İmam Humeynî'ye Göre İnsan-ı Kâmilin Zarureti
Yüce himmet sahibi çağdaş ârif İmam Humeynî insan-ı kâmilin zarureti hakkında felsefî ve kelamî görüşlerin yanı sıra irfanî meşreb esasınca da çok güzel düşünceler öne sürmüştür ki onun derin sözlerinden bazı pasajlar nakledeceğiz. İmam, konu hakkında diyor ki:
“Kâmil insanın a‘yân-ı sâbiti, kapsamlılık mertebesiyle zuhurda ve esmaî sûretlerin ilmî neşetteki izharında en büyük ilahî halifedir. Zira ism-i azam; celâl, cemâl, zuhur ve butûn (bâtınlar) içerdiğinden, cemî makamıyla âyânlardan hiç birine tecelli edemez. Zira bu âyânlar dardır ve de bulanıktır. O halde öyle bir ayna olmalıdır ki, kendisine yansıyan sûretlerle uyum içinde olmalıdır. Aynı zamanda onun nuru da aynaya yansıyabilmelidir ki ilahî kaza âlemi zuhur edebilsin. Dolayısıyla eğer insanın sâbit “a‘yân”ı olmasaydı, sâbit a‘yânlardan hiç birisi zuhur etmezdi ve eğer insanın ayn-ı zuhur etmeseydi, harici âyânlardan hiçbiri zuhur etmezdi ve ilahî rahmet kapıları açılmazdı. O halde insanın a‘yân-ı sâbiti vesilesiyle ilk sona erdi ve son ilk ile irtibata geçti. Bu yüzden de insan-ı kâmilin a‘yân-ı sâbiti bütün varlıklar ile kayyumî bir birliktelik içindedir.”[1]
Aynı şekilde İmam Humeynî Çehil Hadis adlı kitabında konu hakkında daha geniş bir şekilde şöyle diyor:
“Bil ki; marifet erbabı ve kalb ashabının buyurduğu üzere ilahî isimlerden her birinin zatî bir sevgi ve Allah'tan başka kimsenin bilmediği gayb anahtarlarının talebi vasıtasıyla, Hz. İlmiye-i Vahidiye'de feyz-i akdes ile tecelliye tabi olan bir sûreti vardır ve o sûrete ehlullah terminolojisinde ‘a‘yân-ı sâbite' denmektedir. Bu feyz-i akdesle tecelli sayesinde evvela esmaî tecelliler ve bu ismî tecelli sebebiyle de a‘yân-ı sâbite olan esmaî sûretler vücuda gelmektedir. Ahadiyyet ve feyz-i akdes tecellisi ile Hz. İlmiye-i Vahidiye'de zuhur eden ve aynasında tecelli eden ilk isim ilahî/kuşatıcı ism-i azamın ve ‘Allah' müsemmasının makamıdır ki, gaybî cihetinde feyz-i akdesle tecellinin ve zuhurî kemal tecellisinde ise bir itibara göre cem-i vahidiyyet makamının ve bir itibara göre de esmaî kesretin aynısıdır.
İsm-i cam'i ve sûretinin tecellisi ise insan-ı kâmil'in ve Hakikat-i Muhammedîye'nin aynısıdır. Nitekim feyz-i akdesin aynî tecellisinin mazharı da feyz-i mukaddestir ve vahidiyyet makamının tecelli mazharı ise ulûhiyet makamıdır. İnsan-ı kâmilin a‘yân-ı sâbitinin tecelli mazharı ise ruh-i azamdır. Diğer esmaî, ilmî ve aynî varlıklar ise bu sayfaları aşan ve Misbâhu'l-Hidâye kitabında detaylarını zikrettiğimiz güzel bir düzen esasınca, bu hakikatlerin tikel ve tümel mazharlarıdır.
Buradan anlaşıldığı üzere, insan-ı kâmil, ism-i cami‘inin mazharı ve ism-i azamın tecelli aynasıdır. Nitekim Kitap ve sünnette de buna birçok yerde işaret edilmiştir. Örneğin Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O, Âdem'e bütün isimleri öğretti” Bu ilahî öğretim, Hz. Vahidiyyette, Âdem'in bâtın âlemine oranla, Celâl ve Cemâl'in, cem'î ve gaybî elinin yoğrulmasıyla oluşmuştur. Nitekim şahadet âleminde sûret ve zâhirinin yoğrulması da Celâl ve Cemâl'in elinin tabiat mazhariyeti şeklinde zuhuruyla gerçekleşmiştir. Nitekim Allah Teâla şöyle buyurmuştur: “Doğrusu biz emaneti göklere ve dağlara sunduk.” İrfan ehli nezdinde ayette geçen emanet, insan dışında hiç bir varlığın layık olmadığı mutlak velâyet makamıdır. Bu mutlak velâyet ise Kur'an'da Allah Teâla'nın şu ayette işaret buyurduğu feyz-i mukaddes'tir. 'Allah'tan başka her şey yok olacaktır.'
Kâfi'de yer alan bir hadiste ise İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: 'Biz Allah'ın vechiyiz.' Nudbe Duası'nda ise şöyle buyrulmuştur: “Evliyanın teveccüh ettiği vechullah nerededir? Yer ve gök ehli arasındaki bağlantı sebebi nerededir?'
Camia-i Kebir Ziyareti'nde ise şöyle yer almıştır: 'Mesel'ul a'la' Bu meseliyet (örneklik) ve vechiyet (Allah'ın vechi oluş) ise şu hadiste buyrulan şeydir: 'Allah Teâla Âdem'i kendi sûreti üzere yarattı.' Yani Âdem; Allah'ın en yüce meseli (örneği), büyük ayeti, en kâmil mahzarı, sıfat ve isimlerinin tecelli aynası, Vechullah, Aynullah, Yedullah ve Cenbullah'tır. 'O Allah'la duyar, görür ve tutar. Allah da onunla görür, duyar ve tutar.'
Bu Vechullah ise şu ayetteki nurdur: 'Allah göklerin ve yerin nurudur.'
İmam Bakır (a.s.) ise Ebu Halid-i Kabuli'ye şöyle buyurmuştur: 'Allah'a and olsun ki İmamlar(a.s), Allah'ın inzal buyurduğu nurlardır. Allah'a and olsun ki İmamlar (a.s) Allah'ın göklerdeki ve yerlerdeki nurudur.'
Kâfi'de yer alan bir hadiste de İmam Bakır (a.s.) 'Neyi soruyorlar? Üzerinde anlaşmazlığa düştükleri büyük bir olay olan tekrar dirilme haberini mi?' ayetlerinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: 'Bu ayet Emir-el Müminin (a.s.) hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali (a.s.) şöyle buyuruyordu: 'Allah'ın benden büyük bir ayeti ve benden daha büyük bir haberi yoktur.'
Özetle Hz. Âdem'in örneklerinden biri olduğu insan-ı kâmil, Allah'ın sıfat ve isimlerinin mazharı, en büyük ayeti, örneği ve nişanesidir. Hakk Teâla misli ve benzeri olmaktan münezzehtir. Ama Allah'ı, ayet ve alamet manasına gelen 'mesel'den (örneklerden) tenzih etmemek gerekir. 'En üstün örnekler O'nundur.'
Kâinatın tüm zerreleri aziz ve yüce olan o Cemil Cemal'in tecellilerinin aynası ve ayetleridir. Ama hepsi de kendi vücud kapasitesi oranında. Dolayısıyla ve yaratıcısının azameti sebebiyle azameti yüce ve mukaddes olan berzahiyet-i kübra ve kevn-i cami‘ makamı dışında hiçbir şey, her şeyi kuşatan ism-i azam'ın ayeti değildir. Dolayısıyla Allah Teâlâ insan-ı kâmili ve ilk Âdem'i kendi cami‘ sûreti üzere yaratmıştır ve onu, isim ve sıfatların aynası kılmıştır.”[2]
İmam Humeynî'nin sözlerinden de anlaşıldığı gibi insan-ı kâmilin vücudu, her şeyden önce ilahî isim ve sıfatları göstermek için zaruridir. Sadece o ism-i azamının mazharı olabilir. Zira hakiki vahdete muttasıf olan vahid hüviyette, vahdetin hükümleri kesretin hükümlerine tamamen galiptir. Ahadî kahhariyet esasınca da kesretin hükümleri kahire-i vahdette tümel bir şekilde fanidir. Dolayısıyla O, vahid hüviyet, zâtının bütün işrâkî mazharlara sahip, kâmil bir mazharda zâhir olmasını ve bütün gizli ve aşikâr hakikatleri kapsamasını irade ettiği zaman, bütün bâtınî ve zâhirî durumları kendisiyle birlikte olacağı kâmil bir mazharda yani sadece insan-ı kâmilde tahakkuk bulur. Zira sadece o mutlak zatın mazharı ile isim, fiil ve sıfatların mazharını bir arada toplayabilir. Çünkü onun vücudu yaygın kemallerin itidaline ve kapsayıcılığına sahiptir. Sadece insan-ı kâmil bir taraftan vücûdî ve vucûbî hakikatler ile ilahî isimlerin nispetini diğer taraftan da imkânî hakikatler ve hulkî sıfatları bir arada toplayabilir.
Dolayısıyla insan-ı kâmil cem ve tafsil mertebelerini bir arada toplayan ve varlık düzeninin silsilesinde tahakkuk bulan bütün işlerden haberdardır. Bu yüzden Allah Teâlâ'nın Ahad hüviyeti böyle bir mazharda tecelli etmiş ve Allah Teâlâ kendi zatını onda müşahede etmiştir. Bu, varlık âleminde insan-ı kâmilin zarureti hakkında gündeme gelen yüce hakikatler ve derin sırlarla dolu bir nüktedir.
Bu konuda şöyle bir sorunun sorulması mümkündür; irfandaki “her şey her şeydedir” kaidesine binaen her varlık bütün kemal mertebelerine sahip olabilir. Bu kapsayıcılık insan-ı kâmile has bir şey değildir. Allah Teâlâ her şeyi her şeyde müşahede edebilir. Dolayısıyla bu, varlık âleminde insan-ı kâmilin zarureti hakkında söylenen bazı hususiyetlerin hükmünü yitirmesine neden olur.
Marifet ehlinin buna cevabı şudur; şüphesiz “her şey her şeydedir” kaidesi ilk taayyünün sirayeti babında her varlık için geçerlidir. İlk taayyün icmali bir şekilde bütün bilkuvve kemallerinin toplayıcısıdır. Dolayısıyla o mazharın hususiyetleri onu gerektirdiği durumlar dışında hiçbir mazharda tafsili bir şekilde zâhir olmaz. İnsan-ı kâmil bütün genel ahadiyyet mazharlarına sahip olduğundan bütün kemaller onda bilfiil ve tafsili bir şekilde zâhir olur. Bu yüzden insan-ı kâmil ilk taayyündeki icmalî kemaller ile farklı zuhuratlardaki tafsilli kemalleri kendisinde toplayan tek varlıktır. O, tek ereksel illet ve yaratılışın nihai hedefidir.[3]
Dolayısıyla insan-ı kâmilin vücudunun zarureti, varlık âleminin yaratılmasındaki nihai hedef ve ereksel illetin tahakkukunun zorunluluğundan kaynaklanır. Büyük ârif İbn-i Arabî Nakşi'l-Fusûs kitabında diyor ki:
“İnsan-ı kâmil, ilahî ahadiyyetten ibaret olan ümmî kitabın özeti sûretinde bir kitaptır. Allah Teâlâ âlemin yaratılması ve bekası için onu nihai gaye ve maksadın kendisi karar kılmıştır. Aynı şekilde insan bedeninin yaratılması ve insan mizacının mutedil kılınmasındaki asıl hedef de nâtık nefsin vücudunun tahakkuk bulmasıdır.”[4]
Öte taraftan, insan-ı kâmilin vücudunun zarureti, “âlemde sadece o ahadî hüviyetin tecelligâhı olabilir” hakikatiyle ilgilidir. İmam Humeynî'nin deyimiyle o, azam halife ve insanlara ve âleme verilen feyzin vasıtasıdır.
Ayrıca varlık âleminin korunması insan-ı kâmilin vücudu sayesinde tahakkuk bulur ki konu hakkındaki hakikatler daha önce geniş bir şekilde açıklandı. Bu hakikat birçok rivayetle de onaylanmıştır. Eğer Allah'ın hücceti olan insan-ı kâmil bir an için bile yeryüzünde olmazsa yeryüzü yok olur. Usûl-u Kâfi kitabında nakledilen bir hadiste İmam Sadık (a.s.) şöyle buyuruyor:
“Eğer yeryüzü İmamsız kalsaydı muhakkak fesada uğrardı.”
Molla Sadra bu nuranî hadis için şöyle diyor:
“Hazretin anlatmak istediği şey bu âlem içindeki şeylerle birlikte insan-ı kâmil için yaratılmış olmasıdır. Eğer onsuz farz edilirse yok olur.”[5]
Aynı şekilde İmam Ali (a.s.) bir hadiste şöyle buyuruyor:
“Allah'ım! Biliyorum ki yeryüzü asla senin hüccetinden boş kalmaz. Delil ve burhanlarının yok olmaması için bu hüccet ya zâhir ve görünürdedir veya gizli ve perde arkasındadır.”[6]
Bu iki hadiste sadece yeryüzü meselesi dile getirilmiştir. Bunun nedeni de yeryüzünün birçok insanın ilgi alanına girmesi veya yeryüzünün hitaba ve muhataba uygun olmasındandır. Yoksa bu hüküm bütün varlık âlemi için geçerlidir.
Bu hakikatin beyanından sonra şöyle bir soru karşımıza çıkabilir; insan-ı kâmilin tahakkukundan ve taayyününden önce imkân âleminde eflak ve mevcudât vardı. Dolayısıyla âlemde böyle bir insanın olmaması durumunda, varlık âleminde ve kâinatta hiçbir eksiklik ve halel meydana gelmez.
Ârifler bu sorunun cevabında demişlerdir ki; âlemin yaratılmasındaki hedef Hakk Teâla'nın tam ve kâmil bir aynada tecelli ve zuhur etmesidir. Dolayısıyla insan-ı kâmil her ne kadar zâhirde ve hislerde olmamışsa da hakikat açısından tahakkuk bulmuştu. Zira Hakk Teâlâ'nın bütün isim ve sıfatlarının tecelligâhı olabilecek tek kâmil mazhar, insan-ı kâmildir. Çünkü hangi semavî ve maddî varlığı göz önünde bulundurursanız bulundurun sadece Hakk Teâlâ'nın bazı isim ve sıfatlarının mazharı olabilirler.
Dolayısıyla ilahî hikmet ve maslahat gereğince âlemin yaratılması her ne kadar insanın maddi sûretinin taayyününden ve yaratılmasından önceyse de hilkatteki hedef ve yaratmadaki teveccühün odağı insan sûretidir. Zira yaratılışın maksadı onun vücududur. Bu yüzden insan sûretinin taayyününden önce âlemin yaratılması ve eczalarının korunması onun maslahatından ve hikmetinden kaynaklanır. İnsanın hissî taayyününden sonra varlık âleminin bekası ve korunması görevini insan-ı kâmil yüklenmiştir. Dolayısıyla insan-ı kâmilsiz bir varlık âlemi mecazen değil hakikaten ruhsuz bir beden gibidir.
Kaynak: Muhammed Emin Sadık-i Urzegani, İmam Humeyni ve Müslüman Âriflere Göre İnsan-ı Kâmil, Önsöz Yayıncılık, s. 58-64.
[1] İmam Humeynî, Misbâhu'l-Hidâye ilâ Hilâfet ve'l-Vilâye, s. 69.
[2] İmam Humeynî, Çehil Hadis, Hadis 38, s. 634.
[3] Nakdu'n Nusûs fî Şerh-i Nakşi'l-Fusûs, s. 60.
[5] Molla Sadra, Şerh-i Usûl-u Kâfi, el-Hüccet, hadis 10, s. 462.
[6] Nehcü'l-Belâğa, Hikmet 147.