3470-mumluk-m.jpg

Peygamberlerin Örnekliği ve Masumiyeti

Peygamberler sadece birer öğretmen değil, aynı zamanda birer örnektirler. Söylemleriyle yaşamları arasında tezat olmayan birer örnektir. Onlar eyleme geçirecekleri ve dile getirdikleri şeyleri bilir öyle konuşur ve öyle yerine getirirler.

9 Ocak 2015 Cuma

Örneklik ve Masumiyet

Cevher Caduk (ilahiyatçı-öğretmen)

Peygamberlerin masumiyetini incelemenin önemini gösteren bir diğer nokta örneklik ve uygulanabilirlik kurumunun varlığıdır. Biz bu makalemizde Peygamberlerin örneklikleriyle masumiyet ilişkisini incelemeye çalışacağız.

Peygamberlerin masumiyetinin bir yönü günahlardan uzak olmalarıdır, küçük olsun büyük olsun bütün günahlardan korunmuş olmak anlamındaki masumiyet. Günahın kasıtlı, yanılarak veya unutarak meydana gelmesi arasında fark bulunmamaktadır. Hangi şekilde çıkacak olursa olsun böyle bir günahı işleyen ve günah kategorisine giren bir davranışta bulunan şahıs masum değildir. Buna “zelle” demek ile günah demek arasında fark bulunmamaktadır. Biz, peygamberlerin bütün günahlardan korunmuş olduğu görüşündeyiz ve bunun Kur'anî temellerinin olduğuna inanmaktayız. Burada da Kur'anî temellerini ortaya koymaya çalışmaktayız. Bundan önceki ilk iki makalede “ihlas, muhlis ve muhlas” kavramlarından yola çıkarak masumiyete değinmiş ve “muhlas” kavramının Hz. Yusuf özelinde masumiyete delalet ettiğini incelemiştik.

Kitab-ı Kerim ilahî emanetçilerin, semavî kitapların ve dinlerin gönderiliş gayesinin hidayet üzere bulunmak olduğunu bize belirtmektedir. İnsanın başıboş ve amaçsız olarak yaratılmadığını dile getirir. Bütün varlıklar için söz konusu olan bu amaçlılık ve hikmet üzere yaratılış insan için iradeye dayalı olarak gerçekleşmektedir. Allah Teâlâ, eylemlerinin hak olduğuna ısrarla vurgu yapar. Bütün eylemlerinde bir hikmetin olduğunu belirtir. Abes-lağv-laib bir iş yapmayacağını söyler. Allah'ın fiillerinde amaçsız bir eylemle karşılaşamayız.

Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (23/el-Müminun/115)

Kur'an-ı Kerim'in bu ve benzeri ayetlerinden insanın bir hedef ve gaye için yaratıldığını anlayabiliyoruz. Kur'an buna hak diyor ve laib sözcüğünün karşıtı olarak kullanıyor. Gökler, yer ve arasındaki bütün şeylerin yaratılışı da laib değil hak iledir, yani bir amaca dayanmaktadır ve bir veya daha fazla hikmeti içinde barındırmaktadır.

Diğer bütün varlıkların hedefini ilahî kudretin kendisi belirlemiştir. Ancak insanda durum farklıdır. İnsana verilen akıl, düşünme, his gibi çeşitli donatılar vardır. İnsanın yaratılış gayesi bu donatılarla bağlantılıdır.  

Burada kendiliğinden şu soru ortaya çıkmaktadır: İnsan kendisine verilen çeşitli donatılar ve özelliklerle yaratılış gayesini gerçekleştirebilir mi veya gerçekleştirme imkânı var mıdır?

Bu soruya cevap verilebilmesi için öncelikle şu soruların cevaplarının verilmesi gerekmektedir

a-İnsanın yaratılış gayesi nedir?

b-Bu gayeyi gerçekleştirebilmek için takip edilecek metod ve yol nedir?

İnsan kendisine verilen bu donatılarla hedefin ne/neler olduğunu belirleyemeyeceği gibi, bundan dolayı da bu hedefleri gerçekleştiremeyecektir.[1] Beşeriyetin tarihsel tecrübesi bunu ortaya koymaktadır. İnsanların mutluluğunu sağlayabilmiş bir doktrin şu ana kadar ortaya konulabilmiş değildir.

İnsana verilen akıl olgusu ne yaratılış gayesini ne de bu gayeye ulaşabilmek için takip edilecek metodu belirleyebilir. İlahî şeraitin ve peygamberlerin gönderiliş amacı da budur. Yani insanlara hangi gaye için yaratıldığını bildirmek ve bunu gerçekleştirecek metodu göstermek ve öğretmektir.

İnsanın bu dünyaya ebedî kalmak için gelmediği bu hayatın ötesinde başka bir hayatın var olduğunu ve insanın bu âleme zorunlu olarak hareket ettiğini ilahî risaletler ve bu risaletlerin resûl ve nebîleri insanlara açıklamışlardır. Ayrıca açıklanan bir diğer husus da diğer hayatta insana yarar sağlayacak düşünce metodları, eylemler ve amellerdir. Bu diğer âlem için takip edilecek metoda Kitab-ı Kerim ‘sırat-ı müstakim' demektedir. Ahirete giden bu yolda dosdoğru yol üzere bulunmak önemli olduğundan dolayı günlük farz namazlarımızda Allah Teâlâ'dan bizi sırat-ı müstakime iletmesini ve bu yolda tutmasını istemekteyiz. Ahirete doğru olan bu gidişte durup duraklama gibi bir olanağımız yoktur.

Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabbine karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; sonunda O'na varacaksın.” (84/el-İnşikak/6)

Allame Tabatabaî'nin  de belirttiği gibi ayette söz konusu edilen insanın çabasının kapsamında Allah Teâlâ'ya karşı hareket etmek, seyr etmek ve O'nun huzuruna varmak da bulunmaktadır.[2] Bu yolculukta insan türü bütün bireyleriyle bir yere hareket eden kafile gibidir. Bunun hiçbir istisnası da yoktur.

Bu yolculuk başka bir âleme doğru yapılmaktadır. Ancak varılacak olan âlem, içinde yaşadığımız âleme göre asıl hayattır ve insan hayatın şiddetini orada bütünüyle hisseder.

Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur.” (29/el-Ankebut/64)

Akıl böyle bir yaşam için didinilmesi gerektiğini ve çabalara girişilmesi gerektiğini belirtir ki, Müminlerin Emiri (a.s) de insanları bu hususa teşvik ederek şöyle buyurmaktadır:

Ey insanlar! Dünya yurdu geçiş yolu, ahiret yurdu ise karar kılınacak yurttur. Dünyadan ahiretiniz için azık alın. Sırlarınızı bilenin yanında perdelerinizi yırtmayın.”[3]

Bu yolculukta herkesin varacağı nokta eşit değildir. Bir bölümü rıza-ı ilahiye, kurbetullaha ulaşırken bir bölümü ise Allah Teâlâ'nın cezalandırmasına muhatap olacaklardır. Kur'an-ı Kerim bütün insanların öleceğini belirtmektedir.[4]

Ölüm bu durumda bir yok oluş ve sona eriş değil Hz. Resûlullah'ın (s.a.a) ve İmam Hüseyin'in (a.s.) belirttiği gibi insanın bu âlemden diğer bir âleme geçişini sağlayan köprüdür.

Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır:

Dünya mü'minin zindanı kâfirin ise cennetidir. Ölüm mü'minleri cennete, kâfirleri ise cehenneme götüren bir köprüdür.”[5]

İmam   Hüseyin (a.s) şöyle buyurmaktadır:

Ölüm sizleri bu sıkıntı ve meşakkat yurdundan alıp geniş cennetlere, ebedî nimetlere götüren bir köprüdür. Sizden kim bu hapisten köşke gitmekten hoşlanmaz.”[6]

İnsanın bu dünyaya gelişi ihtiyarıyla olmadığı gibi ahiret âlemine geçişi de ihtiyarıyla değildir.

Yolculuğun Öncüleri

İnsanın bu yolculuğu ya kurbetullaha ya da gazabullaha doğrudur. Ahiretteki pozisyonu dünyadaki bu yolculuğuna göre şekillenmektedir. Kur'anî sözcüklerle ifade edecek olursak, dereceler ve derekeler girilecek yola ve yolun gereklerinin ne şekilde yerine getirildiğine bağlıdır.

Peki insanı bu derecelere ulaştıracak olan ve bu yolda kılavuzluk yapacak olanlar kimlerdir?

Cevaben, kendisi de sırat-ı müstakim üzere bulunan şahıslardır. Sırat-ı müstakim üzere bulunmayan kimse başkasını da sırat-ı müstakime iletemez. Bu, sırat-ı müstakim üzere bulunuş ve bu yoldan sapmama hem yolcunun kendisi hem de insana bağışlanan beden ve ruhun hakkının verilmesi açısından önemlidir. Bu ruh ve beden aslı itibariyle cenneti hak etmektedir. İnsanın kirletmesi ve yoldan sapması nedeniyle ruha karşı bir zulüm gerçekleşmektedir. Bu zulmü işlememek için sırat-ı müstakime tabi olmak gerekmektedir.

İnsanı bu pozisyonundan alıp da kurbetullaha iletecek rızvanullaha ulaştıracak olan “Sırat-ı Müstakim” nedir?

El-Cevap: Sırat-ı Müstakim, birtakım inançlardan, bazı ahlakî ilkelerden ve bazı eylemlerden oluşan yolun adıdır.

Bu yol sahih inançları, fıtratın kabul ettiği ahlakî ilkeleri ve eylem/ibadetleri içinde barındıran yoldur. İnançlar bilindiği gibi kalbe ilişkin olan şeylerdir. Bu yol kalbin bazı şeylere inanmasını istemektedir. Allah Teâlâ'nın varlığı-birliği, nübüvvet, mead, cennnet-cehennem, sırat, melekler vd.

Kur'an bireyin sahih bir inanca ve salih amele sahip olmasının gerekliliğine vurgu yapar ve böyle kimseleri muttaki olarak isimlendirir. İnsanın salih ameli meleke düzeyine getirmesi gerekmektedir. Meleke; insanın salih amelleri zorlanmaksızın kendiliğinden yapmasıdır. Miskeveyh'in de dediği gibi bir davranışın kazanımı peyderpey gerçekleşir. Hal olarak başlayan bu durum sonunda meleke ve ahlak halini alır.[7]

Salih amel noktasında da bireyin kendisini zorlaması peyderpey bunu alışkanlık haline getirmesi yaşamı için önemlidir. Sadece iman ve itikadın kendisi yeterli değildir.

Örneğin, bizler genel olarak Allah'a ve ahirete iman etmekte ve varlığını kabul etmekteyiz. Namaz kılmanın, sadaka vermenin, oruç tutmanın ahirette mükafata neden olacağını bilmekteyiz. Ancak pratiğe yansıtmak istediğimiz zaman pek de başarılı olduğumuz söylenemez. İman ile amel arasında bir uyumsuzluk göze çarpmakta ve bu bizi rahatsız etmektedir. İşin kötü tarafı yerine getirmemiz gereken bir salih ameli yapmadığımızda bahaneler aramakta ve mazeretler üretmeye gitmekteyiz. İşte melekeye dönüşmeyen, ahlak bilginlerinin deyimiyle “hulk” halini almayan davranışların varacağı nokta burasıdır. Rahatsızlık bir müddet sonra yerini alışkanlığa ve kanıksamaya bırakacaktır. Önceki makalelerden birisinde kısmen değindiğimiz “tezyinat-ı şeytaniye” bunda etkili olmaktadır.

Dolayısıyla bir şeyi etraflıca bilmek yeterli değildir. Bir diğer ifadeyle ilim zorunlu olarak amel doğurmaz. Bir meseleyi etraflıca bildiği halde o davranışla uyuşmayan bir pratik sergilemek mümkün olduğu gibi çokça karşılaşılan bir durumdur.

İşte bu bağlamda “Masum”u tanımlayacak olursak şöyle deriz: İlmiyle ameli arasında hiçbir gedik, uyumsuzluk olmayan ve aykırılık olmayan şahıstır. Masum, bildiğini ve inandığını pratiğe döken, pratiğiyle inancı arasında hiçbir şekilde tezad bulunmayan kimsedir. Bu bir zorunluluktur.

Masum olmayan şahıslar için durum farklı olabilir. Dahası Kur'an-ı Kerim yakîn ettiği halde inkâr eden ve ilim üzere sapan bazı kimselerin varlığından da bahsetmektedir.[8]

Sapıklığın bir türü cehalet kaynaklı olduğu gibi bir bölümü ise bilgi-amel uyumsuzluğundan kaynaklanmaktadır. Yani bu tür sapıklık davranış ve pratik ile ilgilidir.

Emirü'l-Müminin bu tür sapıklığa vurgu yapmıştır:

Nice âlim vardır ki, cehaleti onu öldürmekte ve sahip olduğu ilmi de kendisine bir fayda sağlamamaktadır.”[9]

İlginç olan şudur ki, İmam, pratiğe dökülmeyen ilmi cehalet olarak nitelendirmektedir. Bu tür ilim nurun karşıtı olarak adlandırmıştır. Zira ilmin nur olduğunu onun torunu İmam Sadık (a.s.) bize şöyle açıklamaktadır:

İlim bir nurdur; Allah Teâlâ onu dilediği kimsenin kalbine bırakır.”[10]

Emirü'l-Müminin'in onlar hakkındaki şu betimlemesi ise daha korkunçtur:

Suratı insan, kalbi ise hayvan kalbidir. Hidayet kapısını bilmez ki yönelsin, körlük kapısını bilmez ki ondan yüz çevirsin. Dirilerin ölüsü odur.”[11]

Bu şahıs aklın ve ilmin ışığında yürümediğinden dolayı İmam (a.s.) bunları ölü kişiler olarak nitelendirmektedir.

İlim ile amel arasındaki bu uyumsuzluk ancak melekelerle giderilebilir. Gediğin açılmaması ise bir tezkiye ameline gidilmesi gerekmektedir.

Talim-Tezkiye

Bu ilim/iman-amel uyumsuzluğu o derece önemlidir ki, peygamberlerin gönderiliş amaçlarından birisi de budur. Böyle bir uyumsuzluk kula rahatsızlık vermekte ve mutsuzluğuna neden olmaktadır. Kullarına karşı son derece merhametli olan Allah Teâlâ bu amaçla insanlığın kutup insanları olan nebileri ve resûlleri göndermektedir. Hem muallim hem de müzekki olan peygamberler insanların bu sorunlarını tedavi etmek için gönderilmişlerdir. Saadet yolunu uygulayarak göstermişlerdir.

Kur'an-ı Kerim'e bakıldığında bu husus açıkça görülmektedir. Peygamberlerin talim görevlerinin bahsedildiği dört yerde de tezkiye de beraberinde zikredilmektedir.[12] Tezkiyesiz talimin zikredilmediği yer yoktur. Tezkiyesiz talim olamayacağı gibi talimsiz tezkiye de olamaz ve insanı sırat-ı müstakimin dışına iter. Tezkiyesiz/eğitimsiz talim/öğretim sonuç vermez.

Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.” (2/el-Bakara/129)

Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik.” (2/el-Bakara/151)

Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen,  kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur.” (3/Al-i İmran/164)

Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (62/el-Cumua/2)

Ancak Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda bazı yerlerde talimin önce tezkiyenin ise sonra kullanıldığını görürken bazı ayetlerde ise tezkiyenin önce talimin de sonra kullanıldığını görmekteyiz. Peki önemli olan hangisi veya bu kullanım farklılığını nasıl açıklayacağız.

Ve yuallimuhumu'l-kitabe ve'l-hikmete ve yüzekkihim.” (2/el-Bakara/129)

Ve yüzekkikum ve yuellimukumu'l-kitabe ve'l-hikmete.” (2/el-Bakara/151)

Ve yüzekkihim ve yuallimuhumu'l-kitabe ve'l-hikmete.” (3/Al-i İmran/164)

Ve yüzekkihim ve yuallimuhumu'l-kitabe ve'l-hikmete.” (62/el-Cumua/2)

Dört ayetten üç tanesinde tezkiye önce gelmekte bir tanesinde ise talim önce gelmektedir. Bakara Sûresi'nin 129. âyeti Hz. İbrahim'in duasını içermektedir.

Al-i İmran Sûresi'nde geçen ifadenin ayetinin baş bölümü lütufla başlamaktadır. Yani bu bir lütuftur ve lütuf da şükür gerekmektedir. Bu şükrün en asgarisi tezkiye ve talimi gerçekleştiren bu Kutlu Zat'a (s.a.a) itaat etmekle olur.

Cuma Sûresi'nde tezkiye talimden önce gelmektedir.

Sadece Bakara Sûresi'nin 129. âyetinde talim tezkiyeden önce gelmektedir. Buna göre aradaki fark nedir? Hangisi daha önemli ve daha önceliklidir?

Bu ikisi arasındaki ilişki araç-amaç ilişkisidir. Nasıl ki, abdest, namazın aracı pozisyonunda ise öğrenim de nefsi arındırmanın, saadete ulaşma ameliyesinin bir öncülü ve mukaddimesidir. Tezkiye, kişinin yaratılış gayesi olan kulluğun bir diğer adıdır. Bu kulluğu gerçekleştirebilme bilgiye yani talime ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla talim araç, tezkiye ise amaçtır. Fakat tezkiye ve terbiyenin gerçekleşebilmesi de talime dayanmaktadır. Talimsiz tezkiye ve terbiye sonun hüsran olması demektir.

Tezkiyenin öne geçtiği yerlerde verilmek istenen mesaj, tezkiyenin talimden daha önemli olması, talimin tezkiyenin önüne geçtiği yerlerde ise tezkiyenin talime dayandığıdır.

Peygamberlerin görevi hem talimi hem de tezkiyeyi gerçekleştirmektir.

Bu oldukça önemli bir ameliyedir. Deyim yerindeyse bu ameliyeyi gerçekleştirebilmek er kişilerin işidir. Süslü ve kendisine doğru cezbeden bir dünyadan suûd ve seyr ilallaha hareket ciddi bir çaba ve gayret ister.

Allah Teâlâ tarafından süslenilen, tezyin edilen bir dünyada yaşayan insanın gaybî bir süse ve nimet yurduna karşı kalbî ve fiilî tercihi önemlidir. Bu dünya yaşantısı insanı kendisine doğru çekmektedir. Bir diğer ifadeyle zahir ve şehadet âlemidir. Bu şehadetin karşısında insana varlığı vahy kanalıyla haber verilen bir yurttan ve diyardan bahsedilmekte ve insandan bu gayb yurduna inanması ve bunun için çaba gösterilmesi istenmektedir. Her iki olgunun da kendisine göre bir cezbediciliği vardır. Ama insan yapısı ve fıtratını kullanarak bu dünyanın süsüne takılıp kalmayabilir. Cezb yönüyle ikisine de aynı oranda temayül etmek, ikisini de cem etmek mümkün değildir. İkisinden birisini tercih etmek gerekir. Hangisi tercih edilecek olursa diğerinden uzaklaşılır.  Tercihin niteliği ve niceliği sınav başarısının ölçütüdür.

Cihad, oruç, fedakârlık, tasadduk, güvenilirlik bunlar insandan istenen şeylerdir ve güçlüğü vardır. Belki de bu ilahî hükümlere verilen tekalif ismiyle de buna dikkat çekmektedir. Zira teklif ve tekalif sözcüğü anlamsal olarak güçlüğü ve ağırlığı içinde barındırmaktadır. Bundan dolayıdır ki, bu yükümlülüklerden lezzet alan, hazz elde edenler oldukça nadirdir. İnsanların geneli bunları yerine getirilmesi gereken bir ağırlık ve güçlük olarak görür. Namaz kılanların çoğu vakit namazını bir an önce kılayım da rahatlayayım düşüncesindedir. Biraz dikkat ve bilinçle hareket edeni de üzerimdeki bu sorumluluğu yerine getireyim der. Ama Rahman ve Rahim olan Allah azze ve cellenin huzurunun tadına varanlar ve lezzet duyanlar oldukça azdır. Cihadın, namazın, orucun, zekatın hakikatine, bir diğer adıyla melekûtuna çoğumuz yönelemeyiz. Ama elan gördüğümüz dünyanın lezzetlerine gönlümüz ve kalbimizle yöneliriz.

Evet bilgi kanalı açıktır ve çoktur, kısmen elde etmek kolay olarak da kabul edilebilir, ama bu bilginin tezkiye ve nefsî terbiyede kullanımı oldukça güçtür.

Kur'an-ı Kerim ve Resûl-u Azam (s.a.a.) insanların bu tezkiyeyi gerçekleştirmeleri için gönderilmişlerdir.

Peki bu tezkiyenin yolu nedir? Nasıl ulaşılır?

Mantık çerçevesinde bu soruya cevap verecek olursak iki durum söz konusudur:

a-Sadece teorik olarak bildirmek. Namaz kılana şöyle şöyle mükâfatlar vardır ve namaz kılmanın bedende ve ruhta şu şu etkileri vardır diyerek sadece açıklama yoluna gitmek.

Günümüzde televizyonlardan, gazetelerden ve bilgi kanallarından bunu elde etmekteyiz. Etkileyici bir vaaz dinlemekteyiz. Ama sadece sözün etkisi %5-10 düzeyindedir. Etkisi yoktur denilemez, ancak bu etkinin sınırlı olduğu da inkâr edilemez.

b- Teorik bilgilerin pratize edilmesi ve bilfiil gösterilmesi. Bir diğer ifadeyle muallimin mürebbî ve müzekki olması.

Önder konumunda bulunan şahsın pratiği ve yaşamı sözün tesirinde daha fazladır.

Bunun en güzel örneklerinden birisi İmam Hüseyin'dir (a.s.). İmam (a.s.) Kerbela'yı kurb-u ala'ye çeviren o muazzam fedakârlıkların yerine Medine'de kalıp, minberlere çıkıp irşad faaliyetinde bulunsaydı Aşura'nın tesiri bu derece olur muydu? Ali Asgar'ını, Ali Ekber'ini, Kasım'ını sadık yarenlerini feda etmesinin tesiri günümüze kadar fıtratlarda öyle bir etki etmektedir ki, bu etkiden etkilenmek için Müslüman olmaya da gerek yoktur. Teori ile pratik arasındaki Kerbela ile oturup anlatma arasındaki fark kadardır. Bu tesir o derece önemlidir ki, olayın üzerinden 1300 yılı aşkın bir süre geçtiği halde evrensel vicdandaki Hüseyin sevgisi günden güne artmakta ve kendisine âşık etmektedir.

İmam   Hüseyin'in (a.s) ve ashabının Kerbela'daki fedakârlıklarını Kur'an-ı Kerim ve sünnet-i nebeviye söylediği halde aynı etkiyi göstermemektedir.

Din ile felsefî ekollerin ve nazariyelerin farkı iş de budur. Nazariye sahibi olan yığınlarca ârif, sufî, filozof ve düşünür vardır. Toplumda din ve diyanet sahiplerinin mi etkisi vardır yoksa nazariye sahiplerinin mi etkisi vardır. Topluma bakıldığı zaman dinlerin etki ettiği diğerlerinin etki etmediği gönüllere ve pratiğe hükmedemedikleri görülür.

Peki, bunun gerekçesi nedir? Cevabı şudur: Resûllerin ve nebilerin emrettikleri ve nehyettikleri şeylerin ilk önce kendileri tarafından ve kendi yaşamlarında pratize edilmesidir.

Kur'an-ı Kerim ilim-amel uyumsuzluğunu çok şiddetli bir şekilde kınamaktadır. Burada, şiddetli küfür ve babasının hanımıyla, yani üvey annesiyle evlenme ve fahişelik için kullandığı “makt” sözcüğünü kullanır.

Kebure makten indallâhi en tekûlû mâlâ tefelûne/Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (61/es-Saff/3)

Makt sözcüğü Kur'an-ı Kerim'de beş yerde geçmektedir.

Mümin ve Fatır Sûrelerinde Allah'ın gazabı[13], Nisa Sûresi'nde kişinin babasının annesiyle evlenmesi[14], yine Mümin Sûresi'nde Allah ve müminler nezdinde kâfirlere duyulan nefret[15] için kullanılır ki, bu aslında teori-pratik uyumsuzluğunun Allah nezdindeki durumunu göstermektedir. Kebure makten büyük haram ve günahlar için kullanılır.

Allah Teâlâ örneklik müessesesine ise usve-i hasene diyerek işaret eder. Hz. İbrahim ve Resûlullah (s.a.a.) için usve ifadelerini kullanır.[16] Bu iki peygamberin örneklik bağlamında verilmesi, diğerlerinin usve olmadığı sadece bu ikisinin usve olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer peygamberler de Hz. İbrahim ve Hz. Resûlullah (s.a.a.) gibi usvedirler. Dolayısıyla onların yaşamlarında söylediklerine aykırı davrandıklarına dair hiçbir delil yoktur anlamına gelmektedir. Pratik yaşamlarıyla ilgili masumiyetle çelişir gibi görünen durumlarda ya yanlış bir aktarım vardır veya ayet ve rivayet yanlış anlaşılmıştır. Bir diğer ifadeyle Hz. İbrahim ile Hz. Resûlullah (s.a.a.) pratik hayatlarında masumdurlar.

Peygamberler sadece birer öğretmen değil, aynı zamanda birer örnektirler. Söylemleriyle yaşamları arasında tezat olmayan birer örnektir. Onlar eyleme geçirecekleri ve dile getirdikleri şeyleri bilir öyle konuşur ve öyle yerine getirirler. Zira Allah Teâlâ'nın yukarıdaki ayette de geçtiği üzere en nefret ettiği şeylerden/haramlardan birisi, kişinin eyleme geçirmediği şeyleri insanlara emretmesidir. Buradan da Kur'an-ı Kerim'in peygamberleri niçin “Usve-i Hasen”e konumuna koyduğunu ve her düzlemde buna ısrarla vurgu yaptığını anlayabiliyoruz. Onlar sadece birer öğretmen değil aynı zamanda birer usve ve kudve (Halkın uyup tâbi oldukları kimse)dirler. Günlük yaşamda da sözleriyle eylemleri birbiriyle uyuşmayan insanlar görüldüğü zaman toplum tarafından eylemleri temel alınmakta ve insanlar hemen ortadaki çelişkiye dikkat çekmektedirler. Sözsel terbiye, eylemle desteklenmiş terbiyeye nazaran etki bakımından cılızdır. Birer eğitmen olan peygamberlerin eylemleri davetlerini destekler. İlahî risaletlerin belki de en önemli özellikleri budur. Zira semavî öğretileri hayatına ilk tatbik eden kişi o ilkeleri insanlara getiren peygamberler ve resûllerdir.

İnsanların ve ümmetlerin kalplerinde eylemsel etki sözsel etkiden daha kuvvetlidir. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber için “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (53/en-Necm/3-4) buyurmaktadır. Bu ayete göre Hz. Peygamber (s.a.a.) sözsel olarak masumdur. O sözsel olarak masum olduğuna göre eylemin sözden daha kuvvetli bir tesire sahip olduğunu göz önüne alacak olursak şu sonucu rahatlıkla çıkartırız: O sadece sözlerinde değil eylemlerinde de masumdur. Onun eylemleri de vahy kaynaklıdır.

Bir diğer ifadeyle söyleyecek olursak Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'i (s.a.a.) sözlerinde masum kılması %20'lik bir etkiye sahiptir. Sözleriyle birlikte eylemlerinde masum kılması ise %100'lük bir tesire sahiptir. Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'i eylemlerini dışta bırakarak, O'nu sözlerinde masum  kılması akıl tarafından kabul edilebilecek bir şey değildir.

Makalenin baş bölümlerinde şeriatın veya sıratın tanımını yaparken şöyle bir cümle kullanmıştık: Birtakım inançlardan, eylemlerden ve ahlakî sorumluluklardan ibarettir.

Soru: Bu şeriatı veya sıratı getiren ve sunan mübelliğ, şeriatın kapsamına giren yükümlülükleri yüzde yüz yerine getirebilir mi?

Eğer yüzde yüz yerine getirebilir diyorsak işte bu masumiyettir. Böyle bir kişi de masumdur. Eğer hayır yerine getiremez diyorsak, bir tanesinde dahi olsa yanılacağını söylüyorsak vahy destekli, ruhu'l-kuds tarafından müeyyed olan bir şahıs bunu gerçekleştiremiyorsa peki diğerleri nasıl gerçekleştirecek!? Bu da Allah Teâlâ'nın peygamberler tarafından dahi tatbik edilemeyecek, örnek olarak gösterilemeyecek bir risalet gönderdiği anlamına gelmektedir. Bu şeriatı ve ilahî ilkeleri şahsında temessül edecek birisinin olmaması hikmetullaha aykırıdır. Bu durum, insanın su ihtiyacını bildiği halde Allah Teâlâ'nın suyu yaratmamasına benzer.

Vakti zamanında dergilerden birisinde okuduğum insan-ı kâmil eleştirisi burada çökmektedir. Zira insan-ı kâmil kavramı ârifler tarafından ilahî öğretileri yaşamında pratize edilen kişiler için kullanıldığına göre, bunu yaşamına tatbik etmek pekala mümkündür ve dolayısıyla da insan-ı kâmil vardır.

Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda İslam ümmetinin bunca sıkıntısı ve düşkünlüğünün gerekçesini de aslında buradan hareketle çıkartabiliyoruz. Öncelikle bu hal-i pürmelalimizde teorilerimizin etkisi bulunmakla birlikte öncelikli problemimiz terbiye ve örneklik kurumunun hayatımıza yansımamasıdır. Bir diğer ifadeyle dinin ilkeleri ile yaşamımız arasında büyük gedikler vardır. Bu gedikler bireysel düzlemde de ailevî düzlemde de toplumsal düzlemde de açıkça görülmektedir. Örneklik kurumunun rengini ve boyasını hayatımızda yansıtabilirsek sıkıntılarımız da minimize edilir. Buradan hareketle kısmî masumiyetleri oluşturabiliriz. Bu masumiyetler bizim için bir kalkan ve koruma görevi görür.

Özet olarak, peygamberler birer usve/örnek ve kendilerine uyulan birer imamdır. Usve, pratize etme anlamına gelmektedir. Teorik düzeydeki ilkeleri hayata yansıtma ve gösterebilmenin adıdır. Allah Teâlâ peygamberler için ‘usve' ifadesini kullanıyorsa bu, onların şer'î ilkeleri pratize ettiklerini gösterir. Bu da onların masumiyetin ilk sahası olan eylemlerinde günah işlememek anlamına gelmektedir.

Bir sonraki bölümde inşallah tebliğde masumiyeti ele alacağız.

Bu konuda kaleme alınan önceki iki makalenin linkleri:

http://intizar.web.tr/inanc-ve-dusunce/haber/924/muhlas-kavrami-baglaminda-masumiyet#.VK-rQCusVtx

http://intizar.web.tr/inanc-ve-dusunce/haber/1015/yusuf-un-as-muhlasligi-ve-masumiyet#.VK-rESusVtw

 

[1] Nübüvvet felsefesiyle alakalı olan bu konuya bu makalede kısmen değinmeye çalıştık.

[2] Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabaî, el-Mizan fî Tefsîri'l-Kur'an, c. 20, s. 270, Müessesetü'l-Alemi, Beyrut, 1411.

[3] Şerif Razî, Nehcü'l-Belâğa, s,435, Tahkik, Subhî Salih, Tahran, 1425.

[4] 3/Âl-i İmran/185; 21/el-Enbiya/35; 29/el-Ankebut/57.

[5] Allame Şeyh Muhammed Bakır el-Meclisî, Biharü'l-Envari'l-Camiati li Düreri Ahbari'l-Eimmeti'l-Ethar, c. 6, s. 154, Müessesetü'l-Vefa, Beyrut, 2. Basım, h. 1403.

[6] Age, c.6, s.154م

[7] Ebû Ali Ahmed İbn Muhammed İbn Yakub er-Razi Miskeveyh, Tehzibü'l-Ahlak ve Tathirü'l-A'rak, s. 41, Tahkik İbnü'l-Ğarib, Mektebetü's-Sikafeti'd-Diniyye, 1. Baskı, 2010.

[8] Bkz. 27/en-Neml/14 ve Casiye/23.

[9] Nehcü'l-Belağa, s. 674, 107. Hikmet

[10] Şeyh Zeynüddin İbn Ali el-Amılî Şehidü's-Sani (h965), Münyetü'l-Mürid fi Edebi'l-Müfid ve'l-Müstefid, s. 149 ve 167, Tahkik Rıza el-Muhtarî.

 1409, 1. Basım.

[11] Nehcü'l-Belağa, s. 141, 87. Hutbe,

[12] Peygamberlerin tezkiye talim görevlerini ifade eden ayetler; 2/el-Bakara/129 ve 151; 3/Âl-i İmran 164; 62/el-Cumua/2.

[13] Mümin, 10;  Fatır, 39.

[14] Nisa, 22.

[15] Mümin, 35.

[16] Ahzab, 21; Mümtehine, 4.

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar