bu açıdan bir bakalım:

Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi o da kadına meyletmişti.”

 Kadına meyletmiş olması Hz. Yusuf'u hüzne boğardı. Allah Teâlâ ondan kendisini hüzünlendirecek olan şeyi giderdiğine göre Yusuf da böyle bir meyil gerçekleşmemiştir.

 

Kezâlike li Nasrife Anhu's-Sû'e ve'l-Fahşâ'nın Belagati

Ayetin bu bölümünde de oldukça güzel bir nükte bulunmaktadır. Statik ve durağan olan şeylere dikkatlice bakılmalıdır. Bu olay hakkındaki tasavvurumuz bir defa daha gözden geçirilmelidir. Yusuf'un (a.s.) Züleyha ile olan olayında insanların düşüncesinde Yusuf meyletmiş de Allah Teâlâ onu bu kötülükten uzaklaştırmaya çalışıyormuş gibi bir algı bulunmaktadır. Bu algının doğru olabilmesi için Kur'anî ifadenin şöyle olması gerekirdi:

“Kezâlike li nasrifehu ani's-sûi ve'l-fehşâi” (Biz Yusuf'u sû'dan ve fahşâdan engelledik.) Yani Yusuf'ta bir eğilim vardı. Biz iradesini elinden alarak onu bunlardan uzaklaştırdık. Halbuki ayetin verdiği mesaj şudur: Durağan olan Yusuf'tur. Biz de muhlas olduğundan dolayı ondan böyle şeyleri uzaklaştırdık.   

Yusuf böyle bir fiili işlemeye meyilliydi, biz de onu engelledik düşüncesi ayetten çıkmadığı gibi ayetin vermek istediği mesajı da karartmaktadır. Ayet siz muhlas olun ben sizi koruyacağım mesajını vermektedir.

 

İnsan İradesi ve Masumiyet

Yakma eylemini ele alalım. Bir şeyin yanabilmesi için hem muktezî (gerektirici) olmalı hem de maniî bulunmamalıdır. Ateş ile ıslak yaprağın yakılmaması arasında ilişki iki muktezînin varlığı ve maniiyetin bulunuşu ilişkisi vardır. Ateşin böyle bir kağıt parçasını yakmasını engelleyen şey yakılacak parçanın ıslak olmasıdır. Bu olayda yakmayı gerektiren (muktezî) şey ki, ateştir o da bulunmaktadır. Ancak ortada bulunan bir engel/manî yakma olayının gerçekleşmemesi sonucunu vermektedir.

Bir başka örnek verelim. Zehirin yenilmesi için insanda eğilim bulunmamaktadır. Dolayısıyla burada bir muktezî söz konusu değildir. Ancak önümüzde oldukça güzel, fakat gasp eseri olarak ele geçen bir baklava bulunmuş olsun. Yahut da yememiz hastalığımızın ilerlemesine neden olsun. Bu durumda muktezî dediğimiz yeme arzusu mevcuttur. Ancak beri taraftan yememize engel olan manî de söz konusudur. Bu iki durum arasında fark bulunmaktadır. İlkinde zehirin yenilmemesinin nedeni tabiî bir eğilimdir. Ancak gasp eseri baklavanın yenilmemesinin nedeni haşyetullahtır.

Normal şartlar altında Hz. Yusuf'un olayını sıradan bir insan için değerlendirecek olursak, hem muktezî mevcut hem de manî bulunmamaktadır. Dahası Cenabizî'nin de belirttiği gibi muktezî çok ileri düzeydedir.[6] Beşer fıtratının böyle bir koşuldan alnının akıyla çıkması güçtür. Hele ortam müsait olmasına rağmen masiyeti işlemeyi aklından bile geçirmemek ise ancak muhlas olanların şanına yaraşır.  

Soru: Peygamber'in günah ve masiyet işlemeye karşı bir eğilimi var da onu engelleyen bir etmenden dolayı mı o masiyeti işlemiyor, yoksa esasında onda böylesine bir meyil tâ en baştan beri mi yoktur? Yahut da peygamberlerde (a.s.) böyle bir eğilim var da Allah korkusundan yahut da cennet arzusundan dolayı masiyete düşmemektedirler.

Cevap bekleyen bu soruya birçoğu böyle bir eğilim var da yapmıyorlar gibi bir algı ve düşünceyle bakmaktadır. Ancak kendi üzerimizden hareket ettiğimizde de aynı sonuca varabiliyoruz. Öyle günahlar var ki, biz dahi işlemeyiz. Örneğin; kişinin anadan uryan bir şekilde çarşıda dolaşması, pisliğe elini bulaması, babasını veya kardeşini öldürmesi. Bunlar hadd-i zatında günah olmasına rağmen birçoğumuz böyle bir günahı işlemeyi bir defa dahi aklından geçirmez. Dolayısıyla bazı günahların işlenmemesinde etken, eğilimin olmamasıdır.

Bir takım günahları işlememizi etkileyen bir diğer etmen de cehennem korkusu veya cennet arzusudur. Belki de bu motive edici hususlar olmamış olsaydı bir çoğumuz bu masiyetleri işleyecekti.

Kur'an-ı Kerim'in ibaresi Hz. Yusuf'un Züleyha'ya tabiî meylinin olmadığını göstermektedir. Bir diğer ibare ile muktezî mevcut değildir. Zira “Kezâlike li nasrifehu ani's-sûi ve'l-fehşâi” şeklinde değildir. İbare bu şekilde olmuş olsaydı çok rahat bir şekilde şunu anlayabilirdik: Yusuf'un Züleyha'ya karşı bir eğilimi vardı ve Allah Teâlâ'nın engeliyle Yusuf böyle bir günahtan korundu. Ayetin son bölümü de zaten Yusuf'un muhlas olduğunu söylemektedir. Yusuf'ta (a.s.) böyle bir eğilimin olması onun muhlaslığı ile çatışmakta, Onu ortadan kaldırmakta, ihlasına gölge düşürmekte dahası bir anda olsa kirlenmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir eğilim ayetin “O muhlas kullarımızdan idi” ifadesiyle çelişmektedir.

Muhlasın yapısında su ve fahşâ bulunmamaktadır. O'nun yapısından eylemlerine kadar bütün şeyler Allah Teâlâ'ya aittir. Onun yapısında günaha karşı bir eğilim bulunmadığı gibi saltanat, mal, makam, dünyevî eğilimlere karşı da bir meyil söz konusu değildir. Dahası cennet ve cehennem arzusu ve korkusu da söz konusu değildir. Bunların bulunması dahi muhlaslığa aykırıdır, katışıksızlığı bertaraf etmektedir.

Züleyha'nın meyli gibi bir eğilimin Yusuf'ta olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Böyle bir eğilim fahşâ olmasa da en azından sû'dur. Hem de Yusuf'u üzecek olan bir sû'dur ki, biz ondan uzaklaştırdık anlamıyla uyuşmamaktadır.

İmam Rıza'nın “Kuşkusuz kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı o da kadına meylederdi. Ancak o masum idi. Masum şahıs ise ne günaha meyleder ne de günahı bilfiil işler.[7]  yorumu ayete nasıl bakılması gerektiği noktasında ışık tutmaktadır. Rabbinin burhanını gördüğünden dolayı böyle bir eğilim gerçekleşmemiştir. Bu ifade, “ona meyletti de Rabbinin burhanını görünce caydı” tarzında bir şekilde anlaşılmayı da ortadan kaldırmaktadır.

 

Burhan

Bu ayetlerde geçen burhandan kastın ne olduğuna dair müfessirlerden alıntı yaparak dikkatlerin dağılmasını istemiyoruz. Konuya ilkeler ve algılar üzerinden yaklaşmak istiyoruz. Yusuf'un gördüğü burhana ilişkin şu üç olasılık vardır:

a-Yusuf (a.s.) burhandan yoksun idi. Söz konusu masiyeti gerçekleştirmek üzereyken olayın gerçekleştiği esnada harikulade bir olay gördü ve bu masiyeti işlemekten vaz geçti.

b- Yusuf daha öncesinde burhana sahip idi. Allah Teâlâ kendisine ilim ve hikmet vermiş idi. İlim ve hikmet burhanı içinde barındırmaktadır. Dolayısıyla böyle bir manzara ile karşı karşıya geldiğinde o eylemi yapmadı.

c-Yusuf'un ilim ve hikmete sahip oluşu eşyanın hakikatini ve künhünü bilmeyi gerektirmektedir. Yusuf (a.s.) daha öncesinde burhana sahip olduğu gibi bu olayda da burhana sahip idi ve o masiyet eyleminin hakikatini o esnada da gördü ve böyle bir şeye yanaşmadı.

Biz üçüncü görüşü benimsiyoruz:

Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, muhakkak ki karınlarını ateşle doldurmuş olurlar ve cehennemi de boylayacaklardır.” (4/en-Nisa/11)

Yetim malını yemenin hakikati, karna ateş doldurulmasıdır. Burhan sahibi bunu görmektedir. Zira böyle bir şey burhanın ve ilmü'l-yakînin konusudur. Bu hakikate sahip olan bir tanesi bu burhanı gördüğünden böyle bir şeye asla yanaşmaz. Bunlar ateş parçası yemeye yanaşmayan bir kimse gibi yetim malını yemeye yanaşmazlar. Masiyetlerin hakikatlerini ve künhünü bilen bir tanesinin onlara yanaşması olası değildir. Göklerin ve yerin hakikatine ve melekûtuna muttali olan şahısların masum olmalarını sağlayan hususlardan birisi de ‘burhana' sahip olmalarıdır.

Bu açıdan muhlasların sahip olduğu burhan belki de melekler için Kitab-ı Kerim'de geçen “Onlar kendilerine emredilen şeye isyan etmez ve emredildiklerini yerine getirirler” ifadelerinden daha beliğdir. Zira bunda akıldan geçirme gibi bir durumda söz konusu değildir. Meleklerin burhana sahip olup olmadığını tartışmak istemiyoruz. Ama Yusuf'u söz konusu edinen ayetteki “sû' ve fahşâdan sarf etme” ifadesi ile “emredilen yerine getirme” arasında nitelik farkı vardır. Muhlas olanlar taate yönelik bir emir veya masiyete yönelik bir nehy olmamış olsaydı dahi emre ve nehye konu olan davranışları kendiliklerinden yerine getirir veya kaçınırlardı.

İnsanlar  arasında farklı derecelere sahip olmasını sağlayan hususlardan birisidir. Kalbin ve beynin derinliklerine haram düşünceleri değil de helal şeyleri yerleştirmek insan için olanaksız bir olgu değildir. İmametin altıncı yıldızı İmam Sadık (a.s.) kendi bağlıları için çıtayı yükselterek şöyle buyurmaktadır: “İsa (a.s.) ashabına kötülük yapmayın diyordu. Ben ise sizlere kötülükleri aklınızdan geçirmemenizi emrediyorum.

 

Muhlas Olmanın Kaynağı

Hz. Yusuf (a.s.) muhlas idi. Kur'an-ı Kerim onun muhlaslığının mertebesi olarak burhanı görmesini konu edinmektedir. Burhan, ilme ait bir terimdir ve bir tür yakîni ifade etmektedir. Dolayısıyla muhlaslığın ilk şartı ilimdir. Zaten bu ayetten hemen öncesinde, Allah Teâlâ tarafından ona henüz ergenlik çağında iken hüküm ve ilmin verildiğini belirtmektedir.[8]

Ayette geçen ilim Züleyha macerasında burhan olarak kendisini göstereceğine göre bu ilim eşyanın hakikatiyle ilgili olmalıdır. Böyle bir ilim hem eşyanın hakikatini bilmektir hem de eşyanın hakikatini ortaya sermektir.[9]

Ancak muhlaslığa ulaşabilmek için ilk basamak ihlastır. Kişi ihlaslı olmaya çalışmalıdır. Kendisinde ihlasın meleke haline geldiği kişi (muhlis) peyderpey muhlas olmaya doğru adım atar.

İhlasa nasıl ulaşılabilir? sorusuna cevap verilmesi gerekmektedir. İlk basamak muhabbettir ki, Kur'an-ı Kerim'de buna işaret edilmektedir. Dinin emir ve nehiylerini bir angarya, bir yükümlülük olarak görmek ihlastan uzaklaştırır. Dahası bıkkınlık da verebilir. Dolayısıyla kişi, ilk olarak bu amelleri sevmeye çalışmalıdır. Çünkü bir şeyi seven ondan dolayı bir karşılık beklemez. Zaten sevdiği işi yapmaktadır. Namaz, oruç gibi ibadetlerde de durum bu şekildedir. Haz ve tat alınmadığı müddetçe namaza bir âdet veya bir yük olarak bakılacak, yerine getireyim de kurtulayım veya rahatlayayım düşüncesi insana hakim olacaktır. Bir önceki makalede yavrusuna hizmet eden anne veya baba örneğini vermiştik. Anne-babanın yavrusuna bu derece titremesi görev bilincinden değil, ona duyduğu sevgiden kaynaklanmaktadır. Baba ve annenin bu sevgisi öyle büyüktür ki, yavrusu için bütün servetin feda edilmesi gerekiyorsa çekinmeksizin yerine getirir. Bu duygu olmasaydı böyle büyük fedakârlıklar yapılmazdı.

Yavruya yönelik bu sevgi aslında kişinin kendi benliğine yönelik bir sevgidir. İnsanın bütün davranışları aslında kendisi içindir. Çocuğu hasta olan annenin çabasının altındaki asıl unsur kendisinin acı çekmesidir. Kur'an-ı Kerim'de bu hususu destekleyen ayetler bulunmaktadır: “Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz.” (17/el-İsra/7). Kendinize iyilikte bulunma ifadesi genel olup bunun fenomenlerinden birisi kişinin kendisidir. Kendisini huzursuz eden ve üzülmesine neden olan şeylere karşı engel oluş da bu genel ifadenin içinde bulunmaktadır.

De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (9/et-Tevbe/24).

Sevgi kavramı o derece önemlidir ki, fıskın ölçütlerinden birisi olmasına neden olmuştur. Ayete göre fâsık kavramı ve topluluğunun dışında kalmanın ölçütü muhabbetullahın ve muhabbetü'r-resûlün dünyalık şeylere duyulan sevgiden üstün olmasıdır. Dahası dünyalık sevginin muhabbetullaha ve muhabbetü'r-resûle galebe çalması durumu ilahî hidayetten yararlanmanın önünde de bir engeldir. Bu iki taraf savaş halindedir ve bu savaşın meydanı kalptir. Kalpte gerçekleşecek bu savaşın sonunda insan ya muhibb ve muhibbin karşılık bulması olarak mahbub-u ilahî olacak ya da fâsık olacak. Tabi bu ilahî sevginin olması durumundadır. İlahî sevginin bulunmaması ise insanı çok olumsuz noktalara götürecektir.  Önceki makalede söz konusu ettiğimiz cevanihî amellerin önemini gösteren kanıtlardan birisi de bu ayettir. Allah sevilmesi gerekli şeyler bağlamında üç olgudan bahsetmektedir: Allah, Resûlü ve cihad. Kalbin amellerine itina gösterilmelidir. Sevginin bağlamı, önceliği ve kanalize edileceği yerler dikkatlice belirlenmelidir. Ayet takdime dikkat çekmektedir. Sevgi önemli olduğu gibi bu sevgiye karşılık almak da önemlidir. İlahî muhabbete sahip olan muhibbin mahbub-u ilahî olabilmesi için mutlak olarak Allah'ın Resûlüne ittiba etmelidir. Bu da aslında Resûlün masum oluşundan başka bir anlama gelmemektedir.

Muhabbet aynı zamanda taatullaha değer katan husustur da. Kişinin Allah Teâlâ'ya itaat ve ibadeti Ehl-i Beyt maarifinde de ifade edildiği gibi şu üç gerekçeden birisine dayanır:

a-Sevgiden dolayı ibadet.

b- Mükâfat (cennet) hırsıyla gerçekleştirilen ibadet.

c-Cezalandırılma (cehennem) korkusuyla gerçekleştirilen ibadet.

Son iki maddede söz konusu edilen ibadet bir önceki makalede değindiğimiz meş'ub türü bir ibadettir. Ama Allah'ı, ibadet edilmeye layık gördüğünden dolayı gerçekleştirilen ibadet halis bir ibadettir.

İnsanların Allah'a yönelik kullukları üç gerekçeye dayanır: Bir kısım insanlar sevap beklentisiyle O'na ibadet ederler. Bu, ihtiraslıların ibadetidir ve bu, hırstır, tamahtır. Bazıları da cehennem ateşinden korktukları için O'na kulluk sunarlar. Bu ise kölelerin ibadetidir ve bu ibadet şekli korku niteliklidir. Fakat bir kısmı da O'nu sevdiği için O'na ibadet eder. İşte bu, şerefli ve saygın insanların ibadetidir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ve onlar o gün korkudan emin kalırlar.” (27/en-Neml/89) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: “De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.” [3/Âl-i İmrân/31] Kim Allah'ı severse, Allah da onu sever ve Allah'ın sevdiği kimse de güvenli kimselerden olur. İşte bu, saklı ve koruma altında bulunan bir makamdır, ona arınmışlardan başkası ulaşamaz.[10]

Bu rivayet, ihlasa dayalı ibadetin kaynağının muhabbet olduğunu göstermektedir. Muhlis ve muhlaslığın ilk adımı muhabbettir. Dolayısıyla diğer iki seçenek muhlis ve muhlas kişinin ibadeti olamaz. O alaşımı ifade eden bir ibadet türüdür.

Kerem sahibi asil bir insanın vereceği ziyafete o ziyafet için gidenler olabileceği gibi, o asil ve kerem sahibinin sohbetinden yararlanmak, ondan haz ve tat almak için, birkaç dakika da olsa onunla oturmak için gidenler de olabilir. Belki de “Ve mâ indallahi hayrun ve ebkâ/ Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (28/el-Kasas/60) ve ‘‘Vallâhu hayrun ve ebkâ/ Allah, daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (20/Taha/73) ayetlerinin ifade ettiği anlamlardan birisi de budur. Allah Teâlâ nimetlerinden yararlanmak isteyen kullara da kendisinin sohbetinden yararlanacak olan kullara da hitap etmektedir.

Bu muhabbet duygusu gelişi güzel oluşmaz. Muhabbetullah'ın mebdeî marifetullahtır. Allah Teâlâ hakikati bulunmayan bir şeye davet etmez. İnsan Allah Teâlâ'yı tanımaya başlayınca mutlak cemali onda göreceğinden dolayı kendiliğinden onu sevecektir. Muvahhidlerin emiri İmam Ali (a.s.) belki de bundan dolayı olsa gerek, dinin ilk safhasını tevhid veya Allah Teâlâ'nın varlığı olarak değil de marifetullah olarak belirtmiştir. İmam Ali (a.s) bu silsileyi şöyle kurmaktadır: Marifet-tasdik-tevhid-ihlas-sıfatların nefyi.

O Nehcü'l-Belâğa'nın ilk hutbesinin giriş bölümünde şöyle der:

“Dinin evveli O'nu tanımak, O'nu tanımanın kemali O'nu tasdik etmek, O'nu tasdik etmenin kemali O'nu bir bilmek, O'nu bir bilmenin kemali, O'na karşı ihlâslı ol­maktır. O'na karşı ihlâslı olmanın kemali, O'ndan sıfatları nefyetmektir.”[11]

İnsanın fıtratına işlenen cemal duygusunun Allah Teâlâ'da olduğunu görenler O'na bu husustan dolayı ibadet ederler. Tanımaya başlayan insanın hayran olmaması elde değildir. Ancak bu tanıma beraberinde tasdiki getirmelidir. Zira Kur'an kesin hakikate vâkıf olduktan sonra bile bile inkâr edenlerin varlığına da dikkat çekmektedir.[12]

O'nu tanıyanlar bütün benliğini Allah Teâlâ'ya sunarlar. Bu cemali istemek de Hidayet İmamları tarafından bizlere tavsiye edilmiştir. İmam Bâkır (a.s.) Seher Duası'nda “Allahümme innî eseluke min cemâlike bi ecmelihi/Allahım cemalinden en güzel şekilde istiyorum” buyurmuştur.[13]

Özetle ihlasa ulaşmanın kanalı muhabbet, muhabbete ulaşmanın kanalı da ilim ve marifettir. Marifetullah da limmî (tümevarım) veya innî (tümdengelim) kanallardan birisiyle veya her ikisiyle de gerçekleşir.[14]

Şu ayette her iki delile de değini vardır. Ayetin ilk bölümü limmîye son bölümü ise innî delile işaret etmektedir: “İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur'an'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?” (41/Fussilet/53)

Kişinin marifet derecesi muhabbet derecesine etki etmektedir. O'nu tanıması arttığı ve tecellilerini görebildiği oranda O'na duyacağı hayranlık da artar. Bizim için muhabbetullahın kanalı şu mükevvenat içinde Allah Teâlâ'nın isim ve sıfatlarının seyrini elde etmeye çalışmaktadır. Celal olsun cemal olsun her bir sıfat Zât-ı Akdes'e karşı ilk önce sevginin oluşmasına zemin hazırlayacak sonra da bu sevgi gitgide artacaktır.

İlim ve marifet de aynı derecede değildir. Bizim Allah Teâlâ'yı tanımamız ve bilmemiz ile peygamberler ve Ehl-i Beyt imamlarının marifetullahı ve Allah'ı bilmeleri aynı değildir. Dahası onların da kendi aralarında dereceleri vardır.

Ümmet-i Resûl içinde ise kendileriyle kıyas dahi edilecek hiçbir kimsenin olmadığını İmam Ali (a.s.) dile getirmektedir.[15]

İnsanlar muhabbetullah noktasında farklı olduğu gibi muhlas olanlar da eşit derecede değildir.

Özetle hayattaki üzüntülerimizin çaresi ve günahlara karşı kalkanımız marifetullah ve muhabbetullahtır. Bu ikisini üst düzeyde kendilerinde barındıran muhlis, ihlasının karşılığını görmek istiyorsa Resûlullah'a sımsıkı sarılmalıdır. Sımsıkı sarılan kimse muhlaslığa adım atmış olacaktır. Muhlaslık kendisini üzüntülere düşmekten ve fahiş şeylerden koruyacaktır ve o andan itibaren masumiyete kapı aralayacaktır. Bu durum peygamberler için zarurî, diğer insanlar için ise kesbîdir. İnsanlar cehd-ü gayretiyle yaşamında bunun faydasını görebilir. Yusuf (a.s.) muhlas olduğuna göre Hatem (s.a.a.) öncelikle muhlastır. Mübâhele ayetinde Resulullah'ın (s.a.a.) nefsi olarak kendisine hitap edilen Emirü'l-Mü'minîn Ali (a.s.) da muhlaslardandır.

 

 

 


[1] Rağıb el-İsfahanî, el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'an, s. 252 http://www.yasoob.com/books/htm1/m017/21/no2140.html.

[2] Bkz. 27/en-Neml/46; en-Nisa/79; 23/el-Mü'minûn/96; 6/el-Enam/160.

[3] A.g.e., s. 373-4.

[4] 4/En-Nisa/15 ve 19; el-Ahzab/30.

[5] İmam Muhammed er-Razî Fahrüddin İbn Allame Dıyaüddin Ömer (544-604), Tefsirü'l-Fahri'r-Razî el-Müşteher bi't-Tefsiri'l-Kebir ev Mefâtihü'l-Gayb, c. 18, s.123, Darü'l-Fikir, 1401, Lübnan-Beyrut.

[6] Cenabizî, Tefsirü Beyani's-Saadet fi Mekamati'l-İbade, bu ayetin tefsiri http://www.altafsir.com/Tafasir.asp?tMadhNo=4&tTafsirNo=42&tSoraNo=12&tAyahNo=24&tDisplay=yes&UserProfile=0&LanguageId=1

[7] Muhammed Hüseyin Tabatabaî, el-Mizan fi Tefsiri'l-Kur'an, c. 11, s. 170, Müessesetü'l-Alemî, Beyrut, 1411 ‘‘لقد همت به ولولا أن رأى برهان ربه لهم بها لكنه كان معصوماً، والمعصوم لا يهم بذنب ولا يأتيه.''

[8] Yusuf/23.

[9] Şeyhü't-Taife Ebu Cafer Muhammed İbn el-Hasan et-Tusî (h.385-460), et-Tibyan fi Tefsiri'l-Kur'an, c. 6, s. 117, Tahkik ve Tashih Ahmed Habib Kasir el-Amılî, Mektebü'l-İlami'l-İslami, 1409.

[10] Ebu Cafer Muhammed İbn Ali İbn el-Hüseyn Babeveyh el-Kummî, İlelü'ş-Şerayi', c. 1, s. 23, Tashih Allame Şeyh Hüseyn el-Alemî, Müessesetü'l-Alemî, Beyrut, 1988.

[11] Şerif Ebü'l-Hasan Muhammed er-Razî İbnü'l-Hasan el-Musevî, Nehcü'l-Belâğa, s. 13, zabt: Subhî Salih, Darü'l-Üsve, 1425, Kum, 5. Basım.

[12]Kendileri de bunlara yakînen inandıkları halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler.” (27/en-Neml/14)

[13] El-Hacc Şeyh Abbas el-Kummî, Mefatihü'l-Cinan, s. 262, Arapçaya çeviren Seyyid Muhammed Nurî en-Necefî, Mektebetü'l-Fakiyye, Kuveyt, 1425.

[14] Allame Muzaffer Burhan-ı Limmî'yi şöyle tanımlar: Orta öncülde hem ispatın hem de sübutun birlikte bulunmasıdır. Burhan-ı limmî denilmesinin nedeni adından da anlaşılacağı gibi ‘lime/niçin' içinliğe yönelik açıklamayı barındırmaktadır.

Burhan-ı İnnî ise orta öncülün sadece ispatı barındırmasıdır. Bu tür önermeler sadece varlığın mutlaklığını ulaştırma Şeyh Muhammed Rıza el-Muzaffer, el-Mantık, Darü'l-Matbuat li't-Tearuf, Hicri 1427, basım yeri yok.

Şeyh Muhammed Rıza el-Muzaffer, el-Mantık, Darü'l-Matbuat li't-Tearuf, Hicri 1427, basım yeri yok.

[15] Nehcü'l-Belâğa, s. 25.

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar