93428-enlightenment.jpg

Bakara 257. ayetin tefsirine giriş... Adalet ve nur

Toplumsal hayatta adaletin uygulanması ile amaçlanan husus zulumattan nura çıkmaktır. Yani ikisi arasındaki ilişki dikeysel bir ilişkidir. Zulumattan nura çıkabilmenin dayanağı toplumsal sahada adaletin uygulanmasıdır. Toplumda adaletin uygulanması, bireyin karanlıklardan nura çıkması içindir. Toplumda adalet ve hakkaniyetin uygulanması insanın aslî kemaline yardımcı unsurdur.

16 Mayıs 2018 Çarşamba
Bakara 257. ayeti tefsiri
 
 

 

                                                           Cevher Caduk (ilahiyatçı-öğretmen)

 

Bakara 257. ayete giriş

Bakara Suresinin 257. Ayetine giriş yapmadan önceki ayetle ilgili olarak bir kaç hususa kısaca değinip o ayeti sonlandırmak istiyoruz.

a- Ayetin girişi dinde ikrahın olmadığını belirtiyordu. f"Dinde ikrah/zorlama yoktur" dolayısıyla başkasını zorlamamamız gerekiyor. Diğer inanç ve düşünce mensuplarının serbestçe düşünme ve inanma hakları vardır. Ama beri taraftan nasıl ki başkasının bu hakkı varsa aziz İslam dininin müntesipleri de bu hakka sahiptirler. Bu inancın hususiyetlerinden birisi de "femen yekfur bi't-tağut/tağutun inkâr edilmesi" olgusudur. Tağutî düzen ve yapıların sapkın düşünce ve yaşam biçimlerini Müslümanlar olarak sözsel ve eylemsel olarak reddetmeliyiz.

b- Modern dönemlerin İslam ve Müslüman telakkisinde biz İslam'ı yüceltecek ve koruyacağız algısı hep ola gelmiş, olumsuz içeriğe sahip ayetler hep başkası üzerinden okumalar yapılmış ve insanlar hidayete muhtaç bireyler olarak görülmüştür. İslam'ın korunması algısı zihinlere ve belleklere yerleşmiştir. Hâlbuki Kitab-ı Kerim bu algıdan ve anlayıştan daha çok 'dinin koruması' anlayışını yerleştirmeye çalışır. Kur'an'a muhatap bireye korunmak istiyorsan bu din seni koruyacaktır düşüncesini verir. Bu ayette de aynı durum söz konusudur.

"fekadistemseke bi'l-urveti'l-vuska" kopmak bilmez bir kulpa sarılmıştır. Bu kulpa sarılmak demek korunmak ve bu yücelikte kalmak demektir. Yani din ve İslam bize değil biz din ve İslam'a muhtacız.

"Size verdiğimiz rızıkların en temizlerinden yiyin ve bunda taşkınlık etmeyin, sonra üzerinize gazabım iner. Kimin üzerine de gazabım inerse, muhakkak o mahvolur" (20/Taha/81)

c- Ayet-i kerime "Vallahu semiun alim/Allah işitendir, bilendir" ifadeleriyle son buluyor. Ayet neden bu şekilde sonlanıyor sorusunun cevabı kanaatimizce şudur: Bir önceki cümle "O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır" şeklinde iman olgusundan bahsediyor. İman olgusunun bir kalbî diğeri de dile getirilen iki boyutu vardır. Kalbî boyut ile ilgili olarak Allah-u Teâlâ'nın ‘âlim/bilen' sıfatı devreye girmektedir. Dilsel boyutuyla bağlantılı olarak da Allah-u Teâlâ "semiun/işitendir" ifadesini kullandı.

Bakara Suresinin 255 ve 256'ıncı ayetlerini kısaca şöyle özetleyebiliriz: Bakara Suresinin 255 ayeti tevhidi konu edindi. Ancak bunu taabbüd/ibadet etme yönüyle değil de mantıkî ve istidlali bir formatta ve sağlam delillerle sundu. Burhan ve mantıkî kanıtlarla sunulan bir inancın ardından söylenecek söz bellidir. Biz mantıkî delilimizi sunduk, insanları zorlamayınız. Çünkü artık doğru ve eğri birbirinden ayrılmıştır. Burada devreye akıl ve kalp girmektedir. Artık dileyen iman eder; dileyen inkâr eder. İman eden kopmaz bir kulpa sarılmıştır.

Bir diğer husus dinin davetteki üslubu hikmete ve burhana dayalı bir davettir. Kılıca ve zorbalığa dayalı bir davet değil. Müslüman bireyler iyi bir Müslüman olmak istiyorlarsa akıllarını ve kalplerini doyurmak zorundadırlar. Şunu belirtmeden edemeyeceğim; ellerine silah alıp da İslam Coğrafyasını kana bulayan yapılar bilerek veya bilmeyerek Amerika'nın emel ve arzularına hizmet etmektedirler. Düşünsenize şu coğrafyanın evlatlarının karşıdakini kâfir olarak görmesi düşüncesinden kurtularak ‘geliniz delile ve mantığa dayalı olarak konuşalım' dediklerini, dillerinden burhana ve kalbin temiz, pak boyutuna dayalı söz ve hikmet pınarlarının fışkırdıklarını. Böyle bir coğrafya özlemini duyduğumuz bir coğrafyadır. Aklımıza ve düşüncelerimize prangaları vurmamızdan bu yana coğrafya çekilmez hal aldı, Nebiler, resuller ve hekimlere ev sahipliği yapmış şu coğrafya son yüz elli iki yüz yıldır ne düşünce üretebildi ne de doğru dürüst birkaç istisna dışında bilge, hekim ve arif insanlar çıkartabildi. Kutsanan silah, adam öldürme, zorbalık ve despotizm oldu. Hem de düşman olarak bellediği kendi kardeşine karşı.

Düşüncelerin üretildiği, kalpten hikmet ve sevgi pınarlarının fışkırdığı, Amerika ve İsrail'in yok edildiği yarınlara kavuşabilmek ümidiyle…

"Vallahu semiun âlim/Allah işitendir bilendir"

Sem/İşitme beş duyu organından birisi olan kulağın işlevidir. Fahrüddîn et-Tureyhî işitme/sem ifadesinin içine kavrama ve anlamayı da katar. O şöyle der: İstifadetü lafzi'l-mesmui ve savtihi sümme fehmihi/işitilen ve duyulan bir sesten yararlanıp sonra anlaşılmasıdır.[1] Bu tanıma göre herhangi bir duyma sem' sözcüğünün kapsamına girmemektedir.

İbn Manzûr ise sem' sözcüğünün bazen icabet etmek anlamında kullanıldığını söyleyerek namaz kılan kişinin rükûdan doğrulduktan sonra ‘semiallahu limen hamideh/Allah hamd edenin hamdini işitir' ifadesinde de bu anlamın geçerli olduğunu söyler.[2]

Tureyhî sözcüğün kulak vermek ve dinlemek anlamlarında da kullanıldığını da söyleyerek bu noktada kanıt olarak el-Enam Suresinin 36. Ayetini örnek gösterir. "İnneme yestecibüllezine yesmeun/ Daveti ancak dinleyenler kabul ederler". (6/el-Enam/36)[3]

Ayet-i kerimede geçen semi' sözcüğü mübalağa ism-i fail kiplerindendir. İlahî sıfatlardan olup işitme kuvvetinin zirve ve kemalini ifade eder.

Ancak Allah-u Teâlâ'nın duyması bir organ vasıtasıyla gerçekleşmez. Hiçbir şey Onun duyma eyleminin dışına çıkmaz. Dolayısıyla Onun işitme ve bilmesi husûlî değil huzûrîdir. Varlıkla iç içedir, değişken değildir ve bir organa gereksinim duymaz.  

Allah-u Teâlâ istima/dinlemek ile nitelenemez. Zira istima'da bir şeyi anlamak için kulak vermek söz konusudur. Hâlbuki Allah-u Teâlâ'nın ilmî huzûrî olduğundan dolayı istimaiyet/dinlemek ile değil sem'iyet/duymak ile nitelenir. Allah-u Teâlâ için 'innallahe yestemiu/Allah dinler' ifadesi kullanılamaz.[4]

‘Alîm/bilendir' ilim cehaletin zıddıdır. Âlim ise mübalağa kiplerindendir. Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de kendi kendisini hem Âlim, hem Allam hem de Alîm sıfatlarıyla nitelendirir.

Alîm sıfatı insanlar için de kullanılabilir. Hz. Yusuf kendi kendisini Alîm olarak nitelendirmektedir.

"Beni bu ülkenin hazineleri üzerine getir. Çünkü iyi korurum, iyi bilirim. (İnnî hafizun alîmun)" (12/Yusuf/55)[5]

İlim ve marifet 

Tarih boyunca ilim ve marifetin anlamı hakkında bir takım dilsel açıklamalar yapılmıştır. İlim ile marifetin aynı olduğu zira ikisinin de öncesinde bir cehalet halinin bulunduğunu bir kazanım ile cehalet haletinin ortadan kalktığını söylense de [6] biz bu görüşte değiliz. İlmin öncesinde cehalet olgusunun bulunması Vâcib Teâlâ için değil mümkin varlıklar için söz konusudur.

İkincisi Allah-u Teâlâ için marifet kelimesi kullanılmaz, ancak ilim sözcüğü kullanılır. Allah-u Teâlâ âlimdir; ancak arif değildir.

Marifetin öncesinde unutkanlık ve gaflet hali söz konusudur. Kulun arif olabilmesi gaflet halini ve dalgınlık halini azaltmasına bağlıdır.

Buna göre marifet ile ilim arasındaki ilişki umum-husus ilişkisidir.

Her marifet ilimdir; ancak her ilim marifet değildir.

Değinmek istediğimiz bir diğer husus da şudur; Hangi ayet ve rivayet Allah-u Teâlâ'nın sıfatlarından birisini konu ediniyorsa veya herhangi bir ayet ve rivayette Allah-u Teâlâ'nın bir sıfatı geçiyorsa kişi o ayette ve rivayetteki sıfatı kemal boyutuna göre anlamalıdır. Allah-u Teâlâ alîm veya Allam olarak kendi kendisini nitelendiriyorsa O hem geçmişi, hem şimdiyi hem de gelecekte gerçekleşmiş gerçekleşen ve gerçekleşecek olan şeyleri bilir.

İmam Sadık (a.s.) Allah-u Teâlâ'nın ilmi hakkında şöyle buyurmaktadır: Allah Azze ve Celle Rabbimizdir ve bilinenler olmadan ilim; O'nun zatıydı. İşitilenler olmadan işitme; O'nun zatıydı. Görülenler olmadan görme; O'nun zatıydı. Güç yetirilenler olmadan kudret; O'nun zatıydı. Eşya var olunca, bilinenler meydana gelince, Allah'ın bilgisi bilinenlere taalluk etti, işitmesi işitilenlere, görmesi görülenlere ve kudreti güç yetirilenlere taalluk etti.

Dedim ki: O halde Allah, her zaman hareket halindedir.

Buyurdu ki: Allah Azze ve Celle bundan münezzehtir. Hareket fiille meydana gelen bir sıfattır.

Dedim ki: O halde Allah her zaman mütekellim/konuşandır.

Buyurdu ki: Kelâm sonradan olma bir sıfattır, ezelî değildir. Allah vardı ve mütekellim değildi. [7]

O'nun bir şeye ilişkin bilgisi; o şeyin meydana gelmesinden önce ve meydana gelmesinden sonrası haletlerindeki bilgisinin niteliği hakkında fark bulunmamaktadır.  

Allah iman edenlerin velisidir

Bakara Suresinin 257. Ayetine geçebiliriz.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar". (2/el-Bakara/257)

Münasebet 

a- Bu ayet ile önceki ayetler arasındaki bağ: Önceki ayet Allah'a iman olgusuna değindi. Burada direkt olarak akla şu soru gelmektedir. Peki, Allah-u Teâlâ'ya imanın semeresi nedir? İşte bir sonraki ayet bu soruya cevap veriyor. Bu cevap Kur'an-ı Kerim'in alışıla gelmiş diğer cevaplarından farklılık göstermektedir. Diğer ayetlerde iman ve salih amelin karşılığı olarak genellikle cennet, ödül ve mükâfat olgusundan bahseder. Ancak burada ayet biraz farklı bir noktayı temel alarak cevaplandırıyor ve genelliğe uygun düşüyor. Zira Bakara Suresinin 255. Ayeti olabildiğince genel ifadeler içermekteydi. Bir sonraki 256. Ayet her ne kadar 255. ayet kadar olmasa da o da genel ifadeler içermekteydi. Bu ayet de aynı şekilde bir ödülden ziyade genelliği ifade eden Allah-u Teâlâ'nın velayetine girmekten bahsediyor. Allah'ın velayetinde de karanlıklar olmadığına göre kişinin karanlıklardan aydınlığa çıkması olgusu ve ödülünden bahsediyor.

b- Bu ayet ile önceki ayet arasında da çok kuvvetli bağ bulunmaktadır. Şöyle ki Urvetü'l-Vuska'ya (kopmaz kulpa) sımsıkı sarılmak pratik olarak Allah'a imana dayanmaktadır. Allah'a iman ise tağutu inkârı içinde barındırmaktadır. Allah'ın velayetin girmenin doğal sonucu olarak kişi birçok karanlıktan çıkacak tek nurun kapsamına girecektir. Bu nura uymaktan kaçınan, tağuta uyarak Allah'ı inkâr eden bir birey ise şeytanın velayeti altına girecektir. Şeytanın velayetinin kapsamında ise bir değil yığınlarca karanlık söz konusudur. Dolayısıyla şeytan onu tek ve yek nurun kapsamından çıkartıp yığınlarca karanlığa koyacaktır. Bu nurun kapsamına girmenin ve kapsamından çıkmanın sahası dünyadır. Mümin dünyada zulumatlardan aydınlığa çıkarken kafir dünyada nurdan zulumatın karanlığına girmektedir. Bunun Ahiretteki tecellisi ise cennet ve cehennem olarak karşımıza çıkmaktadır.

c- Allah iman edenlerin velisi olup onları zulumattan nura karanlıklardan aydınlığa çıkartır.

Allah'ın velayetine girmeyenlerin varacağı nokta ise tağutun velayetidir. Tağutun velayetinde ise karanlıklar vardır. Bundan dolayı tağut onları nurdan zulumata çıkarmaktadır.

Yani bu ayet-i kerime önceki ayette geçen Allah'a iman ve tağutu inkâr ile Allah'a iman etmemenin ve tağutu inkâr etmemenin semeresine değinmektedir.

Adalet ve nur

Allah-u Teâlâ'nın velayeti kapsamına girmenin mümin birey tarafından birtakım amaçları vardır. Bu amaç aynı zamanda elçi ve Kitab gönderilmesinin de hedefini teşkil etmektedir. Bu amaçları kısaca iki maddede özetleyebiliriz.

a- Toplumsal alanda adaletin uygulanması. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah'ın dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür". (57/el-Hadid/25)

İnsanın sosyal yaşamında adaletin uygulanmasıdır. Dış dünyada ve toplumsal hayatta insanların adalet talebini karşılamak; bu en üst ve en mükemmel düzeyde ilahî elçilerin eliyle gerçekleşebilir ki, Peygamberin Ahirzamanda yeryüzünde adalet ve hakkaniyetin her tarafı kapsayıp kuşatması şeklinde verdiği haber hem bir gerçeğin hem de bir beklentinin ifadesidir. Bu gerçek şudur ki yeryüzünde adalet ve hak en üst düzeyde ve kusursuz bir şekilde uygulanacaksa bu ancak İlahî bir zatın eliyle gerçekleşebilir.

Bu beklenti de şudur ki Ontolojik anlamda insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayan Rab Teâlâ insanın adalet talebini de karşılamaktadır. Bu en nihayetinde gerçekleşecektir.  

b- İnsanların karanlıklardan (zulumattan) aydınlığa (nura) çıkması.

Allah-u Teâlâ "Bu Kur'ân öyle büyük bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa, her şeye galip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik". (14/İbrahim/1)

"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir". (57/el-Hadid/9)

Toplumsal hayatta adaletin uygulanması ile amaçlanan husus zulumattan nura çıkmaktır. Yani ikisi arasındaki ilişki dikeysel bir ilişkidir. Zulumattan nura çıkabilmenin dayanağı toplumsal sahada adaletin uygulanmasıdır. 

Benzer bir durum ibadet ile yakîn arasında da söz konusudur. İbadetin amacı yakîne erişmektir. Dolayısıyla nasıl ki ibadet ile yakîn birbirinden farklı ve birbirine aykırı şeyler değilse adalet ve nur da birbirine aykırı şeyler değildir.

Batı ile Doğu dünyasında da galiba problem gelip bu ikisine dayanıyor. Batı toplumları inanç ve eylem sahasındaki doğruluğu devre dışı bırakırken Doğu toplumları inanç ve ibadet yapabilelim de toplum da insanlar eziliyor mu adaletsizlik mi var sorununa bigâne kalıyorlar. Ortada düşünce noktasında bir dengesizlik söz konusu.

Burada akla şöyle bir soru takılmaktadır: Toplum mu birey mi? Hangisi önceliklidir?

Bu sorunun cevabı kısaca şöyledir: Toplumda adaletin uygulanması, bireyin karanlıklardan nura çıkması içindir. Kur'anî hakikat çerçevesinde söyleyecek olursak insan yaratılışının nihai gayesi zulumattan aydınlığa çıkmasıdır. Ancak bütün insanlar bu zulumattan nura çıkamıyorlar. Sadedinde olduğumuz Bakara Suresinin bu ayetinde de Allah-u Teâlâ insanların bütününün değil de bir bölümünün yani iman edenlerin zulumattan nura çıkarıldıklarını ifade etmektedir. İnsanın aslî kemâlî, zulumattan nura yapacağı yolculuktadır. Toplumda adalet ve hakkaniyetin uygulanması insanın aslî kemaline yardımcı unsurdur.

Kur'an-ı Kerim'de zulumattan nura çıkma ile ilgili ayetlere baktığımızda iki grup ayetle karşılaşıyoruz.

Bunların bir bölümü bütün insanların zulumattan nura çıkartılmasını konu edinirken bir bölümü ise bu ayette de geçtiği üzere iman edenlerin zulumattan nura çıkartılmasını konu ediniyor. İnsanların bir bölümünü bır kısmını konu edinmektedir.

"Allahu veliyyüllezine amenu yuhricuhum mine'z-zulumatı ile'n-nuri/ Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır". (2/el-Bakara/257)

"Huvellezi yusalli aleyküm ve melaiketuhu li yuhricekum mine'z-zulumati ile'n-nuri/Sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için melekleri ile birlikte üzerinize rahmet ve bereket indiren O'dur ve O, müminlere çok merhametlidir". (33/el-Ahzab/43)

"Rasulen yetlu aleyküm ayatillahi mübeyyinatin  li yuhricellezine amenu ve amilu's-salihati mine'z-zulumati ile'n-nuri/Size Allah'ın açık açık âyetlerini okuyan bir elçi (gönderdi) ki inanıp faydalı işler yapanları, karanlıklardan aydınlığa çıkarsın. Kim Allah'a inanır ve yararlı iş yaparsa (Allah) onu, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. Allah ona gerçekten ne güzel rızık vermiştir". (65/et-Talak/11)

Yukarıda geçen bütün insanları karanlıklardan nura çıkarma ile bu ayetlerde söz konusu edilen ve sadece insanların bir grubunu konu edinen karanlıklardan nura çıkarma arasındaki ayetlerin arası nasıl bulunabilir!?

Bu tür bir ilişki hidayet kavramında da karşımıza çıkmaktadır. Kur'an-ı Kerim henüz daha el-Bakara Suresine başlarken "huden li'l-muttakin/Kitabın müttakilere hidayet olmasını" belirtirken aynı suresinin 185. Ayetinde Allah-u Teâlâ "şehru ramadanellezi unzile fihi'l-Kur'anü huden li'n-nasi…/O Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur'ân onda indirildi". (2/el-Bakara/185)

Buna çeşitli cevaplar verilebilir.

a- Kur'an, din, hidayet her ne kadar bütün insanların karanlıklardan nura çıkartılması için indirilmişse de bu çıkarma işleminden insanın irade ve meşietine dayalı olarak insanların bir bölümü yararlanabilmektedir. Bu nura kavuşanlar da Allah'a iman edip tağutu inkâr eylemini gerçekleştiren kimselerdir ki bunlar da bütün insanlar değil onların bir bölümüdür.

b- Faydalanmanın kaynağı fıtrattır. Fıtrata uyan, onu günah ve zulüm katmanları altında öldürmeyenler söz konusu hidayet ve nurdan kendi kapasitesi ölçüsünce yararlanabilmektedir.

Bu iki olasılık aslında aynıdır. Sadece ikinci görüş birinci görüşün biraz daha detaylandırılmış şeklidir.

Bu olasılığa göre Kitab ve resulü bir doktor, muhatap kitleyi ise doktorun ortaya koyduğu reçeteden yararlanıp yararlanmayan insan kategorisinde görebiliriz.

c- Üçüncü olasılığa göre her iki grupta da kastedilenler aynı kesimdir. Zira Kur'an'ın insan tanımı bazı ayetlerde biraz farklılık gösterebilmektedir. Kur'an'ın kendisine has bir terminolojisinin ve dilinin olduğu malumdur. Örneğin Kur'an ölü kelimesini birçok yerde inanmayan kimse hakkında kullanır. Sağır ve körü hakka kulak vermeyen ve hakkı görmeyen kimseler hakkında kullanır. Buna göre bu ayetlerde geçen insan kendi doğasının gereğince hareket edip hakka icabet eden varlıktır. Buna kulak vermeyen ve bu çağrıya boyun eğmeyen kimse Kuranî anlamda söyleyecek olursak insan sınırları dâhilinde kalamaz. Dolayısıyla iki grup arasında bir fark bulunmamaktadır. İnsan da iman eden kimseden başlar, yücele yücele müttaki, muhlis, muhlas, mukarreb, salih, ebrar dediğimiz kimseleri içine alacak kadar genellik gösterir. Hidayet ve nur feyzinden yararlanma insanın kapasitesi ölçüsüncedir. Tekdüzelik yoktur. Bir önceki makalede de ele alıp değindiğimiz gibi bu makamlar ya sahipsin yahut da sahip değilsin şeklinde tek düze makamlar değildir. Bir kimsenin takvası, diğerinden daha fazla, bir kimsenin masumiyeti diğerinden daha gelişmiş olabilir.

"li yunzire men kane hayyen/(Bu), diri olanları uyarmak ve kâfirlere de azab sözünün hak olması içindir". (36/Yasin/70)

Bu ayet-i kerime bütün insanları diri olarak kabul etmemektedir.

Hayat olgusunu risaletin ilkeleri olarak bir başka ayette Allah-u Teâlâ şöyle açıklamaktadır:

"Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'a ve Resul'e icabet edin". (8/el-Enfal/24)

Bu ayetlerde geçen nas/insanlar ifadesinden kasıt hakîkî boyutuyla insan olanlardır ki bunlar da müminden başlayıp yukarıya doğru dikeysel olarak hareket eden bireylerdir.

İhrac/Çıkarma

İhrac/çıkarma deyince insanın aklına direkt olarak bulunulan bir yerden çıkma gelmektedir. Bu durumda akla bir takım sorular takılmaktadır. Şöyle ki kişi dünyaya kâfir olarak gelmiş ve ergenlikten sonra iman etmişse bu ayete göre herhangi bir sıkıntı bulunmamaktadır. Zulumattan nura çıkmıştır. Cevâd-ı Amulî'nin ifadesiyle söyleyecek olursak ‘er-ref ve'l-izale'[8] kirlerden arındırma ve kaldırma gerçekleşmiştir.

Peki, kişi mümin bir anne babadan dünyaya gelmiş ve ergenlik çağına eriştikten sonra da iman etmiş ve küfür dediğimiz haleti yaşamamışsa bu şahıs için zulumattan nura çıkma ifadesi kullanılabilir mi!?

Ayeti kerime aslında umumidir, her iki grup insanı da kapsamaktadır. Sadece kâfir olarak dünyaya gelip ergenlik çağından sonra hidayete erişen kimseyi kapsamamaktadır. Ayet-i kerime zulumatı yaşamayan insanı da nura çıkarma olgusunun kapsamına almaktadır. Peki, bu soruya nasıl cevap verilmelidir.

Kur'an-ı Kerim'in bu türden kullanımları vardır. Örneğin Allah-u Teâlâ Yusuf Suresinde Hz. Yusuf hakkında "inni terektu millete kavmin la yuminune billahi…/Çünkü ben Allah'a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terk ettim". (12/Yusuf/37) buyurmaktadır. Bu Hz. Yusuf'un söz konusu terkten önce Allah'a ve Ahiret gününe inanmadığı anlamına gelmez. Yani Hz. Yusuf (a.s.) ilk önce şirk üzere idi ve Allah'a inanmıyor idi sonra bunları terk etti türünde bir anlam çıkmaz. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in bu şekilde kullanımları vardır.

Zaten sonraki ayette Hz. Yusuf şöyle buyurmaktadır: "Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamız bize yaraşmaz" (12/Yusuf/38)

Hadislerde ve arap örfünde de bu türden kullanım bulunmaktadır.

Hz. Rasulullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır: Men eteme ehahu helaveten ezheballahu enhu mirarete'l-mevt/Kim kardeşine (örneğin baklava, kadayıfi, künefe çev) tatlısı yedirecek olursa Allah-u Teâlâ ölümün acısını ondan uzaklaştırır.[9]

Görüldüğü gibi ezhebe/gidermek fiili ölüm acısı hakkında kullanılmaktadır. Hâlbuki insan daha ölümün acısını tatmış değildir.

İhrac/çıkarma kelimesi arap dilinde bir kişiyi bir şeyden engellemek için de kullanılır. Örneğin tehlikelerin ve sıkıntıların yaşanacağı bir şehre girmek isteyen birisini bu şehre girmekten engelleyecek olur ve onu bu haletten kurtaracak olursan ‘kad ehrectuke mine'l-beldeti'l-fulaniyye/ben seni falanca beldeye girmekten çıkardım' dersin.[10]   

Dolayısıyla ayetin anlamı şöyle şekillenmektedir. Ayet-i kerime hem müminleri hem kâfir olup iman edenleri kapsamaktadır. 

 

 

 

 



[1] Mecmeü'l-Bahreyn, c. 2, s. 418

[2] Lisânü'l-Arab, c. 8, s. 162

[3] Mecmeü'l-Bahreyn, c. 2, s. 418

[4] El-Furûku'l-Luğaviyye, s. 49, 174. madde

[5] Burada akla şu soru takılmaktadır. Hz. Yusuf'un koruyuculuğu bir nebzeye kadar ahlakî olduğundan dolayı anlaşılabilir. Ayette geçen hafîz/korumayı bir şeyi ve bir emaneti koruma anlamında ele alacak olursak bütün peygamberlerin ortak özelliklerinden olan güvenilirlik sonucuna ulaşırız ki bunda sıkıntı yoktur. Ancak hafîz ve alîm sıfatlarını gözetmek, ekonomik ve malî ilişkileri etraflıca bilmek, bütçenin düzenini sağlamak, adaleti gözeterek halkın ihtiyacını sağlamak olarak anlamlandıracak olursak karşımıza şu soru çıkıyor: Hz. Yusuf (a.s.) ekonomi bilgisini nerede öğrendi. Malî ilişkiler sistemini neye dayanarak öğrendi. Hayatının henüz başlangıç aşamasında iken Mısır'dan ayrıldı. Bir bölümünü ise sarayda geçirdi ve bir bölümünü ise zindanda geçirdi. Bunu zindandan çıktıktan hemen sonra söylemesinden dolayı iki olasılık var.

a-Saraydan öğrenmesi

b-İlahî mevhibe olması.

Ben alîm (çok çok iyi bilirim) demesi bilginin kaynağının pek de saray olmadığını hissettirir tarzdadır. Bu da bu makaleler boyunca vermek istediğimiz mesaja bizi götürüyor: Toplumun her ne ihtiyacı ve bilgi varsa peygamberler hem o ihtiyacı giderebilecek kapasiteye sahiptirler hem de kendi yaşadığı toplum içindeki bütün insanların bilgilerine sahiptirler.  

[6] Mecmeü'l-Bahreyn, c. 3, s. 234

[7] El-Usûl mine'l-Kâfî, c. 1, s. 107, Hadis no:1 (Kitabü't-Tevhid, Babü's-Sıfati'z-Zat)

[8] Amuli, Cevâd, et-Tesnim fi Tefsiri'l-Kur'an, c. 12, s. 224

[9] Muhaddis en-Nurî, Müstedrekü'l-Vesâil, c. 16, s. 355, hadis no: 20152 (Babü İstihbabi Hubbi'l-Helva ve ekliha/tatlıyı sevmenin ve yemenin müstehap oluşu babı)

[10] et-Tesnim fi Tefsiri'l-Kur'an, c. 12, s. 224

 

 

Kategorideki Diğer Haberler
Öne Çıkan Haberler
İktibaslar